Oktay Akbal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oktay Akbal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Oktay Akbal

Oktay Akbal Kimdir, Hayatı ve Resimleri



Oktay Akbal Özel Sayısını Sunarken  
Sabahattin Gencal
Yazmak bir sanattır. Uzun süre kesintisiz yazmak, aynı çizgide ödünsüz ve başarıyla yol almak ustalıktır. Sanatını, ustalığını birey ve toplum yararına sürdürmek insanlıktır.

Usta sanatçı, hümanist, laik, demokrat, sosyal adalet yanlısı, Atatürkçü olarak tanınan Oktay Akbal 15 yaşında yazmaya başlamış, 19 yaşında ilk eserini yayımlamış ve aralıksız olarak 91 yaşına kadar yazmasını sürdürmüştür. Öykü, roman, deneme, anı, günlük, inceleme, köşe yazısı ... vb. türlerde 90’a yakın eser yazmıştır.

Oktay Akbal daima ağırbaşlı oldu; ama “putlara” tapmadı; sakin oldu; ama hapislik pahasına direnmekten de geri kalmadı.

Oktay Akbal şair değildir; ama öyküleri, romanları, denemeleri, anıları, köşe yazıları, kısaca tüm yazıları, hatta çeviri eserleri şiir gibidir; öylesine içten, öylesine duru, öylesine akıcı...

Hep iyiye ve güzele doğru, birey, toplum ve insanlık yararına yazılar yazan, durmadan yazan, “sonuna kadar” yazan Oktay Akbal iz bırakan sanatçılardandır. Ancak, izleri toplumumuzun bir kısmı tarafından henüz görülememiştir. Üzülerek belirtmek gerekir ki “putlara” tapmadığı için olacak ölümü bile “haber değeri” olmamıştır; ancak inanıyoruz ki zamanla Oktay Akbal’ın izleri herkeste görülecektir.

Yenilikçi, özgürlükçü, aydınlanmacı, soylu ve güvenilir Oktay Akbal’ı sayfalara sığdırmak zor. Onun için Zeynep Oral’dan Oktay Akbal ile ilgili bir alıntıyla yazımızı sonlandırıyoruz:

“Edebiyatımızın satır başlarından. Öykü, roman, deneme... Gazetecilik... Ustalık... Yaşamı yazıyla ifade eden... Yaşama ve yazıya zenginlik katan... Yüreği toplumun nabzıyla birlikte atan... Cumhuriyet’le özdeşlik... İnsan gibi insan... Yol gösterici... Dost... Her daim genç ve güler yüzlü... Sevgi insanı, saygı insanı... Türkçe tutkunu; Atatürk ilkeleri tutkunu... Gençlere inancını hiç yitirmeyen..."  (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/355763/Guzel_insanlar_giderken..html)

Yaşamını sanatın içinde tüketmiş usta sanatçımız Oktay Akbal ile ilgili olarak internet ortamından yaptığımız derleme çalışmasını yararlı olması dileğiyle sunuyoruz.


Sabahattin Gencal, Başiskele-Kocaeli


Oktay Akbal Özel Sayısı
·                                    Sunuş (Sabahattin Gencal)
·                                     
·                                    Oktay Akbal’ın kısa özgeçmişi
·                                     
·                                    Oktay Akbal vefat etti
·                                     
·                                    Oktay Akbal son yolculuğuna uğurlandı
·                                     
·                                    Oktay Akbal’ın  Yazılarından
·                                     
·                                    Oktay Akbal'ın Sözlerinden
·                                     
·                                    Oktay Akbal ile Söyleşiler
·                                     
·                                    Oktay Akbal'ın ardından ... 
·                                     
·                                    Oktay Akbal'ın Ardından Oktay Akballa / Ahmet Gencal
·                                     
·                                    Oktay Akbal ile ilgili yazılardan ...
·                                     
·                                    Oktay Akbal için ne dediler?
·                                     
·                                    Oktay Akbal’ın Eserleri
·                                     
·                                    Oktay Akbal'ın çevirileri
·                                     
·                                    İçinde Oktay Akbal'ın da yazılarının olduğu kitaplar  ve
·                                    Oktay Akbal hakkında yazılan kitaplar
·                                     
·                                    Oktay Akbal'a Mektuplar
·                                     
·                                    Oktay Akbal’ın aldığı ödüller
·                                                                    
·                                    Oktay Akbal ve eserleriyle ile ilgili görseller (Google)





Oktay Akbal haberler haberleri son dakika gelişmeleri



Oktay Akbal'ın Özgeçmişi

Yaşamı

20 Nisan 1923 tarihinde İstanbul'da doğdu. Avukat Salih Şehabettin Bey'in oğlu, ilk gerçekçi Türk romancılardan Ebubekir Hâzım Tepeyran'ın ana tarafından torunudur.

Kumkapı'daki Saint Benoit Fransız Lisesi'nde başladığı ortaöğrenimini, 1942 yılında İstiklal Lisesi'nde bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültelerine devam etti, ancak yüksek öğrenimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. 

1943 ve 1944 yıllarında Servet-i Fünun Uyanış dergisinde sekreterlik, 1947 ve 1951 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'nda memurluk yaptı. Fakat yaşamını asıl anlamda gazetecilik yaparak kazanmıştır.

1939 ve 1940 yıllarında Yeni Sabah ve İkdam gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlanmıştır. 1944 ve 1946 yılları arasında Vakit gazetesinde eleştiriler ve tanıtma yazıları yazmıştır. Büyük Doğu dergisinde her hafta Dünya Fikir Sanat Hareketleri sütununu yazmış, 1951 ve 1956 yılları arasında Vatan gazetesinde, düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalışmıştır. 

1956'da köşe yazarlığına başlamıştır. 1985 yılından itibaren Hürriyet gazetesi için köşe yazarlığı yapan Akbal, daha sonra Milliyet gazetesinde çalışmıştır. ... Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığına devam etmiştir.

Öykü yazmaya ilkokul yıllarında başladı. Çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1939'da, henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün İkdam gazetesinde yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına girdi. İkdam ve Yeni Sabah gazetelerinde hemen her gün bir öyküsü; Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız gibi gazete ve dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı. 

Akbal'ın asıl anlamda öyküye yönelmesi Sait Faik'in Semaver adlı kitabını okumasından sonra başlamıştır.

Servet-i Fünun Uyanış dergisinde çalıştığı sıralarda başlayan eski yeni tartışmalarının ve yeni edebiyatın içinde yer alan Akbal'ın sanatında böylece asıl edebiyatçı dönemi açılmıştır. 

Kendi yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkan, küçük kent insanını da gözardı etmeyen duygulu öyküler yazmaya başlamıştır. Bunlar toplumsal olaylarla ilgili gözlemlere değil, anılara ya da düşlere dayalı, içe dönük hikâyelerdir. 

Akbal hikâyeleri, Behçet Necatigil'in deyişiyle "Konulu hikâyeler değil de, belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır". 

Yazın çevrelerinde geniş ve olumlu yankı yapan Önce Ekmekler Bozuldu adlı ilk kitabını 1946'da çıkarmıştır. Onu, 1949'da Aşksız İnsanlar izlemiştir.

Garipler Sokağı ve Bizans Definesi adlı kitapları Rusçaya; Dondurmalı Sinema Sırpçaya çevrildi. Suçumuz İnsan Olmak adlı kitabı Erdoğan Tokatlı yönetiminde 1986 yılında filme çekildi.

Yazar 28 Ağustos 2015 günü hayata gözlerini yummuştur.


Oktay Akbal hayatını kaybetti

Bir süre tedavi gördükten sonra Muğla’nın Ula ilçesi Akyaka beldesinde bulunan evinde dinlenmeye çekilen Türk edebiyatının usta kalemlerinden, gazetemiz yazarı Oktay Akbal (92) yaşamını yitirdi. Akbal, pazartesi günü düzenlenecek cenaze törenin ardından Akyaka Mezarlığı’nda son yolculuğuna uğurlanacak.
Türk edebiyatında yaprak dökümü sürüyor. Yaşar Kemal, Fikret Otyam, Tarık Dursun K. gibi nice usta kalemin aramızdan ayrıldığı bu yıl, Oktay Akbal da bugün saat 16.00'da yaşama gözlerini yumdu. “Hiroşimalar Olmasın”, “Önce Ekmekler Bozuldu”, “Suçumuz İnsan Olmak” gibi Türk edebiyatına damga vuran eserleri kaleme alan, gazetemizde de uzun yıllar köşe yazarlığı yapan Akbal, Akyaka’da yaşamını sürdürüyordu. Ancak son aylarda durumunun birkaç kez ağırlaşması üzerine hastaneye kaldırılmış, daha sonra ise evinde dinlenmeye çekilmişti.


TÜM AYDINLARIN BAŞI SAĞ OLSUN
Akbal’ın son anına kadar yanında bulunan dostlarından Hamdi Yücel Gürsoy, “İlhan Selçuk ve Nail Çakırhan’ın ardından Oktay Akbal’ı da kaybetmek bizleri derinden sarstı.
Akbal, uzun zamandır hastanemizde tedavi altındaydı. Değişik rahatsızlıkları vardı ve tedavi görüyordu. Ancak 93 yaşına kadar yanında olabildik. Ülkemizin bütün aydın insanlarının başı sağ olsun” dedi.
Akbal, pazartesi günü Akyaka Camisi'nde kılınacak öğle namazının ardından Akyaka Mezarlığı’ndan son yolculuğuna uğurlanacak. 

*



TGC Yönetim Kurulu başsağlığı mesajı yayınladı:

"Oktay Akbal’ın ailesine ve basın topluluğumuza başsağlığı diliyoruz” İSTANBUL- Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Üyesi,öykücüromancıgazeteci ve yazar Oktay Akbal, Mugla Akyaka’da 92 yaşında vefat etti. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, Oktay Akbal’ın ölümünün ardından başsağlığı mesajı yayınladı.

TGC Yönetim Kurulu’nun yayınladığı mesajda, şu görüşler  yer aldı:

“Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesi, Onur Kurulu Önceki üyesi, Basın Şeref Kartı ve TGC Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi, öykücü, romancı, gazeteci ve yazar Oktay Akbal’ı kaybettik. 
Oktay Akbal, yıllardır inatla gerçekleri dile getiren bir aydın ve gazeteci yazardı. 
Türk öykücülüğünün kilometre taşlarından biri olan Oktay Akbal, çağdaşı yazarları da etkiledi.  
Edebiyata ve gazetecilik mesleğine uzun yıllar hizmet veren Oktay Akbal’ı sevgi ve saygıyla anıyoruz. Yeri doldurulamayacak olan değerli üyemiz Oktay Akbal’ın ailesine, sevenlerine ve basın topluluğumuza başsağlığı diliyoruz.”
Oktay Akbal’ın fotoğrafı 15 Nisan 2015 yılında törenle Basın Müzesi’ne asılmıştı.


***
Türkiye yazın dünyasının renkli isimlerinden, usta gazeteci Oktay Akbal 92 yaşında yaşamını yitirdi.

Bir yıldır kanser tedavisi gören Akbal, dün öğle saatlerinde fenalaştı. Eşi Ayla Akbal tarafından hastaneye kaldırılmak istendi. Ancak hastaneye yetiştirilemeden hayatını kaybetti.

Muğla'nın Ula ilçesine bağlı Akyaka beldesindeki evinde yaşayan Akbal, cumhuriyet dönemi aydınlarındandı. 1943 yılında bu yana Türk basını ve edebiyat dünyasının içindeydi. Akbal 5 Ekim 1969'da Cumhuriyet gazetesinde köşeyazarlığına başladı. 12 Mart döneminde bir yıl ayrı kalmasına karşın, yazılarını 1991 Kasım'ına kadar sürdürdü. 1982'de yazdığı bir yazıdan dolayı üç ay cezaevinde yattı.

1991 yılında Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal ve liberal ekibine karşı yürütülen süreçte, İlhan Selçuk ve Uğur Mumcu'larla birlikte tavır aldı. Akbal bu süreçte Cumhuriyet gazetesinden ayrıldı. İlhan Selçuk'un ölümünün ardından gazetede başlayan ikinci liberal darbe sonrası rahatsızlığı bahane edilen Oktay Akbal'ın 2014'ün Kasım ayında gazeteyle ilişiği kesildi.

http://www.ulusalkanal.com.tr/medya/oktay-akbal-hayatini-kaybetti-h73046.html

Oktay Akbal'ın ailesine ve basın topluluğumuza başsağlığı diliyoruz"

TÜRK edebiyatının ünlü ismi öykü ve roman yazarı, gazeteci Oktay Akbal, Muğla'nın Ula İlçesi, Akyaka Mahallesi'ndeki evinde, kalp yetmezliğinden bugün öğlen saatlerinde 92 yaşında yaşamını yitirdi.

Türk edebiyatının yaşayan efsanelerinden biri sayılan öykü ve roman yazarı gazeteci Oktay Akbal, 25 yıl önce yakın arkadaşları Nail Çakırhan ve İlhan Selçuk'la birlikte Gökova Körfezi'nin kıyısındaki Akyaka Mahallesi'ne yerleşti. İlk başta sadece yaz aylarında Akyaka Beldesi'nde kalan Akbal, son yıllarda eşi Ayla Akbal'la birlikte yaz kış burada yaşamaya başladı. Nail Çakırhan mimarisi tarzında yapılan bir evde yaşamını sürdüren Akbal, eserlerini yazmaya burada da devam etti. 1969 yılından bu yana Cumhuriyet Gazetesinde köşe yazarlığı yapan Oktay Akbal, bugün sabah saatlerinde Akyaka'daki evinde kalp yetmezliğinden yaşamını yitirdi. Ünlü ismin cenazesi Özel Yücel Hastanesi Morgu'na kaldırıldı.

Akbal, bir süredir kalp yetmezliği nedeniyle tedavi görüyordu. Akbal'ın cenazesi 31 Ağustos Pazar günü Akyaka Camisi'de öğlen kılınacak namazın ardından mahalle mezarlığında toprağa verilecek.


http://www.f5haber.com/mugla/oktay-akbal-hayatini-kaybetti-haberi-1368328/
Yazar Oktay Akbal, tedavi gördüğü hastanede 92 yaşında hayatını kaybetti.
Cumhuriyet’le eşit yaştaki Oktay Akbal, yalnızca Türk edebiyatının değil, gazetecilik ve dergiciliğinin de, yani tüm bir yazın tarihinin en önemli isimlerinden biriydi. Kendi usta yazarlığının taşıdığı değer bir yana, bütün bir tarihe tanıklık etmiş, kendisinin de önemli kilometre taşlarında katkısı olan bir duayen isim…
Akbal’ın en önemli özelliklerinden biri de aynı, öykü kitaplarından biri olan Yalnızlık Bana Yasak'ın adı gibi bir yaşam sürmüş ve yaşamı boyunca Türk kültür ve siyaset tarihinden önemli dostluklar biriktirmiş bir kişi olması. Bir diğer büyük usta Tahsin Yücel, özellikle öykülerinden yola çıkarak Akbal için, “Çağımızın en içten, en güvenilir, en soylu tanıklarından biri” diyordu.
  
Görüşler>>>
Ağabeyimi kaybettim
HİLMİ YAVUZ: Çok değerli bir yazar olduğu kadar benim hayatımda bir dost ve bir ağabey olarak da çok büyük bir yeri vardır. Daha ilk gençlik yıllarımdan itibaren beni desteklemiş, 1950'li yılların sonlarına doğru Vatan Gazetesi'nde düzeltmen olarak çalışmamı sağlamış, o yıllarda Vatan Gazetesi'ndeki birlikteliğimizde aramızda bir ağabey-kardeş ilişkisi oluşmuştu. Daha da ötesini söyleyeyim, Oktay ağabeyin belli konularda sırdaşı da olmuşumdur. Sadece Türk edebiyatının başı sağ olsun demeyeceğim, bir dost, bir büyük insan, bir ağabey olarak ben kendime başın sağ olsun Hilmi Yavuz diyorum.
En büyük ustalarımdandı
SELİM İLERİ: Oktay Akbal ilkgençliğimden bu güne en önemli, en büyük ustalarım arasındaydı. Onun öykülerine sonsuz hayranlık duydum. Yıllar yılı onun gibi yazmaya özendim. Bütün yaşamım boyunca benimle birlikte yaşamış nice öyküsü, nice denemesi hep anlam kattı iç dünyama. Oktay Akbal edebiyatımızın son büyük İstanbul yazarlarından biriydi. Onun eserinde yirminci yüzyılın bütün İstanbul'unu kültürel açıdan kavramak olasıdır. Gerçekten ama gerçekten çok üzgünüm.+
Değeri tam anlaşılamadı
SEMİH GÜMÜŞ: Oktay Akbal'ı, Oktay Ağbimizi kaybettik. Öykücülüğümüzün çok önemli yazarlarındandı, değeri tam anlaşılamadı. Nur içinde yatsın.
 28 Ağustos 2015
  
Oktay Akbal kimdir?
20 Nisan 1923 tarihinde İstanbul'da doğdu. Avukat Salih Şehabettin Bey'in oğlu, ilk gerçekçi Türk romancılardan Ebubekir Hâzım Tepeyran'ın ana tarafından torunudur.

İstanbul Karaköy'deki Saint Benoit Fransız Lisesi'nde başladığı ortaöğrenimini, 1942 yılında İstiklal Lisesi'nde bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültelerine devam etti, ancak yüksek öğrenimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. 

1943 ve 1944 yıllarında Servet-i Fünun Uyanış dergisinde sekreterlik, 1947 ve 1951 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'nda memurluk yaptı. Fakat yaşamını asıl anlamda gazetecilik yaparak kazanmıştır. 1939 ve 1940 yıllarında Yeni Sabah ve İkdam gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlanmıştır. 1944 ve 1946 yılları arasında Vakit gazetesinde eleştiriler ve tanıtma yazıları yazmıştır.

Büyük Doğu dergisinde her hafta Dünya Fikir Sanat Hareketleri sütununu yazmış, 1951 ve 1956 yılları arasında Vatan gazetesinde, düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalışmıştır. 

1956'da köşe yazarlığına başlamıştır. 1985 yılından itibaren Hürriyet gazetesi için köşe yazarlığı yapan Akbal, daha sonra Milliyet gazetesinde çalışmıştır. Halen Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığına ..
Öykü yazmaya ilkokul yıllarında başladı. Çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1939'da, henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün İkdam gazetesinde yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına girdi. İkdam ve Yeni Sabah gazetelerinde hemen her gün bir öyküsü; Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız gibi gazete ve dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı. Akbal'ın asıl anlamda öyküye yönelmesi Sait Faik'in Semaver adlı kitabını okumasından sonra başlamıştır.

Servet-i Fünun Uyanış dergisinde çalıştığı sıralarda başlayan eski yeni tartışmalarının ve yeni edebiyatın içinde yer alan Akbal'ın sanatında böylece asıl edebiyatçı dönemi açılmıştır. Kendi yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkan, küçük kent insanını da gözardı etmeyen duygulu öyküler yazmaya başlamıştır. Bunlar toplumsal olaylarla ilgili gözlemlere değil, anılara ya da düşlere dayalı, içe dönük hikâyelerdir.

Akbal hikâyeleri, Behçet Necatigil'in deyişiyle "Konulu hikâyeler değil de, belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır". Yazın çevrelerinde geniş ve olumlu yankı yapan Önce Ekmekler Bozuldu adlı ilk kitabını 1946'da çıkarmıştır. Onu, 1949'da Aşksız İnsanlar izlemiştir. Garipler Sokağı ve Bizans Definesi adlı kitapları Rusçaya; Dondurmalı Sinema Sırpçaya çevrildi. Suçumuz İnsan Olmak adlı kitabı Erdoğan Tokatlı yönetiminde 1986 yılında filme çekildi. 

Önce ekmekler bozuldu. Sonra, her şey... -Oktay Akbal | Eğitim ...

...





"Önce Ekmekler Bozuldu" adlı ölümsüz eseriyle Türk Edebiyatı'na damgasını vuran ünlü gazeteci-yazar Oktay Akbal, Muğla'da tedavi gördüğü hastanede 92 yaşında hayatını kaybetti.
Nefes darlığı ve kalp yetmezliği nedeniyle bir süre önce hastanede tedavi altına alınan Oktay Akbal, bugün hayata veda etti.



Nobelli yazarların fotoğrafçısı Lütfi Özkök'ün arşivinden bir kare... Fotoğraftakiler (soldan sağa) Sami Karagören, Lütfi Özkök, Halil İbrahim Bahar, Sabahattin Kudret Aksal, Oktay Akbal ve Behçet Necatigil

12 EYLÜL'DE CEZAEVİNDE YATTI

Oktay Akbal, 12 Eylül döneminde Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde kaleme aldığı yazılar nedeniyle yargılandı ve 1983'te hapis cezası alarak bir süre cezaevinde yattı. Oktay Akbal, cezasını geceleri cezaevinde yatıp gündüzleri ise serbest kalarak tamamladı.


http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/29931059.asp
*


Oktay Akbal'a Mektuplar / Hazırlayan: Hikmet Altınkaynak


Bu kitap, 'Şiir yazar gibi yapayalnızım…' ya da 'bizi yaşatan dostlardan gelen bir iki samimi satırdır', diye gözleri postada olan, Türk edebiyatının anıtsal yazarlarından öykücü, romancı, gazeteci Oktay Akbal'a arkadaşı, dostu, tanıdığı 40 yazarın gönderdiği, edebiyat eleştirmeni, yazar Hikmet Altınkaynak'ın titiz bir çalışmayla hazırladığı seçme 138 mektubu içeriyor. 

Mektuplar, 70 yıllık bir dönemi edebiyatıyla, siyasetiyle, toplumsal ve kültürel yapısıyla yansıtıyor.


(Tanıtım Bülteninden)

http://www.dr.com.tr/Kitap/Oktay-Akbala-Mektuplar/Hikmet-Altinkaynak/Edebiyat/Turk-Mektup/urunno=0000000622483
*

Oktay Akbal’a Mektuplar
  

Sevgili,
Yıllar önce, başına gelen ilginç bir olayı anlatan Melih Cevdet’e şöyle dediğimi anımsıyorum:
-Tesadüf değil Melih Cevdet Bey, bunların sizin başınıza gelmesi. Siz de bunları çeken bir şeyler var.
Gerçekten de öyledir, kimi insanlarda garip olayları mıknatıs gibi çeken bir özellik vardır. Yoksa onların hepsi, nasıl gidip, o kişiyi bulabilirlerdi ki?
Mektuplar da öyle değil mi?
Onlar da yalnızca, yazanların iç dünyasını dışavurmakla kalmıyor, aynı zamanda yazıldığı kimsenin kişiliğini de ortaya koymuyorlar mı?
O yüzdendir ki, “bana aldığın mektupları göster, sana kim olduğunu söyleyeyim”dense hani yeridir.
Oktay Akbal’a gönderilen mektuplar da öyle.
O mektuplar da yazanının olduğu kadar yazılan kişinin kimliğini de ortaya döküyor.
Değerli yazar dostum, Hikmet Altınkaynak’ın derlediği, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Oktay Akbal’a Mektuplar (1943 - 2014 )” kitabından öğreniyoruz bunları.
70 yıl boyunca yazılmış mektuplar içinde, birkaç nezaket cümlesini aşmayanlar da var, Kenan Harun’unkiler gibi, “mektup - roman” boyutuna ulaşan uzunlukta olanları da.
Ama hepsi, çok kendine özgü bir dünyanın, yazın dünyasının sorunlarını, kaygılarını, sevinçlerini, öfkelerini yansıtırken bizi zaman içinde yolculuğa çıkarıyorlar.
***
Geçen perşembe günü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin organize ettiği bir toplantıda tanıtımı yapılan mektupların yazarları arasında kimler kimler yok ki? Şöyle bir göz atalım:
Nahit Hilmi Akgün, Besim Akımsar, Sabahattin Kudret Aksal, Talip Apaydın,Prof. Neda Armaner, Mustafa Balbay, Özdemir Balkan, Tahsin Banguoğlu, Faik Baysal, Vehbi Belgil, Egemen Berköz, Adnan Binyazar, Salih Birsel, Dr. H. Wilfrid Brands, Alev Coşkun, Necati Cumalı, Bülent Ecevit, İlhami Emin, Ali Gevgilili, Kasım Gülek, Ruşen Hakkı, Kenan Harun, Georg Hazai, Ayhan Hünalp, Ahmet Köksal, Cahit Külebi, Nezihe Meriç, Yaşar Nabi Nayır, Behçet Necatigil,Fahir Onger, Fikret Otyam, Lütfü Özkök, Ziya Osman Saba, Mehmet Salihoğlu, Mehmet Seyda, Salim Şengil, Ahmet Telli, Naim Tirali, Prof. Fehmi Yavuz, Hilmi Yavuz. 
Kitabın tanıtım konuşmasında yer alan eseri yayımlayan, İş Bankası Kültür Yayınları’nın değerli editörü Ruken Kızıler, coşku dolu uzun mektuplarıyla hemen dikkati çeken Kenan Harun ile ilgili “Meçhul Şairler” dizisinden bir kitap yapmak istediklerini fakat yeterince bilgi bulamadıklarını, ama Hikmet Altınkaynak’ın derlediği mektuplardan sonra elde ettikleriyle ve şairin torunuyla temasa geçtiklerini yapıtı da yakında oluşturacaklarını söyledi.
“Oktay Akbal’a Mektuplar” daha piyasaya çıkmadan yeni bir eserin daha can bulmasına vesile oldu böylece.
***
Mektuplara bakıyorsun, edebiyat ve sanat dünyasının büyük adamları nasıl kıt olanaklar içinde yaşıyorlar, nasıl küçük sıkıntıların pençesinde kıvranıyorlar.
Sonra da, beyaz kâğıdı önlerine koydular mı, büsbütün onlardan sıyrılıp bambaşka insan oluyorlar.
Aynı sıkıntılar, aynı kısıtlar, aynı dürtüyle hareket eden insanlar, şekil değiştirerek de olsa bugün de varlar.
Ama bugün mektup ve beyaz kâğıt yok.
Artık, e-posta, mesaj var, kâğıdın yerini ekran aldı.
Artık postacıyı bekleyen yok, şimdi kapımızı çalan kurye dağıtıcıları. Kenan Harun gibi destan döktürenler yok, cep telefonu ile kısaca mesaj geçiyorsun veya bilgisayarından tweet atıyorsun.
Daha hızlı haberleşen, her şeyin en ücra noktaya kadar ulaştığı, daha çabuk konuşulan, daha kısa anlatılan, yazarken neredeyse sesli harflerin bile atlandığı bir ifade biçimi egemen artık. Artık melali anlamayan değil, anlayan nesle aşina değiliz.
Hangisi daha güzel diye sorma Sevgili, çünkü ikisi de değişik.
Ama İlhan Selçuk’un dediği gibi, kâğıda, elle veya daktiloyla da yazılsa, bilgisayara da kaydedilse, hepsi eninde sonunda yazı.
Evet, çok şey değişiyor, ama edebiyat kalıyor.
Yaşasın edebiyat!
Yaşasın Oktay Akbal!

Ali Sirmen, 30 Kasım 2014 Pazar

*
OKTAY AKBAL'A MEKTUPLAR
Türk edebiyatının dev çınarlarından öykücü, romancı, gazeteci Oktay Akbal’a edebiyatçı arkadaşlarının, dostlarının yazdığı mektuplar kitap haline getirildi.

91 yılı geride bırakan Cumhuriyet gazetesi yazarı Oktay Akbal’a 1943’ten bu yana, tam 70 yıllık dönemde yazılan mektupları eleştirmen yazar Hikmet Altınkaynak bir kitapta topladı.
Akbal’ın isteğiyle ve bu görevi onur duyarak üstlendiğini söyleyen Altınkaynak , ‘mektuplar, bugüne kadar Türk edebiyatının en büyük, en zengin toplamı, aynı zamanda edebiyatımızın hangi dikenli yollardan geçerek yükseldiğinin de göstergesi’, diye tanımladı.
Çağdaş edebiyatımızın mimarlarından olan bu yazarların mektupları onların öğrencilik yaşamından başlayarak aşklarına, iş arayışlarına, kavgalarına, dostluklarına, yol arkadaşlığından çıkanların eski – yeni hayatlarına, yapıt yazma ve yayımlatma koşullarına, siyasal iktidarın tutumuna varıncaya kadar bugüne kadar hiçbir yerde yayımlanmamış bilgileri içeriyor. Kitap, 40 edebiyatçının Oktay Akbal’a yazdığı 140’a yakın mektuptan, seçme bir fotoğraf albümünden oluşuyor.
Ulvi Nahit Akgün’den Salâh Birsel’e, Necati Cumalı’dan Cahit Külebi’ye, Bülent Ecevit’ten  Kasım Gülek’e, Tahsin Banguoğlu’ndan Behçet Necatigil’e, Lütfi Özkök’ten Yaşar Nabi’ye Adnan Binyazar’dan Alev Coşkun’a, Egemen Berköz’den Ahmet Telli’ye, Kenan Harun’dan Naim Tirali’ye kadar 40 yazarın tam 138 mektubu, yeni bir gündem ile birlikte ileri sürdüğü düşünceler yargılarla tartışmalar yaratacağı düşünülüyor.
Mektup yazmak önemini yitirse de edebiyatçı mektuplarının önemini yitirdiği söylenemez. Çoğu aramızdan ayrılmış olan bu edebiyatçıların yazdıkları, tam tersine daha bir önem kazanmış bulunuyor.
*
‘Oktay Akbal’a Mektuplar’

Oktay Akbal’ı -ki benim için daimâ ‘Oktay ağabey’dir, ilkgençlik yıllarımdan beri tanıyorum. Bundan yarım yüzyıl önce bir gazetede birlikte çalıştık. Sabaha karşı gazeteyi bağlayıp son tramvayı kaçırdığımızda Cağaloğlu’ndan Fatih’teki evlerimize yürürdük birlikte. İlkgençlik aşklarını, Günay’ı, Hisya’yı tanımadım elbet, ama çok daha sonraki yıllarda sırdaşıydım onun…

Hayatımda tanıdığım en som yürekli, en dürüst ve en iyiniyetli insanlardan biridir Oktay ağabey. Bunca yıllık dostluğumuz süresince, bir tek gün, bir tek kişi için, kötü söz söylediğine tanık olmadım. Uzun bir süredir ‘Cumhuriyet’ gazetesinde yazıyor; - gerçek ve ‘ivazsız garazsız’ bir Kemalist olarak... Kemalizm, onun için, hiçbir zaman bir iktidar aracı olmamış, arasıra öyle görünse de Kemalizmi, jakoben bir cunta anlayışına indirgememiştir. Gerçek bir Batılıdır, Oktay Akbal. Gençlik yıllarında Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’ dergisinde çalıştığını ve orada yazılarının çıktığını pek az insan bilir. Bana kendisi anlatmıştı: ‘Büyük Doğu’da yazdığı yıllarda üstad Necip Fazıl, ona ‘Avrupaî Oktay Bey!..’ diye takılırmış, çoğu zaman…

Oktay Ağabey, geçen yıl 90 yaşına bastı. Dileğimiz, onun sağlıklı ve daha uzun bir ömür sürmesidir.

Hikmet Altınkaynak, Oktay Akbal’a 1943 ile 2014 yılları arasında yazılan mektuplardan bir seçmeyi ‘Oktay Akbal’a Mektuplar’ adıyla yayımladı.* Kitapta Oktay ağabeye yazılmış, kimi gerçekten çok yakın 40 dostunun mektupları var. 138 mektup. Mektupların çoğu Oktay ağabeyin edebiyatçı dostları: Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal, Salâh Birsel, Necati Cumalı, Cahit Külebi, Nezihe Meriç, Nahid Ulvi Akgün, Ziya Osman Saba, Kenan Harun vd... Kitapta benim de Oktay ağabey’e Londra’dan, 1960’larda yazdığım iki mektup var…

Dikkat edilirse, eski tarihlerdekilerle İstanbul’dan uzakta Anadolu’dan [mesela, Elazığ’dan] yazılan mektupların, daha sonrakilere ve büyük şehirlerden [İstanbul, Ankara, İzmir] yazılanlara göre, çok daha uzun ve teferruatlı oldukları görülecektir. Üstelik uzaktan, Elazığ’dan Kenan Harun’un 1940’lı yılların başlarında yazdığı mektuplar gibi olanlar, ağırlıklı olarak özel hayatın sübjektif ve bireysel yaşantılarını dile getirirken, daha sonra ve büyük şehirlerden yazılanların ise, daha çok, kamusal hayata ilişkin, deyiş yerindeyse, iş mektupları olarak yazıldıklarını görüyoruz. Bence Kenan Harun’un Çehovvâri bir taşra sıkıntısını dilegetiren içtenlikli, lirik ve hüzünlü mektupları, kitaptakilerin en dikkate değer olanlarıdır.

Bedreddin Tuncel, Türk Dili Dergisi’nin ‘Mektup Özel Sayısı’ndaki ‘Mektup Türüne Giriş’ yazısında, edebî mektupların değerinden söz eder ve ‘Kanımca bizde mektup türünün en güzel en tatlı örneklerini ilkin Cahit Sıtkı ile Ziya Osman vermişlerdir. Tanpınar’ın mektupları büyük Avrupa yazarlarını hiç aratmaz,’ der ve ‘hele Paris’ten dostlarına yolladıkları[nın] her zaman zevkle okunacak değerde’ olduklarını söyler. Bence, asıl bu bağlamda, Oktay Akbal’a yazılanlardan çok, edebî kimliğinin değerliliği asla tartışılmaz olan onun, dostlarına yazdığı ‘Oktay Akbal’dan Mektuplar’ı beklemeliyiz.

Bu arada editörlere fotoğraflar konusunda bir küçük düzeltme notu: 307. sayfa alttaki fotoğrafta Sait Faik unutulmuş; 312. sayfada hem alttaki hem de üstteki fotoğrafta, Cahit Tanyol olarak belirtilen kişinin Cavit Orhan Tütengil olduğu gözden kaçmış.
Hilmi Yavuz

----------

*Oktay Akbal’a Mektuplar, Hazırlayan: Hikmet Altınkaynak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014.

*
Oktay Akbal’a Mektuplar…
Edebiyat araştırmacısı, eleştirmen Hikmet Altınkaynak imzalı kitaplar hep sevindirir beni. Bu kez iki sevinci birden yaşadım. Sevgili ağabeyim, hep özendiğim Oktay Akbal’a mektuplar derlemesi onun imzasıyla çıkageldi. “Oktay Akbal’a Mektuplar”, 1943 ile 2014 yılları arasından aslında küçücük bir seçmeyi içeriyor.

Ünlü edebiyatçılar, kültür insanlarının yanı sıra ünlülere ait olmayan ama önemleri olan mektuplar da bu ciltte. 324 sayfa boyunca 1940’ların yazın ve yayın dünyasına dalmak bir hayli coşturuyor…

Kimler yok ki… Sabahattin Kudret, Faik Baysal, Salâh Birsel, Adnan Binyazar, Necati Cumalı, Kenan Harun, Cahit Külebi, Nezihe Meriç, Behçet Necatigil, Fikret Otyam, Hilmi Yavuz, Egemen Berköz ve daha niceleri…

Benim gözüm elbette Sait Faik’i, Dağlarca’yı, Sabahattin Eyuboğlu’nu da aradı ama belki onlar daha sonraki ciltlerde ortaya çıkar. Oktay Akbal’daki mektupların bu kadar olduğunu sanmam. En çok merak ettiğim yazarlar arasında öncelikle Besim Akımsar, Nahit Ulvi Akgün, Vehbi Belgil, İlhami Emin, Fahir Onger, Behçet Necatigil ve Mehmet Seyda’yı sayabilirim. Çünkü onlarla tanışamadım, kimilerine de yetişemedim.

Tanıştıklarım arasında küçük merhabalarla yer alanlar da var, uzun sohbetlerle tanıdıklarım da… Örneğin Sabahattin Kudret Aksal YAZKO’nun müdavimlerindendi. Memet Fuat’ın ve Adnan Özyalçıner’in yanına uğrardı. Hatta bir gün beni bir dil sürçmesi dolayısıyla Sennur Sezer’e karşı kurtardığını da söyleyebilirim. Benim de onu Kemal Özer’e karşı savunduğumu anımsıyorum. Faik Baysal’la Altın Kitaplar Yayınevi’nde rahmetli Dr. Turhan Bozkurt’un odasında tanışmıştım. Salâh Birsel’le sohbetimiz her uğrayışında derinleşmiştir. Basılacak bir kitabının adını birlikte koymuştuk. Kitabın adını “İşte Buna Yandı Yüreğim” diye koyup getirmişti. Sonra “Halley Kimi Kurtarır” isminde karar kıldık. Necati Cumalı ise kitaplarının basım sorumlusu olarak bir ara beni düşündü. “Bir yayınevi kur, kazan, yalnızca bana telif hakkı öde,” demişti. Amacı “kavgalı” olduğu kimi yayıncılardan kurtulmaktı. Bu konuda kendisi başarısız bir deney de yaşamıştı. Bastırdığı oyunlarının sırtına isminin bir harfini koyuyordu. Böylece kitaplar sırttan yan yana gelince Necati Cumalı olarak okunacaktı. Hey gidi günler…

Ali Gevgilili’yle sanırım yine YAZKO yöne­tim odasında tanıştık. Onun “Yeni Dergi”deki sinema yazarlığından çok şey öğrenmişimdir. Bunu kendisine söylediğimde hem şaşırmış hem de gönenmişti. “Demek o yazıları boşuna yazmadık,” demişti. Ayhan Hünalp çok ilginç bir yazardı. Çıkardığı şirket dergisine benden de yazı alıp, telif ödeyerek inceliklerde bulunurdu.

Gelelim Cahit Külebi’ye… Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı olduğunda buruk bir sevinç duymuştum. Sağlığında şiirleri ders kitaplarına giren ender bir ozanımızdı. Hele son dönem “geri gelmez bir daha” ünlü dizesiyle taht kurmuştu şiir dünyamızda. Ama 1960’ların ikinci yarısında siyasal iktidara şirin görünmek için “Süt” adlı şiir kitabını Hisar Yayınları’na vermekle ne yapmak istemişti? Bu karar yıllarca düşündürdü beni. Cumhuriyet gazetesinin yazarlar katındaki Sami Karaören’in odasında karşılaştığımda bunu belirtemedim ve içimde kaldı.

Bu arada gözden kaçan bir yanlışlığı belirtmek isterim. Kitaptaki mektupların bir tanesi Özdemir Balkan diye geçiyor. Mektubun orijinalini ben Aydemir Balkan diye okudum. Hıfzı Topuz’la arkadaş olduklarını sanıyorum. Yeni basımda düzeltilir umarım. Albüm bölümündeki ilk sayfada Sait Faik’in adı unutulmuş…

Özet olarak dolu dolu içtenliklerle örülü bir kitap ortaya çıkmış. Dileğim böylesi yapıtların çoğalması. Çünkü kitaplarla çoğalıyoruz.
 

Öner Ciravoğlu, 
http://www.zerparola.com/kose-yazarlari-kitaplarin-dunyasi-13-0-618.aspx

*
“HER MEKTUP FARKLI BİR ŞEY ÖĞRETİYOR”

Dikkatinizi en çok çeken, ilginç bulduğunuz belli başlı ifadeler hangileri? 

Oktay Akbal’a gelen ilk mektuplar Faik Baysal’dan Kenan Harun’dan. Faik Baysal’ı herkes tanır. Ama Kenan Harun unutulmuş değerlerimizden. Gazeteci ve şair. 1925 Şanlıurfa Siverek doğumluydu. Oktay Akbal’a en çok mektup ve en uzun mektubu yazan da o. On altısında şiire başlamış, yirmi ikisinde bırakmış. 1972’de Dörtyolağzı adıyla bunları kitaplaştırmış. Çok beğenilmiş. Ankara’da yaşamış. Meclis C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I muhabirliğinden emekli olmuş. 2002’de Ankara’da yaşama gözlerini yummuş.
Kenan Harun ilk mektubunda can sıkıntısından, kafa dengi bir arkadaşı olmadığından söz ederken ikincisinde “Fena halde âşığım Oktay!” diyor. Âşık olduğu kızı “yanımdaki sırada oturan bir sınıf arkadaşım” diye tanıtıyor.


Oktay Akbal’ın “Gece Yarısı Mektubu” öyküsünü okurken de Akbal’ın sevgilisi Günay Başar. Türkiye’de Darülfünun bitiren ilk kadın, şair, Şükufe Nihal Başar’ın kızı. Edebiyat öğretmeni. Güzel. Birçok ünlü şair âşık, gözlerinin önüne gelir. Her mektubu uzun. Bununla kalmaz o “Sana bu defa uzun, amma çok uzun ve tam bir romanmektup yazmak gayesiyle doluyum” diye sürdürür.
Bir yandan da Çemişgezek, 20 Ekim 1944 günlü mektubuyla düşler kurar:
“Maddi ve manevi bütün sıkıntılardan kurtulacağız. Birbirimizi tekrar kucaklayacağız. O harikulade güzel Yenikapı akşamları yeniden yaşanacak. Yine İlhan Berk tramvaya atlayıp Beyoğlu’na firar edecek. Yine sarışın kızların peşinde koşacağız.” Bunlar gençlik coşkusunu, gençlik duygusunu ortaya koyan mektuplara örnek olabilir.


Altınkaynak, mektupların eleme ve sıralamasını şiir antolojisi hazırlar gibi belgesel, yazınsal değer taşıyanları belirleyerek yapmış.
Bir de doğal olarak günlük yaşamı yansıtan mektuplar var. Günlük yaşamda acı da var. Yine Kenan Harun’dan bir örnek, 13 Ocak 1949’da Ankara’dan yazıyor. Annesinin ölüm haberini almış. Bu mektuptan öğreniyoruz ki zaten babası da o tarihte yaşamıyor. Şöyle diyor:
‘Mümkünse Edebiyat Dünyası’na ve Varlık’a annemin ölümüne dair küçük birer ilân koyduruver. “Merhum yargıçlarımızdan Harun Soran’ın eşi ve Kenan Harun Soran’ın annesi Fatma Nadire Soran...” filan diye.
Mektupların her biri farklı bir şey öğretiyor. Bu öğrettiği ya yazanın ya yazılanın ya da o zamanın bilmediğimiz bir yanı, bir kesiti, bir gerçeği. Daha doğrusu ben öyle görüyorum. Okurun da dünyaya daha farklı bakacağına, Oktay Akbal gibi bir usta ve onun dostlarıyla aynı çağda yaşamış, yapıtlarını okumuş olmaktan, onur ve mutluluk duyacağına inanıyorum.
n gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Oktay Akbal’a Mektuplar:
“Şiir Yazar Gibi Yapayalnızım...”/ Yayına Hazırlayan: Hikmet Altınkaynak/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 336 s. 1291 1 3 K A S I M 2 0 1 4 n S A Y F A 2 1

*

Her mektup bir hayattır:

Değerli Oktay Akbal

Gazeteci, araştırmacı, yazar, öğretim üyesi Hikmet Altınkaynak, bir edebiyat ve gazetecilik devi olan Oktay Akbal’ın mektup arşivini didik didik ettikten sonra yakın tarihimiz açısından son derece önemli bir kitap hazırladı:

“Oktay Akbal’a Mektuplar.”

1943 ile 2014 yılları arasında Oktay Akbal’a dostları, arkadaşları, devlet adamları, uluslararası şahsiyetlerin yazdıkları mektupları Altınkaynak dikkatlice okuduktan sonra, bir araya getirip, İş Bankası Kültür Yayınları arasından okurların ilgisine sundu.

Şimdilerde böyle şeyler var mıdır? Bilemiyoruz. Her şey elektronik posta, adına sosyal medya denilen hız rekorları kıran iletişim alanları üzerinden yürütülüyor.

İnsanlar artık oturduğu bir lokantada sipariş ettiği yemek pişmeden “yedim çok lezzetliydi” gibi mesajlarla hayatlarını paylaşıyorlar.

Çok hızlı yani hayatlar… Milan Kundera “Yavaşlık” adlı eserinde bu hızlanmadan duyduğu kaygıyı yıllar önce sezmişti:

Her şey çok hızlı geliştiğinde kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile…

Kundera bu tespiti yaptığında elbette Facebook, Twitter falan ortalarda yoktu. Ama söyledikleri yaşandı, yaşanıyor. Birisi böylesi ortamlara bir haber salıyor, biraz sonra yüz binlerce kişi bu bilgiyi paylaşıyor. Az sonra ilk yazandan özür geliyor:

-Biraz önce verdiğim bilgi sahte bir hesaptan gelmiş!

Oysa kağıt mektuplar öyle mi?

Ne yazıldıysa okunan da odur!

Oktay Akbal’a yazılan mektuplar bu saflık ve temizlikte metinlerden oluşuyor. Hepsi içten, sahici satırlardan ibaret…
Mesela Hilmi Yavuz’un 6 Mart 1965 tarihli Londra’dan yazdığı mektup gibi…

“Sevgili Oktay Ağabey,

Londra’ya korkunç güzel bir ilkyaz geldi birdenbire… Hiç beklemiyordum.


Bugünlerde İngiltere’de ‘Ulusal Ucuz Kitap Satma Haftası’ başladı. İnanılmaz gibi geliyor insana. Bütün yayınevleri yepyeni kitapları yarı fiyatına hatta daha da ucuza satıyorlar.”

Mektup uzun… Tarihi zeminde felsefi tartışma üzerinden kendi düşüncelerini yazıyor Hilmi Yavuz… Mektup edebi olduğu kadar tarihi değere de sahip.

Kitapta kimlerin mektupları yok ki? Talip Apaydın’dan Adnan Binyazar’a, Cahit Külebi’den Fikret Otyam’a kadar gazeteciler, yazarlar, şairler, edebiyatçılar, siyasetçiler…

Benim en özel bulduğum ise Salâh Birsel ustamızın 29 Şubat 1952 günü yazdığı mektup oldu.

Salâh Bey’in İstanbul’dan yazdığı mektup şöyle başlıyor:

“Oktay,

Geçen gün sana mektup yazıp postaya atmıştım ki, akşam eve gelince o, her zaman beni düşündüğünü anlatan mektubunu aldım. Senin tercüme bürosundaki iş olur inşallah. Ben de bankadan gayri bir işe aktarılmak için elimden geldiği kadar uğraşıyorum.

Balzac ve Moliere biyografilerinden bahsediyorsun. Bunlar her halde G. Sand’ın kitabı kadar elverişlidir. Sen artık icabına bak ve tercüme bürosunun bu eserlerden birinin tercümesinin bana verildiğini bildiren yazısının tarafıma yollanmasını sağla. Cümle uzun oldu ama sen gene sağlamaya bak. Şimdiden teşekkürlerimi sunarım.”

Yazarların pek çoğunun talepleri bu doğrultuda… Çeviri işi sağlayalım, derginin yazısını yollayalım, yeni dergi çıkartalım, kağıt parasını aramızda toplayalım, arkadaşımın kitabı çıkıyor onu tanıtalım…

Kocaman yürekli insanlar, minicik talepler ile geleceğin mutlu dünyasını kurma hayalleri…

Gelelim mektubun “özel” yanına… Salâh Birsel yukarıdaki satırları yazdığı 29 Şubat 1952 Cuma günü Beykozlu İrfan Alpman ile Seher Alpman’ın (ilerde gazeteci olup bu mektubun da içinde olduğu kitabı tanıtan bir yazı kaleme alacak olan) ilk çocukları dünyaya gözlerini açıyordu!

Nazım Alpman, 28. 02. 2015


*



Satırlardaki kalp çarpıntıları…
Akbal’a arkadaşı, dostu, tanıdığı 40 yazarın gönderdiği ve 70 yıllık bir dönemi yansıtan 138 mektup yer alıyor Oktay Akbal’a Mektuplar’da.
12.12.2014 

ELİF TANRIYAR 
Orhon M. Arıburnu’nun İstanbul’da 1947 yılında açmış olduğu sergiye gelen arkadaşları: Salâh Birsel, Orhan Veli, Orhon M. Arıburnu, Fethi Naci, İlhan Arakon, Sabih Şendil, Oktay Akbal, Naim Tirali (soldan sağa).

Başkalarının mektuplarını okumakta, buna iznimiz olduğu zamanlarda dahi hafif suçlulukla karışmış tuhaf bir zevk vardır. Mahreme adım atmaktır çünkü bu. İki kişinin arasındaki en dolaysız en samimi paylaşıma dahil olmak… Üstelik mektupların sözgelimi telefonla ya da yüz yüze konuşmaya kıyasla çok daha açık ve bir anlamda sansürsüz bir yanı da vardır. Mektup yazan kişi karşısındaki kişiye anlatırken asıl olarak kendisiyle yüzleşmekte ve bir anlamda dertleşmektedir çünkü. Tabii ki karşıdakinin samimiyet derecesi de göz önünde bulundurularak mektubun yazarı çok daha serbest bir şekilde içindekileri döker, yazma eyleminin duruma kattığı o hafif terapisel etkiyle de. İşte tam da bu nedenle mektuplar, topluma mal olmuş önemli şahsiyetlere ait olduğu durumlarda benzersiz değerde bir bilgi ve başvuru kaynağı niteliği taşır.
Cumhuriyet’le eşit yaştaki Oktay Akbal, yalnızca Türk edebiyatının değil, gazetecilik ve dergiciliğinin de, yani tüm bir yazın tarihinin en önemli isimlerinden biri. Kendi usta yazarlığının taşıdığı değer bir yana, bütün bir tarihe tanıklık etmiş, kendisinin de önemli kilometre taşlarında katkısı olan bir duayen isim… Akbal’ın en önemli özelliklerinden biri de aynı, öykü kitaplarından biri olan Yalnızlık Bana Yasak’ın adı gibi bir yaşam sürmüş ve yaşamı boyunca Türk kültür ve siyaset tarihinden önemli dostluklar biriktirmiş bir kişi olması. Bir diğer büyük usta Tahsin Yücel, özellikle öykülerinden yola çıkarak Akbal için, “Çağımızın en içten, en güvenilir, en soylu tanıklarından biri” diyor. Hikmet Altınkaynak tarafından titiz bir çalışmayla hazırlanan Oktay Akbal’a Mektuplar (1943-2014) ise kuşkusuz bu sözün yaşam tarafındaki bir nevi kanıtı gibi…
Kitapta Oktay Akbal’a arkadaşı, dostu, tanıdığı 40 yazarın gönderdiği ve 70 yıllık bir dönemi edebiyatıyla, siyasetiyle, toplumsal ve kültürel yapısıyla yansıtan seçme 138 mektup yer alıyor. Kimler yok ki bu isimler arasında; Behçet Necatigil, Necati Cumalı, Salâh Birsel, Cahit Külebi, Fikret Otyam, Lütfi Özkök, Yaşar Nabi Nayır, Hilmi Yavuz’un yanı sıra adlarını burada sayamadığımız kültür ve sanat hayatımızın pek çok önemli şahsiyeti... İsimler bir yana asıl olarak mektuplarda neler var peki?
40’lı yıllardan bugüne
Bireysel mevzulara geçmeden önce bu mektupların kültür ve toplum tarihimize yönelik tanıklık ve tarihi başvuru kaynağı niteliği taşıyan özelliklerine değinelim öncelikle. Bu mektuplar aracılığıyla 40’lı yıllardan bugüne dek kültür sanat ortamımızın öne çıkan meselelerini, ses duyuran önemli yapıtlarını ve çeviri çalışmalarını, gazetecilik ve dergicilik tarihimize dair bilinmeyen pek çok ayrıntıyı ilk elden öğrenmiş oluyorsunuz. Hiç tükenmeyen bir hevesle girişilen edebiyat dergiciliği maceralarının çoğu zaman daha ilk sayı çıkmadan nasıl hüsranla sonuçlandığına tanık olsanız da artık efsaneleşmiş Varlık dergisi gibi köklü yayınlar veya örneğin Cumhuriyet gazetesinin tarihine dair heyecan verici bilgiler de ediniyorsunuz. Bu durumun okura kattığı en önemli duygu ise kuşkusuz bir tür zamansızlık hissi oluyor. Bir dönem yaşanan tüm o tutkulu çalışmalar, her seferinde karşılaşılan büyük maddi sıkıntılar, tam işler yoluna girmiş diye düşünülürken kişisel meseleler ya da ödenek sıkıntısı nedeniyle yollarını ayıranlar… Ama yine de her seferinde aynı hevesle yeniden ayağa kalkıp bir kez daha yeni bir dergi ya da kitap için eksilmeyen bir heyecan ve ümit duygusuyla işe girişmek…
Sait Faik misali “yazmasam ölecektim” diyenlerin ve sürekli bir şeyler üretmek heyecanıyla yaşayanların yakından bildiği bu durumların tarihimiz boyunca bitmeyen bir devinimle tekrarlandığına bir kez daha ilk elden tanık oluyorsunuz bu mektuplar aracılığıyla. Yaşanan o kalp çarpıntılarının her daim benzer olduğunu anlıyorsunuz bu satırlar aracılığıyla.
Bu ortak meseleler bir yana, mektupların asıl ilgi çekici yanı kuşkusuz bireysel meselelerin, gönül kırıklıkları, aşk öyküleri, heyecanlar ya da öfke patlamalarının dışa vurulduğu satırlar oluyor. Bütün mektupları okuyup bitirdiğinizde asıl olarak çok farklı çevrelerden ve samimiyet düzeylerinden kimselerden oluşsalar da Türkiye’nin kültür sanat hayatının irili ufaklı pek çok şahsiyetini birleştiren unsurun Oktay Akbal’ın şahsiyeti olduğunu anlıyorsunuz. Bu tür mektup seçkilerinde okuru merakla kıvrandıran durumlardan biri de yazılan mektuplara verilen cevapları okuyamamak olur. Bu durumu fazlasıyla kitapta da yaşıyor, okuduğunuz mektubun sonrasında nasıl bir cevap verildiğini, neler yaşandığını merak ediyor olsanız cevabı öğrenemiyor yalnızca tahminlerle yetinmek zorunda kalıyorsunuz. Yine de devam eden mektuplardan ve üsluplarından çıkardığınız sonuç, Akbal’ın çoğu mektup sahibine samimiyetle yardımcı olmaya, en azından onları dinleyip dertleriyle ilgilenmeye çalıştığı oluyor. Ki aslında bu hiç de kolay bir iş değil. Çünkü aşk maceralarına değin iç dökmelerden iş arayışlarına; taşradaki mecburi kalışlar nedeniyle özellikle İstanbul hasreti çekenlerin sıla özleminden yalnızlık duygusuyla tek umudu Akbal’dan gelecek bir mektup veya postadan çıkacak dergi, kitap yolu gözleyenlerin heyecanlı bekleyişlerine; mesleki çekememezlikler ve kıskançlıklardan kaynaklanan laf göndermelerden irili ufaklı dedikodulara dek pek çok mevzuyla uğraşmak zorunda kalıyor bu mektupların muhatabı.
Yine de çoğunu yapıtlarından tanıdığımız bu çok sayıdaki büyük ismin kalplerinin en derinlerinde saklı duran duyguları, irili ufaklı hırslarını, rakipleri olarak gördükleri kişilere yönelik düşüncelerini ve en önemlisi de konu yapıtları ve yazarlık yetenekleri olduğunda kapıldıkları çocuksu kırılganlıklarını ve hassasiyetlerini ilk elden görmek, bütün bunlara tanık olmak bu mektupların en ilginç yönü oluyor. Âdeta kalplerinin arka bahçelerini geziyorsunuz. Özellikle edebiyat tarihine meraklı okurlar için böyle birbirinden farklı, mücevher değerinde pek çok saklı hazine içeren kitap; mektupların orijinallerinin görsellerinin yanı sıra Oktay Akbal’ın albümünden ve Cumhuriyet gazetesinin arşivinden de fotoğraflar içeriyor.

OKTAY AKBAL’A MEKTUPLAR
(1943-2014)
Hazırlayan: Hikmet Altınkaynak
İş Bankası Kültür Yayınları
2014, 324 sayfa, 16 TL.

“Oktay Akbal aydın cesaretinin örneğidir”
TGC Meslekte İz Bırakanlar Toplantısı'nda Oktay Akbal'a mektuplar ele alındı.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Meslekte İz Bırakanlar” toplantıları kapsamında düzenlenen “Oktay Akbal’a Mektuplar” başlıklı toplantı, Çemberlitaş’ta bulunan TGC Basın Müzesi’nde yapıldı. Konuşmacılar Oktay Akbal’ın yıllardır inatla gerçekleri dile getiren bir aydın gazeteci yazar olduğuna dikkat çektiler. 91 yaşında olan ve Muğla Akyaka’da yaşayan Oktay Akbal toplantıya gönderdiği mesajla katıldı.

İSTANBUL -  Türkiye Gazeteciler Cemiyeti,  "Meslekte İz Bırakanlar Toplantıları’nın 12.sini  “Oktay Akbal’a Mektuplar” başlığıyla  Basın Müzesi'nde düzenledi. Öykücü, romancı, gazeteci ve yazar Oktay Akbal, İstanbul'da 20 Nisan 1923 yılında doğdu. Sait Faik ve Sabahattin Ali'den sonra Türk öykücülüğünde yeni bir kilometre taşı olarak kabul edilen Oktay Akbal, çağdaşı yazarları da etkileyen bir isim.

Önce Ekmekler Bozuldu, Aşksız İnsanlar, Önce Şiir Vardı, Bir Simit Ağacı Olaydı, Hiroşimalar Olmasın, Atatürkçülük Savaşı'nın da içinde olduğu birçok kitap yazan Oktay Akbal, son yıllarda yaşlılığa bağlı hastalıklarla yaşamını sürdürüyor.

91 yaşındaki Oktay Akbal'ın Cumhuriyet'te yayınlanan son yazısı 23 Mart 2014 tarihini taşıyor. Her gün yazı yazamadığı için çok üzülen "yazmak, yaşamaktır" diyen Oktay Akbal'a en büyük desteği ise eşi Ayla Akbal veriyor. Eşiyle birlikte Muğla Akyaka'da yaşayan Oktay Akbal Basın Müzesi'nde düzenlenen toplantıya gönderdiği bir mesajla duygularını dinleyicilerle paylaştı. Oktay Akbal’a Mektuplar kitabının ele alındığı toplantıya TGC Başkanı Turgay Olcayto, Önceki Başkan Orhan Erinç,  Genel Sekreter Sibel Güneş, Balotaj Kurulu Başkanı Muammer Tuncer ve Sekreteri Haşmet Yavuz’un da aralarında bulunduğu çok sayıda gazeteci ve yazar katıldı.

BAŞKAN OLCAYTO: DEMOKRATİK REJİMLERDE BASIN HÜRDÜR SANSÜR EDİLEMEZ

Toplantının açılış konuşmasını Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Turgay Olcayto yaptı. Olcayto, Oktay Akbal’ın inatla korkmadan gerçekleri dile getiren en önemli aydınlardan biri olduğuna dikkat çekerek günümüzde basına uygulanan baskıların her geçen gün arttığını ifade etti.

Başkan Turgay Olcayto, konuşmasında şunları dile getirdi:

“17 Aralık operasyonunun ardından görevden alınan eski Bakanlar hakkında kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu’yla ilgili haberlere yayın yasağı getirildi. Ankara 7. Sulh Ceza Mahkemesi’nin kararıyla yasaklama çıktı. Başta Cumhuriyet olmak üzere Evrensel, Birgün, Yurt, Zaman ve Taraf gazeteleri yasağa tepki gösterdiler. Yasağa uymayacaklarını söylediler. Basının görevi kamu yararını ilgilendiren bütün konularda bilgi ve fikirleri topluma aktarmaktır. Demokratik rejimlerde basın hürdür ve sansür edilemez. Yayın yasakları ile olayların kamuoyuna aktarılmasının engellenmesi Anayasa’ya da aykırıdır. Bilgi edinme yurttaşlara tanınmış bir haktır. Habere ulaşmak, haberi yorumlamak ve haberi serbestçe yayınlamak da basın özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilir. Yayın yasakları bu hakkı zedelemektedir. Halktan haber gizlemenin sakıncalarını da sıkça yineledik. Son 4 yılda alınmış 149 yayın yasağı kararı var. Bingöl’de polis öldürülüyor. Yasaklama geliyor. Uludere’den başlayıp Reyhanlı’ya kadar pek çok olayda gerçekler halktan gizlendi. Türk halkının öğrenemediği ne kadar çok haber var. Biz gazeteci olarak bile orada yaşananları bilmiyorsak kamuoyu nasıl aydınlanacak?”

OKTAY AKBAL’IN MESAJI: MEKTUPLARIN ÖZGÜN BİÇİMLERİ BASIN MÜZESİ'NDE KORUNMASI DİLEĞİM

Moderatörlüğünü Cumhuriyet Gazetesi Vakfı Başkanı Orhan Erinç’in yaptığı toplantıda gazeteci-yazar Ali Sirmen, eleştirmen Hikmet Altınkaynak ve İş Bankası Kültür Yayınları Editörü Ruken Kızıler konuştu.

Cumhuriyet Gazetesi Vakfı Başkanı Orhan Erinç,  konuşmasına Oktay Akbal’ın  gönderdiği mesajı katılımcılarla paylaşarak başladı. Akbal, mesajında şunları dile getirdi:

“Değerli Dostlar; edebiyat, anı ve belge değeri olan bu dost mektuplarının özgün biçimlerinin Cemiyetimizin Basın Müzesi’nde korunması ve gerektiğinde araştırmacıların bilgilerine sunulması, dileğimdir. Zamanlar geçer, değerli anılar varsa, onlar hep kalır. Bu mektupların kitaplaşmasında katkı ve emeği büyük olan edebiyatçı yazar, dostum Hikmet Altınkaynak’a, kitabı yayımlayan İş Bankası Kültür Yayınları yönetimine, editör Rûken Kızıler’e çok teşekkür ederim. Ayrıca bu toplantıyı gerçekleştiren Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Basın Müzesi’ne, toplantıya katılan değerli konuşmacılara ve konuklara da sevgilerimi, teşekkürlerimi sunarım.”

ORHAN ERİNÇ: OKTAY AKBAL’IN YAZISINI İLK OKUYAN GAZETECİLERDEN BİRİYİM

Cumhuriyet Vakfı Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Erinç,“Ben yıllarca yazı işlerinde Oktay Akbal’ın yazısını ilk okuyan gazetecilerden biri oldum. Oktay Akbal’a Mektuplar kitabının çıkması çok değerli" diyerek başladığı konuşmasına yayın yasaklarıyla ilgili görüşlerini dile getirerek devam etti:

“Son yayın yasağı ile halkın bilgi edinme hakkı elinden alındığı gibi gazetecinin de adli haber yazma olanağını da elinden alınıyor. Polis, adliye muhabiri dediğimiz çok önemli alanın çalışanlarının da haber yapmasını engelleyen bir uygulama. Basın Yasası’na dayanarak radyoyu, televizyonu, interneti bağlayıcı karar almak olanağı hukuken yok. Ancak  ama yayın yasaklarında her nedense 3. maddeden hareketle basına yasak getirmek gibi hukuki sorunla karşı karşıyayız.  Hukuki dayanağı olmayan bir yayın yasağı var. Son yayın yasağı ‘basılı, görüntülü ve internet gazeteciliği’ dediği için radyoyu kapsamıyor” diye konuştu.

HİKMET ALTINKAYNAK: HAYATTA HİÇBİR ŞEYE BOYUN EĞMEDİ

Oktay Akbal’a Mektuplar kitabının yazarı olan Hikmet Altınkaynak, şunları söyledi:

“Oktay Akbal, bu mektupların yok olmasını istemiyordu. Onları 70 yıl boyunca saklamış, korumuş, gözü gibi bakmış, değer vermişti. Mektuplar, değerli dostlarından gelmişti ve değerli bilgiler içeriyordu. Bu nedenle de mektupları bir an önce okurla buluşturmak istedi. Haklıydı, dün yazılmış gibi mürekkep kokuyordu. Doğaldır ki uçup gitmeyen yalnızca mürekkep değildi. O yoğun duygulardı. Bu mektupları yayımlama kararı, sanırım biraz da bu yoğun duyguları paylaşmak içindi.  Ama bir yandan da Oktay Bey, zaman zaman karamsarlığa kapılıyor, yaşlılıkla, hastalıkla savaşıyor. Hayatta hiçbir şeye boyun eğmediği gibi, onlara da boyun eğmiyordu. Geleceğe kalacak mektupların; belgesel, yazınsal değeri olsun istedim. Seçmeyi tıpkı bir şiir antolojisi hazırlar gibi yapmaya çalıştım. Mektuplar, yazıldığı gibi aynen kitaba aktarıldı. Buna hem ben hem de yayınevi editörü Sayın Rûken Kızıler, büyük bir dikkat ve özen gösterdik. Okunamayan sözcükleri olası sözcüklerle tamamlama yoluna gitmedik, yerini boş bırakıp (…) olarak belirttik. Bilinmeyen kişi, yer, yapıt, sözcük adlarını çok büyük oranda dipnotlarla açıklamaya çalıştık. Yazar sıralamasını, yazanların soyadına göre yaptım. Her yazarın mektuplarını da ilk mektubundan son mektubuna doğru kendi içinde yazılış tarihine göre dizinsel olarak sıraladım.”

CEPLERİ MEKTUPLA DOLU KUŞAĞI SAYGIYLA ANIYORUZ

İş Bankası Kültür Yayınları Editörü Ruken Kızıler ise toplantıda yaptığı konuşmada kitabın oluşma süreciyle ilgili duygularını paylaştı:

“Oktay Akbal, tüm yaşamı içinde kendisine gelen mektuplara o kadar zaman ayırmış ki, taşradan gelen mektuplarda hep bir istek var. Oradan ulaşamadıkları gazeteleri, dergileri talep ediyorlar. Para birleştirip ona gönderiyorlar, Sadece öykücü, gazeteci, romancı değil aynı zamanda bir mektup üstadı olduğunu mektuplardan görüyoruz. Oktay Akbal’a mektupları saklayıp, arşivini açtığı için de kendisine müteşekkirim. Cepleri mektupla dolu kuşağı saygıyla anıyoruz.”

ALİ SİRMEN: OKTAY AKBAL İÇİNDEKİ ÇOCUĞUNU ÖLDÜRMEMİŞ BİR ADAMDIR

Oktay Akbal ile uzun yıllar birlikte çalışan gazeteci-yazar Ali Sirmen ise “aydın cesaretini  ondan öğrendim” diyerek konuşmasına başladı.

“Doğrusu söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Bugün Oktay Akbal ile telefonda konuştum. Buraya gelen herkese selamlarını, sevgilerini gönderdi. Oktay Akbal hasta. Onun hasta olduğunu duymak insana üzüntü veriyor. Fakat ne tuhaftır ki bütün bu elverişsiz koşullara rağmen Oktay Akbal ile konuşunca insanın içi açılıyor. Benim de içim açıldı. Onu teselli edeceğime ben teselli buldum. Oktay Akbal, bir güzel insandır. İçindeki çocuğu hiç öldürmemiş bir adam. Her zaman insana yaşama sevinci verir. Ondan unutulmaz bir şey öğrendim. Aydın cesaretinin ne olduğunu Oktay Akbal’dan öğrendim. Askeri darbeleri beraber yaşadık. Fakat Oktay Akbal yazı yazarken hiç kendini tutmaz, frene basmaz, düşüncelerini gözünü kırpmadan söylerdi. Aydın cesaretinin aynı zamanda insanın korkarak da olsa düşüncesini açıklama inadı olduğunu Oktay Akbal’dan öğrendim.”

KİTAPTA KİMLERİN MEKTUPLARI VAR?

Nahit Ulvi Akgün, Besim Akımsar, Sabahattin Kudret Aksal, Talip Apaydın, Prof. Dr. Neda Armaner, Mustafa Balbay, Özdemir Balkan, Tahsin Banguoğlu, Faik Baysal, Vehbi Belgil, Egemen Berköz, Adnan Binyazar, Salah Birsel, Dr. H. Wilfrid Brands, Alev Çoşkun, Necati Cumalı, Bülent Ecevit, İlhami Emin, Ali Gevgilili, Kasım Gülek, Ruşen Hakkı, Kenan Harun, Georg Hazai, Ayhan Hünalp, Ahmet Köksal, Cahit Külebi, Nezihe Meriç, Yaşar Nabi Nayır, Behçet Necatigil, Fahir Onger, Fikret Otyam, Lütfi Özkök, Ziya Osman Saba, Mehmet Salihoğlu, Mehmet Seyda, Salim Şengil, Ahmet Telli, Naim Tirali, Prof. Dr. Fehmi Yavuz, Hilmi Yavuz.

MESLEKTE İZ BIRAKANLAR TOPLANTILARI

TGC Meslekte iz bırakanlar toplantılarıyla yaşayan ve kaybettiğimiz gazeteci ve yazarların dünya görüşlerini, eserlerini üyeleriyle paylaşmayı sürdürüyor: Bugüne kadar toplantılara konu olan gazeteci ve yazarların isimleri ise şöyle:

1.     Burhan Arpad/ çevirmen-yazar

2.     Cevat Fehmi Başkut /gazeteci

3.     Doğan Nadi/ Gazeteci-yazar

4.     Faruk Nafiz Çamlıbel/ şair-yazar

5.     Hrant Dink/ gazeteci

6.     İlhan Selçuk ve karikatürist Turhan Selçuk

7.     Niyazi Ahmet Banoğlu/ gazeteci, tarihçi, yazar

8.     Semih Balcıoğlu/ karikatürist

9.     Şakir Süter/ Gazeteci

10.  Uğur Mumcu/ gazeteci- yazar

11.   Vasfiye Özkoçak/ gazeteci
http://guneydogugazetecilercemiyeti.com/ sitesinden 08.09.2015 tarihinde yazdırılmıştır.
Şiir yazar gibi yapayalnızım
10.07.2015 Cuma
Yazanın samimiyetini onlardan daha iyi gösteren başka belgeler var mıdır şu dünyada? Samimiyetsiz mektup yazılabilir mi meselâ? Hissiz ve rastgele… Bu pek mümkün değildir bana göre…
Sadece hislerin aktarıldığı kâğıtlar değillerdir mektuplar… Tarihi birer belgedir aynı zamanda!


Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, efsane gazeteci Oktay Akbal’a gönderilen mektupları içeren bir kitap hazırladı: 1943-2014 yılları arasında yazılan bu mektuplarda kimler yok ki? Bülent Ecevit’ten Talip Apaydın’a, Necati Cumalı’danBehçet Necatigil’e kadar herkes mektup yazmış Oktay Akbal’a… Bu mektuplar öyle alelâde mektuplar da değil üstelik. Hal hatır sormaktan öte mektuplar. Mektupları okudukça “Eski insanlar birbirlerinin değerlerine ne kadar saygılıymış, fikir paylaşmak ne kadar da önemliymiş” diyor insan. İçinde öyle mektuplar var ki, insanı çok derin düşüncelere sevk ediyor. İşte o mektuplardan biri… Köy Enstitüleri’nden yetişmiş, tarihimizin en değerli yazarlarından biri olan Talip Apaydın’a ait. Ne zorluklarla, ne çilelerle, yılmadan, bıkmadan, usanmadan bu ülkeye katkı sağlamak için çalıştıklarının belgesi bu.


“Sayın Oktay Akbal Ağabi,
Sizi tekrar rahatsız ediyorum, bağışlayın. Bu hususta Naim Tirali ile sizden başka kime yazabilirim? Vatan’daki romanıma, Emmioğlu’na bir türlü sıra gelmiyor. Oysa çok güveniyordum o romana. Siz bir romanın ne emeklerle yazıldığını iyi bilirsiniz. Gazeteye verildikten ve yayını için söz de alındıktan sonra bir buçuk yıl geçerse yazarın nasıl üzüleceğini de tahmin edersiniz. Ağabi çok içten rica ediyorum. Bir rica edin de sıraya alınsın artık. Çünkü ilginç bir roman olduğuna inanıyorum. Üstelik bir buçuk yıldır bekliyorum.

Fakir’le (Baykurt) beraberdik, ‘orada bir yakının öz olmazsa yayınlanmaz,’ dedi. Bu ön olma işini sizden ve Tirali Bey’den bekliyorum. Sizi son rahatsız etmiş olayım lütfen ağabi…

En derin selam, saygı ve yakınlıklarımı sunarım.” Talip Apaydın


Sadece bu mektup değil… Birbirinden özel, birbirinden içli daha niceleri… Bu kitabı okuyun. Yakın tarihimize mektuplar ışığında bakacaksınız.
Ahmet Hakan



*
Mektup Yazmak Tarih mi Oldu? - Oktay Akbal

Sözcükler birer insan gibi karşımda durmuş bekleşiyor. “Seç beni” diyen var, “bensiz yazamazsın” diye seslenen var, “ben hepsinden daha önemliyim” diye bağıran var!.. Seçmek zor! Oysa ben bugün havadan sudan söz etmek istiyordum. Hava sıcak mı sıcak! Ağustosun son günleri. Bir çölde gibiyim. Hepsini itiyorum o sözcüklerin! Dursunlar oldukları yerde! Yatsam mı? Bir iki saat kestirsem! Bir düş dünyasında yaşasam. Ama ya tersi olursa... Karabasanlar iniverirse tepelerden!..
Daktilomu bir yana itiyorum. Onun, her biri kendini beğenmiş harflerini istemiyorum. Yazacaksam, onlarla değil, kendi elimle yazmalıyım. Yazmak diyoruz, ama makine yazıyor! Hem kendimizi hem de okurları aldatıyoruz. O satırları parmak uçlarımızın bazı harflere basmamızdan çıkmış.
Yapay mı yapay!.. Düşünceler, duygular kimi zaman elle tutulacak kadar bizdendir. Bir parçamız gibidir. Ne güzeldi eskiden! Oturursun masanın önüne, kâğıtları çekersin, kalemi mürekkebe batırırsın, başlarsın çiziktirmeye... Benim el yazım okunmaz. Ben bile zorluk çekerim. Her harfe itina göstererek yazmak gerekir. Okulda dersler de vardı. El yazısıyla yazmak bir ustalık sayılırdı. İçtenlik denen şey ancak parmak uçlarındaymış gibi...
Yaşlı yazarlar, Arap harflerini kullanırlardı. O günlerde o harfleri okuyarak dizen mürettipler vardı. Yaşlandılar, gittiler. El ile yazı yazanlar da azaldıkça azaldı, varsa yoksa daktilo, derken daha ustalıklısı...
El yazısı mektuplar bir define gibi saklanırdı! Yıllar geçmiş, aşklar iyi kötü sonuçlanmış, çoluk çocuk derken duygulanmaların yerini yaşamın katı gerçekleri almış. Mektup yazmak mı, kime, arkadaşına, sevgiline mi, onun da kolayı var çekersin mailleri, telefonu, birkaç sözcük yeter derdini anlatmaya!..
Oysa mektuplar vardı. Tarihe karıştılar. Kimse el yazısıyla hatta daktilo ile mektup yazmıyor. Edebiyatta bir bölümdü mektup... “Tehlikeli Alakalar”ı düşünün, karşılıklı mektuplaşmalarla koskoca bir roman... Her mektup apayrı bir öykü. Birbirini tamamlayan bir yaşamın ya da birçok yaşamın...
Nerden nereye, sözcükler bekleyedursun! Onların istediklerini değil, günün, anın bende yaşattıklarını el yazısıyla deftere dökmek!.. Nice defterleri ta çocuk yaşımdan bu yana doldurduğum gibi...
Ne gereği var! Zaman değişmiş, her şey değişmiş, insan mı yerinde kalacak? O da uymuş, kendini akıp giden zamana bırakmış. Melih Cevdet’in dediği gibi, bir akan zaman var bizleri alıp sürükleyen, bir de duran zaman var. Her şeyin bitip tükenmesi...

Cumhuriyet yazarları , Köşe Yazıları , Oktay Akbal Pazar, Eylül 02, 2012

*
Oktay Akbal - Suçumuz İnsan Olmak | Sözcü Kitabevi
Bunlar da ilginizi çekebilir:


Oktay Akbal'ın Sözlerinden...

Oktay Akbal



Yine de çabalayacaksın, yine de dayanacaksın...
Ülkeni dört yandan sarıp sarmalayan bir düşmanlığı yok etmek savaşına, bu yaşta da olsan katılacaksın.( 2010)

*
Kişi kendini yazma coşkusuna kaptırırsa her şey geride kalıyor. Hastalıklar bile...
Ama gözün kararmış, sesin kısılmış, ateşin yükselmiş, ayakta duracak halin kalmamış, üstelik daha yeni bir ameliyattan çıkmışsın...
Masanın başına geçip daktiloya parmak basınca değişiveriyorsun!..

http://www.kongar.org/aydinlanma/2010/994_Oktay_Akbal.php

*

Hayatın daha güzel olabileceğine inandır kendini; hayatın, hem senin, hem başkalarının hayatının daha güzel olabileceğine inanmadığın an olmasın…. Kabul etme. Hayatın hemen hemen bütün acılarından Tanrı’nın değil de insanların sorumlu olduklarını anladığın günden sonra bu acılara bir daha razı olmayacaksın. Hiçbir şeyi putlara feda etme. 

(Akbal, Türk Dili Dergisi,1960: s. 511)

*
...Yaşanan, biter gider. Anlatırken değişir. Hatırlanırken değişir. Yaşayan ben'le, anlatan, hatırlayan ben'ler farklıdır birbirinden... 


Oktay Akbal , (İnsan Bir Ormandır)
*
Kişi değişmese, yücelmese, kendini anlatmakta, kendini öğrenmekte yeni yeni sınırlara ulaşmasa, kendini çözmek yoluyla yeni sorunlara el atmasa çağ değişmeleri de olmazdı tabiî.

(Türk Dili Dergisi, Akbal, 1958: s. 244) 
*
Öykücüyü, ozanı ilgilendiren yaşanılan çağın olayları değil, o olaylar içindeki kişinin kendisidir. Kişiyi çözümlemekle çağı da çözümleriz. Kişisiz bir çağı düşünmek mümkün değildir. Demek yaratıcı çağının bir tanığı olmaktan çok, geçmiş çağlardan günümüze, günümüzden gelecek çağlara doğru akıp giden insan seli üzerinde eğilip yeni sorunlar, yeni çözümlemeler yapmakla görevlidir. Varlığının niteliği budur…

(Türk Dili Dergisi, Akbal, 1958: s. 244)
*

Ben sevdiğim, hoşlandığım, acısını duyduğum, sevincini tattığım şeylerden bahsediyorum. Bütün ufak tefek ayrıntılar kişoğlunun ölmez görüşünü çiziyor.

İlk hikâyelerimden beri beni kişinin iç dünyası ilgilendirdi. Bu iç dünya ile dış dünya arasındaki çelişmezliği vardır.

Ben büyük şehirde yaşayan bireyin serüvenini anlatıyorum. Kendime göre, kendi yönlerimden. Her yazar kendine göre bir dünya kurar. Benimki bu.

Gerçekten sanat değeri taşıyan bir eserin sosyal ve beşeri ölçüler bakımından da değerli olacağına inanırım ben.

http://www.evrensel.net/haber/259296/sairlere-olum-yokun-yazari-oktay-akbali-kaybettik

*

Ben masalları sevmem. 

Hep iyiye güzele doğru yazılar yazıp içimi dökerim. Olanca içtenlikli aydınlığımla.


Bir an ölüm gelmeli dersin. ama gelmez. onun da bir sırası mı vardır insana sunduğu... 
http://www.mynet.com/haber/guncel/edebiyatimizin-usta-isimlerinden-oktay-akbal-vefat-etti-2004406-1

*


Her kitap kendi başına buyruktur. Bir kez yazdın, unut onu, kendi başının çaresine baksın. 
Yapıt tek başınadır. Sen istersin ki okurlar senin gibi düşünsün, sevsin, okusun yazdıklarını. Ama her yapıt bağımsızdır. Kendi başına doğar, kendi yalnızlığında yok olur. Varsa bir değişik gücü, o zaman yılların ötesinde görürüz, yeni kuşakların elinde..
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/338550/Bir_Omur_Nedir_ki___.html

*

Öykülerimi, romanlarımı otobiyografik bulanlar var. ‘Ben’ diye yazınca ‘ben’i Oktay Akbal’ın ta kendisi sayıyor kimi okurlar, eleştirmenler, ya da eleştirmen heveslileri. Kolaya kaçmaktır bu, hem de en kolaya… 
Benim öykülerim okurlarda bir gerçeklik, bir yaşanmışlık duygusu uyandırır. Bu yüzden yaşanmış öykülerdir onlar diyorum, ‘ben yaşadım’ demiyorum.

http://www.onkagency.com/vestige/view/literary/yesil-ev-oktay-akbal/3451

*

Ben kırk yıla yaklaşan köşe yazarlığımda söyleşir gibi, bir günce tutar gibi okurlarıma seslendim. Tam bir açık yüreklilikle, içtenlikle bölüşmek istedim yaşadıklarımı, düşündüklerimi, gördüklerimi... 

Yazınsal ya da siyasal günlüklerin zamanla belgesel bir önem kazanacaklarını, ama şimdiden içinde yaşadığımız yılların gerçekçi bir aynadan yansıtılması olduğunu düşünüyorum.


http://www.idefix.com/kitap/yuzyildir-umutsuzluk-oktay-akbal/tanim.asp?sid=TL45OBEPZY6R762S1P49

*


Sözcüklerle oynamak.. Her yazar, her şair bu oyunu oynar öteden beri. Yalnız bilerek oynamak vardır, bilmeyerek oynamak vardır. Sözcüklerin canlı birer varlık olduklarını kabul ederek ya da onları boş, ölü birer kalıp sayarak...

http://1000kitap.com/kitap/yasam-bir-uzlasmadir

*


Yazın kurtarır çoğunlukla güncelden kaçanları. Oysa yazın hem günceldir, hem siyasaldır; hem bugündür, hem yarındır. Her şeydir yazın... 

(İlkyaz Tutsaklığı", , Bayraklı Kap,ı s. 193) 


*


Zamanlar geçip gider ama dostluklar bir yere gitmez. Ancak yüreğimizin ortasında yaşar, yaşayacaktır.

http://blog.milliyet.com.tr/adasim-oktay--oktay-akbal-yazdi/Blog/?BlogNo=433298

*

Şiir niçin yazılır? Kişi durup dururken şair olmaya niye kalkar? Bir iç itiliş midir, bir duygunun başkaldırışı mıdır? Hep sormuşumdur. “İçimizde hiç şiir yazmayan var mı? diye!…Toplantılarda özel karşılamalarda, utana sıkıla da olsa el kaldırmayanı yoktur. Herkes şiir yazmıştır. Şiir sandığı dizeleri karalamıştır. Şiir bir gerçeklikten doğmaz, ille de bir amacı, bir ereği olsun diyemeyiz. Öylesi de var elbet. Ama çoğu kişi, özellikle gerçek bir şair istediğini yazar. Ne demiş Pasnernak “Bize yol göster…” diyenlere : Ben yol mol göstermem. Şair yağmurda yaprakların sesini duyuran bir rüzgar gibidir.

http://www.leblebitozu.com/turk-edebiyatinin-koca-cinari-oktay-akbaldan-alintilar/

*


Kâğıtla bir bütün olmak için de kalem şarttır. Beyazlık üzerinde gidiş gelişler, ara sıra durmalar, karalamalar, silginin kokusu… Yazı makinesiyle daha kolay yalan yazılıyor, el yazısında içtenlik var.


http://www.arkakapak.com/genel/oktay-akbala-guzelleme/

*

Bir toplumu değerlendiren, ona çağdaş dünyada önemli bir yer, bir anlam kazandıran tek güç, sanattır, edebiyattır. İnsanı gerçek bir insan kılan… Bir eğitim işidir her şeyden önce. Ama ülkemizde sanata, edebiyata önem verilmeyen, günden güne de bu alanda gerilere düşen bir durumdayız. Sorun politikacılarımıza ne zaman gerçek bir sanat yapıtıyla, bir kitapla, bir şiirle dostluk kurabilmişler? Alacağınız yanıt çoğunlukla olumsuzdur


*

Demokrasi, laikliğin baş koşuludur. Laiklik de demokrasinin… Ayrılmaz parçalardır bunlar. Laik olmayan toplumlara bakın, hiç birinde demokratik bir uygulama yok. Dikte rejimleri şeriatçı kafaların yönettiği ülkeler, uygarlık alanında gerilere düşmüşlerdir. Bugün bağnazca din duyguları, koşullarıyla yönetilen hiçbir ülkede demokrasi yoktur. Uygarca bir yaşam da…


*
Ne iyidir yaşantıları günü gününe yazmak, yazabilmek. Yazmak yürekliliğini bulmak kendinde! Hele bir de yayınlamak yürekliliği de olursa, korkunç  şey. Ben gerçek güncemi yayınlamıyorum ki! Kimse, hiç kimse gerçek güncesini yayınlayamaz. Hatta yazamaz. Her duygu, her düşünce elle tututulur biçimler kazanamaz kafamızda. Duyulur duyulmaz bir şeydir o.  Çoğu kez kendi içimizden geçenlerden kendimiz bile ürkeriz. O yıllarda da yaşantılarımın ancak dış kabuğunu belirtmişim defterlerimde. Şimdi de öyle ya!


*

Kendimi çok koyduğum için midir nedir, bir canlı, yaşayan birer varlık gibi gelir bana yazılarım. Romanlar, öyküler yazara çok daha yakındır,  ama denemeler, fıkralar, makaleler öyle olmamalı değil mi?  Ben öykülerimi, denemelerimi hatta romanlarımı hep ‘kendi üzerimde denercesine’ yazdığım için olacak kopmaz ilişkiler, bağlar var onlarla aramda.


*

Düşler ikinci yaşamdır der Nerval. Her gece yazılmamış bir öyküyü yaşıyorum düş biçiminde. Yazayım şunu demeye kalmadan o düş kayıp gidiyor elimden. Ertesi gece bir yenisi. Neden bu yazılmamış öykülerin saldırısı? Bir yazsam kurtulacağım onlardan. Ben kurtulacağım ama başkalarının başına dert olacak o öyküler.


*

“Emperyalizm, yolsuzluk, toprak sorunu, bilmem ne, hepsi, hepsi edebiyatın dışında mı? Edebiyat güz yapraklarına bakıp düşlere dalmak mıdır yalnız? Üstelik güzel bir şiirin, bir öykünün, bir romanın,  kişiyi olumlu düşlere daldırması, yeni olanaklara, taze duygulara, izlenimlere götürmesi de büsbütün yararsız bir şey midir? Sanmam. Sanatta, edebiyatta geri kalmış, edebiyatla ilgilenmenin suç sayıldığı bir ülkede hiç bir sorun hiç bir dert ortadan kalkamaz. (...) Edebiyatsız , sanatsız bir toplumculuk bugüne dek görülmedi. Yalnız gazete yazıları, meydan nutukları yetmez bir ulusun gelecekteki mutluluğunu yaratmaya, bir toplumu bilinçli kılmaya...”
(19 Mart 1968,  “Suçumuz Edebiyatı Sevmek”)


*
Toplumcu görüşü benimsediğim, savunduğum doğru. Ama bir yazar toplumcu oldu diye  birey sorunlarını işlemeyecek mi?Toplumculuk bireyi yok etmek, önemsememek mi ? Toplum bireylerden kurulur. Bireyin bilinmediği, tanınmadığı, incelenmediği bir sanat toplumcu olamaz.  Kimi, toplum sorunlarının en göze çarpanlarını işler öyküsünde, romanında. Kimi de birey sorunlarını ele alır. Anılardan ,sevilerden, çocukluktan, gençlikten, bunalımdan, dünya sıkıntısından , yalnızlıktan söz açtı diye bir yazar toplumculuğun dışına niye düşecekmiş!
Öykücü olarak bireyin sorunları ilgilendirir beni (...) Öykülerim bireyi işler. Ama hangi bireyi? Soyut evrendeki birey değildir o. Bu toplumun, bu yeryüzünün, çevremizin bireyidir. Bir bakıma toplumcu bir bireyciliktir benim yaptığım, yapmak istediğim. Belki biraz garip kaçan bir söz. Ama benim gerçeğim bu.  Bakıyorum da nice toplumcu geçinenlerin  gereğinden çok ‘bireyci’ kesildiklerini, hatta bireycilikten bencilliğe doğru  kaydıklarını görüyorum .Onların bireyci toplumculuğu karşısında benim toplumcu bireyciliğim çok daha tutarlıdır sanırım.


Oktay Akbal'ın yazılarından...


Oktay Akbal'ın son yazısı:
Huzur
23 Mart 2014 Pazar

Ne oluyor bana. Deprem mi, yer sarsıntısı mı, dışardan gelen kamyon sesi mi? Ama bir şey var, içimde bombalar patlatıyor. Kurtuluş artıyor. İstanbul’un Kurtuluş’u değil de bambaşka...

Sonunda çareyi buldum. Yazmak, yine yazmak. Okurlara değil kendime. Hep kendimle konuşmayı, dertleşmeyi istemişimdir. Birkaç uzun süren hastalık geçirdim. Biliyorum bir süredir ayakta da durmak zorluğundan odamdan, daha doğrusu koltuğumdan ayrılamıyorum.

Bu benim bugünkü hikâyemin başlangıcı. Bir başlarsın, tutamazsın sonra. Gider gider, gittikçe ilerler. Hani bir başlasam derler ya. Başla, bitirse o olacak. Kime seslendiğini biliyorsa doğru, ya kimseyi ilgilendirmiyorsa sözcüklerinin yan yana gelmesi. Olsun, öyle de olsa bir anlamı vardır. Bu anlam sözcüğü çok şey ifade ediyor. Bir aramakla geçer yaşam derler. Yaşamın kendisi de bir aldatmaca değil mi?

Ben masalları sevmem. Hep iyiye güzele doğru yazılar yazıp içimi dökerim. Olanca içtenlikli aydınlığımla. Bir an ölüm gelmeli dersin. Ama gelmez. Onun da bir sırası mı vardır insana sunduğu. O kadar işte; otur kitabını oku, dışarısını seyret. Bak bir dost geldi durup dururken beni o eskimiş günlere götürdü. Becerdi ama içimde umut diye bir şey varsa, onu da yıktı, çökertti. Niye hep kendin, hep kendi duyarlılığın mı? Sen de benim gibi düşünmüyor musun; bu şubat, ya da mart sabahında pencereyi aç biraz soluk al. Nefes nefese tıkanmaktan sıyır kendini. Bu bir hasta raporu gibi. Gerçekte hepimiz hastayız, ölçüden ölçüye.

Ah şu daktilo önünde bir daha. Yıllar geçmiş sanki, onunla son buluşmamız gibi. Bitir sen şu karmakarışık duyguları, bir huzur bulabilsem...
Oktay Akbal


*
Edebiyat Üstüne
Oktay Akbal
28 Kasım 2013 Perşembe

Edebiyat üstüne konuşalım biraz da. Yaşadığımız günlere kadar gelen bir kuşağın daha açığı kuşakların serüveninden, genç yazarlardan, şairlerden dizeler okuyalım, romanlar, öyküler anımsayalım. Daha gençken okuduğumuz yazarlar bugünkülerle bir mi, yoksa onlardan daha iyi mi, daha kötü mü?..
Ben eskisi gibi günlük edebiyatı gereği gibi izleyemiyorum. Ancak zaman zaman kitaplarla baş başa eski edebiyatçılık heveslerine dönüyorum. Bizler iyi yazarlarla yetiştik. Şairlerimiz, romancılarımız bugün de etkili. Ama kaçı? Olsa olsa birkaçı...
Burda çağımız yazarlarını övmek ya da yermek için yazmıyorum. Herkes kendi yolunda yürüyor. Bakıyorum koca koca eserler, alıp okumak istiyorum, birkaç kez kendimi zorladım. Yeni yazılmış olanlardan bir ikisidir beğendiğim. Neden? Edebiyatın çizgisi aşağılara mı düştü? Hayır...
Ben yine de günümüz şiir ve öykü yazarlarını beğeniyorum. Benim yaşamımı onlar yazıyorlarmış gibi. Çünkü her roman yaşamdan bir parçadır. Kendi kitaplarıma bakıyorum, ben hep bu çizgide yazmışım. Biraz da kolay, okurlardan uzak şeyler. Biraz duygulandırıcı, biraz kafa yorucu, ama işte hepsi ortada.
Edebiyat, sanat bir ülkenin en önemli değerleridir. Ama hangi politikacıdan duyuyoruz? Sorsam bugün iktidarda yer alan kişilere bir ayda kaç kitap okuduğunu. Bunu bir yıla da çıkarsak sonuç ne olur?
Yaşamıştır, gezmiştir, her şeyi gördüğünü sanmıştır. Oysa hiçliktir hepsi. Uçup giden boş sözler. Ama unutulmayanlar da vardır. Kişi iyi bir eseri anlamak için yıllarını vermeli. O yıllar içinde yaşanan yurt gerçeklerini anımsamalı. Önemlisi kalıcı olmaktır sanatta. Anımsayışlarıyla bir şiir bizi nice yıllara, duyumsamalara götürmeli. Böyle şiirler var ezberimde, yer yer söylediğim kendi kendime. Hatta sevdiklerime de bazı yazıları okumak isterim. Şiirdir, hikâyedir kişiyi gerçek bir insan eden...
Bilmiyorum ne dersiniz yaşlanmış bir yazarın bu dediklerine. Yaşlanma güzeldir. Yaşamdan kopmak isteği yanlıştır. O gün bugün bunu anlamazsın ama zamanla yılların rüzgârlarında kendini ararken işte bu dersin. Ben diye bir şey yok derseniz, o zaman ne okuyun ne de yazın, kimseyi aldatmayın...
*
Öykü Gibi
Oktay Akbal
16 Mart 2014 Pazar

Edebiyat tarihinde hikâyeci olarak adıma rastlarsınız. Hikâye nedir? Yaşanmış ya da yaşanacak bir olayı anlatmaktır. Ben pek çok öykü yazdım. Çoğu uydurmadır, yani gerçekliği biraz azdır. Böyle deriz. Ama her hikâye yazarı gözlerini yaşadığı toplumdan hiç ayırmaz. Yazdıkları kendi hayalinden bile çıkmış olsa yaşantılarımızın bir yazıyla kâğıtlara dökülüşüdür. Hikâye yazanları küçümserler. Oturmuş masal anlatır gibi bir serüveni gözümüzün önüne getiriyor derler. Doğrusu hikâyeyi bir masal olmaktan kurtaran, hem toplumsal hem de ruhsal açıdan insanın iç yapısını zenginleştirmesidir. Ben çocukluğumdan beri hikâye yazarım. Birçok kitabım var. Nice yıllar sonra kalkar, bu eski kitaplarımdan birini alır okurum. Zaman diye bir acayip varlığın oluştuğunu görürüm. Hepsinde ben varım, bana benzeyen biri var. Aslında o çoktan yok olmuş, çekmiş gitmiş, ölmüş dememek için böyle diyorum. İyi yazılmış hikâyeler hiçbir zaman eskimez. Hep yeni kalır. “Ben mi yazmışım bunları?” diye hayret ettiğim çoktur.
Oysa kendim her hikâyeyi yaşamdan koparılarak alınmış bir ölümsüz yaşantı sayarım. Öyledir de, ölümsüzüz. Sen gidersin işini bitirmeden de olsa. Onlar kalır, bugünün gençlerine, geleceğine, insanlarına bir armağan olarak.
Şiir gibidir güzel hikâyeler. Türkçesiyle öyküler. Ben öykücüyüm derim kendime.
Önce Ekmekler Bozuldu, Aşksız İnsanlar, Bizans Definesi... Hepsi gündelik yaşamdan kopartılarak alınmış, bambaşka bir şey olmuştur. Öykü ile şiir akrabadırlar. Biri olmazsa öbürü yetim kalır. Onun için hikâyeyle şiiri birbiriyle kaynaştırmalıdır. Şiirsiz öykü olmaz, öyküsüz şiir de pek yoktur. Bu ikisini birleştirenlerin yazdıkları daha etkilidir. Bu da benim hikâyede şiir arayışım işte...

*
Anılar Gerçek midir?
Oktay Akbal
13 Şubat 2014 Perşembe

Yazı yazmak bilmeyenlere kolay bir iş gibi gelir.
Oysa işlerin en ağırıdır, en ciddi olanıdır.
Ben bu işi daha çocuk yaşta öğrendim. İlkokul sıralarındaki tahrir ödevlerini yapmaya çalışırken. O 1930’lu yılların havasıyla... En güzel bir dönemdi. Önce Atatürk başımızdaydı. İçine girdiğimiz bir Batılı olmak tutkusundaydık. Batılılık, uygarlıktı. Çağımıza yakışan bir uygarlık...
Şubat ayındaydık. Havalar iyice soğumuştu. Kumkapı’daki okuluma gitmek için o dimdik Gedikpaşa’yı aşmak gerekiyordu. Karlı, yağmurlu günlerde zor bir şeydi oralarda, hele yokuşlarda dolaşmak. Ben Şehzadebaşı’ndan sırtımda okul çantasıyla her sabah bu yokuşu inerdim. Kimi zaman bir iki arkadaşla, çoğu zaman tek başıma.
Anılar eskimez, öyle derler. Eskiyen bir anıya ben yaşanmış, ama izi bile kalmamış bir görüntü derim. Bir yazmaya başlasam sonu gelmez. Sonunun nerde biteceğini hiç düşünmeden günleri, haftaları, ayları geçirmek. Ay başlarında alınan karneyi eve anneme götürürken bir ürperti duymak. Annem pek bir şey demezdi, “Haydi gelecek aya hazırlan şimdi” der geçerdi. Ama babam karneyi hiç görmemeli. Niçin saklamalı...
Yazmak deyince hep akla gelen ilk konu budur. İlkokul günleri...
Sıra sıra önümden geçiyorlar. Ben de aralarında olsaydım... Ama giden gitmiş, sen artık yaşlı bir adamsın. Ama unutabilirsen unut o çocukluk günlerini...
Beyazıt Meydanı’nı kış günlerinde aşmak bir işkenceydi. Deli rüzgârlar şimdiki gibi değildi. Bir esti mi meydanda seni döndürürdü etrafında. Babamla el ele olsak da yere düşecek gibi olurduk. Kimi zaman sığınacak bir yer arardık. O Saraçhane’deki kitapçı Hüsnü Efendi’nin vitrininin önüne kaçmak.
19 Mayıs, 29 Ekim bayram törenleri orda yapılırdı. Bir defasında ben de meydandaki resmi geçide katılmıştım. İnsan o yaşlarda kendini dünyaya egemen biri sanıyor. Hele yabancı bir dil öğreten okulun öğrencisi isen. Üstelik de daha Türkçeyi gereği gibi öğrenemeden yabancı dilde iyi kötü konuşmaya çabalarken.
Anılar eğri büğrüdür kimi zaman. Bir yokuştan inmek çıkmak gibi. Ben o yaşların bir gün gelip anı olacağını nerden bilecektim. Gündelik sevinçler, üzüntüler, dertler, dertlenişler etrafında geçen günler geceler...
Şimdi oturup o günleri bir bir yazmaya kalksam, biraz gülünç olmaz mı? Kime ne, sana ne, yaşamışsın işte...
Eğri yokuştan indim, yeter öteki yokuşu çıkmaya, sizi de çıkartmaya...
*
Bir Masal Gibi
Oktay Akbal
08 Aralık 2013 Pazar

Bırak şu yapışkan düşünceleri. Şu anda kafandan geçenler, on para etmez hiçbiri...
Bir yaş daha almıştım. Birden kendimi çok değişik bir insan olarak buldum. Kısa anların içinde bir yuvarlanma. Kendini genç, canlı, yüreklinin yüreklisi bildiğine şaşırıyorum. Ne adammışım ben...
Gidip hastaneye yatsam, bir daha o yattığım yataktan kalkabilir miyim? Bu yüzden ne doktor ne hastane. Hiçbiri yok. Odamda ben varım, yanımda eşim. İkimiz de bir direnme içindeyiz, doğanın istediklerine... Dayanışmadan iyisi yok. Kişi önce eşine sarılmalı, biricik sevgilisine... Unutmak olanaksız. Kitaplara bakıyorum, okumuş olduğum birini yeniden okumaya kalkışmak biraz gülünç değil mi?
Bu kaçıncı sesleniş. Bilmiyorum, beni dinleyen var mı? Yoksa hep kendi kendimle mi konuşuyorum. Fark etmiyor karşımdakinin kimliği. Birden anımsıyorum. O benim arkadaşımdı. Ama nereye gitti? O yıllarda bahçede iki kadehle avunduğumuz...
Şimdi o arkadaş yok. Kaç yıl oldu, sayısız. Ben hep aranıyorum. Bulabilecek miyim? Hangi insan kendini yitirmiş de yeniden kavuşmuş ama. Masal hep. Koskoca bir masal, ucu bucağı olmayan. Her masal gibi insanla ilgili. Şu insanoğlu ne tükenmez bir varlık. Doğumdan son durağa kadar. Nice serüvenler, nice aşklar ya da aşk benzetileri.
...

*
‘Yine Akşam’
Oktay Akbal
01 Aralık 2013 Pazar

Yaşamak üzerine çok yazı yazdım. Oysa daha önce yaşamamak konusunu yazacaktım. Bir türlü olmadı. Yazacağım dedim ama olmadı. Bir de yaşayamamak var. Onu nasıl yazmalı? Yılların eylülünde, şubatında duyduğum yepyeni duygulanmaları neden bir türlü edebiyata kazandıramadım? Korkuyor muyum yaşamaktan, yaşayamamaktan?
Yılbaşı yaklaştı, kaç gün kaldı ki? O da gelecek ve gidecek. Sen ağzın açık bütün bu doğa olaylarını insana uygun bir durum gibi yaşayacaksın.
Yaşlılık mı? Kendini başka türlü duymak mı? Bunca zamandır hep yazdın, her birinde o zamanların tadını duymak istedin. Ayıp bu kişinin yaşamak isteği, bir gün daha, bir hafta daha. Bir de bakıyorsun, yıllar sen farkında bile olmadan uçup gitmiş. Nereye mi? Senden uzaklara. Bir daha geri dönülmez bir düşünce olmuş.
Takvimin yaprakları teker teker kopup düştükçe biz insanoğullarının içinde bir şeyler kopar. Bir tel, ama ince yerinden. Sanki bir usta kemancı odana gelmiş, önce dertlerini dinlemiş, sonra da kemanını konuşturmuş. Öyledir müzik aletleri, konuşkandır. Bir keman, bir ut, bir piyano, bir tek telli saz bile yeter insanlığın sohbetine...
Resimler karalamışım. Karmakarışık çizgiler... Değişik biçimler yaratmak istemişim. Bir yanlardan bir şiir çıkmaz mı diye. Her yerden çıkar şiir. Becerebilirsen. Her şey ustalığa bağlı. Kaç yaşında olursan ol, derinden gelen bir keman sesi alır götürür seni uzaklara. Hiç gitmediğin, gidemeyeceğin o yerler gözlerimizin önündedir ama görmek bir beceridir.
Bu akşam neden bu biçim tatsızlıkları anımsıyorum. Okurlarımı renkli dünyalara götürmek istiyorum. Olabilirmiş gibi. Buna yazı denmez, kendi kendine içlenmek denir. İçlenmek unutulan bir söz, hüzün vardır. Keder vardır, cana sıkıntı veren her şey vardır. Kop onlardan, at kafandan hepsini. Bak yaşadın, yaşıyorsun, yaşayacaksın. İlerde bir gün bu satırları okuyacak olan sen misin?
Can sıkıntısı yapışkan bir şeydir. Al kitaplar oku, filmler seyret demişim, bir şey yok. Sen birkaç sözcüğün peşine takılmışsın... Nereye götürürlerse götürsünler razısın. Hiç değilse şu kasım akşamının tadını tat, güzelliği varsa onu ara bul. Bul da hep birlikte değişik yaşam tadı duyalım.
Yine akşam, yine akşam... Boşuna mı demiş Haşim..
Kurtuluş yok.
*
Garip Düşler
Oktay Akbal
17 Kasım 2013 Pazar

Yapraklar teker teker gidiyor. Ben ilkyazı nasıl bekleyeceğim? O coşkulu günleri nasıl anmayacağım?
Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık.
Ben hangi dönemdeyim? Zaman zaman yılların ötesine gidiyorum, sonra pişman olup dönüyorum. Hiçbir şey yitirdiklerimi geri getirmiyor.
Gençlik bambaşka bir şeydir. Süresi kısadır diyenler yanılırlar. Belli bir zamana bağlı değildir o. Sorun, kendini kendi gözünle tartmasını bilmektedir.
Bir süredir garip düşlerle iç içeyim. Hastalık mı? Öyle olsa doktorum gelir, çaresini bulur, beni kendimden kurtarır. Niye başkalarını kötüleriz, ondan “Oğlum yaşam bitti, sen hangi şarkıyı söylüyorsun” derken. Bir özlemdir yalan yanlış duyduğum. O da ele geçmez bir şeydir.
Her ülkenin, her ulusun kendine özgü bir tarihi var. Ders kitaplarından bunu öğrendik, her yaşam dönemi birbirine benzemez. Gençsindir, futbola meraklısın, maçlara gitmek istersin, ama gücün yok evden dışarı çıkmaya. Pencereler ne güne duruyor? Açarsın iki kanadını birden, Ege’nin rüzgârı çarpar yüzüne sanki bir tokat atar gibi. İşte güzel günler geri dönecek. Elden gideni geri getirmek sanatında usta olmak kolay değil. Hep yeniliriz, hep ağlamaklı kalırız.
Karamsarlık mı? Arada takılır dostlar, “Niye bu kadar acılı şeyler yazıyorsun” derler. Yanıt bulamam, sessizce haklısın derim. Benden başka kimsenin şu gerçek yaşamını anlamadığını düşünürüm.
Bugün rahatsızdım. Öğleden sonra TV’de bir film gördüm. Dünyam bir anda değişti. Şarlo’ydu, Charlie Chaplin’di karşımdaki. Yerinde duramayan, hep koşan, hep bir şeyler arayan bir küçük adam. Kaç kez gördüm, ama doymadım, “Şehrin Işıkları”na. Öyle bir film ki, daha doğrusu öyle bir öykü. Hep yaşanır, her gün o filmdeki küçük adam içimize girer, bize seslenir. Anlarsan anla. Yaşamda tek güç doğadır. Kimilerinin tabiat, kimilerinin Allah dedikleri. Aramak boştur Tanrı’yı, yani Allah’ı. O uzakta değildir, içimizde, yanımızdadır. Tıpkı Şarlo’nun düşleri gibi. Evet bir düş öyküsüdür o “Şehrin Işıkları”. New York’ta bir serseriyi oynayan adam da işte o adamdır. Kendisi beyazperdelerdeki resimlerdeki, masallardaki dostumuz.
Baktım birden akşam olmuş. Şöyle biraz bahçeye, balkona çıksam mı? Hava serin, ama beni etkileyeceğini sanmam. Bir teselli, eskiden gençtin, dinçtin elinde kalemle yeni dünyalar yaratırdın. Başardın mı? Bunu hiç düşünme. Bunca kitabın altında adın var. Demek boş geçmemiş yaşantın...
*
Doğru Bir Kalem
Oktay Akbal
03 Kasım 2013 Pazar

Ne yazmalı?
Günler esintiler gibi uçup gitmekte...
Sen daktilo başında bekliyorsun eşref
saatinin gelmesini.
O “eşref saati”ni sen bir iş için, sen bir
belirsiz umut için beklersin ama, eşref saati
gelmez bir türlü...
Kış geldi. Yağmurlar bir iyimserlik havası
vermiyor, tersine senin içinde yeni hayallerle,
yeni güçler çırpınırken zaman o ağır yürüyüşüyle
geliyor, gidiyor.
Bir de bakıyorsun bir yaş daha almışsın.
Bir bir gitmiş zaman elinden. Otur hesapla,
daha ne kadar günün kaldığını... Yazmak
için, yaratmak için, aşk için...
Geçmiş yıllar gerilerden sesleniyor. Bizi
burda unuttun, sesimizi bile duymaz oldun...
Yok içimdesiniz, o sesler kulağımı çınlatıyor.
Acı mı, tatlı mı bir şeyler müjdeliyor.
Sen kendinle uğraşmayı bırak, bak topluma
insanlara. Onlar da seninle birlikte düşe
kalka yetişmişler. Daha dün on sekizinde,
yirmisindekiler bugün yaşlı başlı adamlar...
Her biri ne umutlarla zamanını harcamış, bir
şeyler bulacağını bekleyerek yarınların koşup
gelmesinden.
On sekizindeydim. Savaş çıkmıştı. Alman
orduları Fransa’ya yürümüş. Zaferler kazanarak
Paris’i bile ele geçirmişlerdi. Paris, hayallerimizin
kenti. Ancak kitaplarda, filmlerde
gördüğümüz ve bizim de Parisli bir genç
olarak yaşamayı düşlediğimiz.
Hazır ol dediler, geçen savaşta liselileri
bile askere aldılar, bu kez sıra sizde. Haydi
askere, vatanı kurtarmaya olsa keşke, değil
dünya güzelliklerini paylaşamayanların çekişmesine
bir araç olmaya...
Nerden nereye? Oysa bu gece bambaşka
düşünceler içindeydim. Öyle olmak istiyordum.
Gündelik yaşamdan kopmak, bildiğim
bilmediğim, tanıdığım tanımadığım bir serüvenin
içinde yitip gitmek. Bir ömür boyunca
kaç kılıktan kılığa gireriz. Kendimiz bilmeyiz,
bizde bir değişme yok, deriz. Oysa sen çoktan
gittin başka yerlere, o eski genç, hayalci
adam yok oldu. Bir garip serüvende yaşadı,
yaşıyor, belki biraz daha yaşayacak.
Bıraktım daktiloyu, yazım yarım kaldı.
Zaten ne diyeceğimi bilemiyordum. Koptum
işlemek istediğim konulardan, insanlardan?
Balkona çıktım, karşımda ay parıl parıl
bakıyor. O hiç değişmez, ya tekerlek olur, ya
yarım porsiyon. İkisini de beklerim.
Ne yazmalı derken karşımda oturan eşim
güldü: “İşte yazdın ya. Yarın öbürgün bu yazıyı
okuyanlar senin bu karmakarışık toplumun
darmadağınıklığından kendini şaşırmış, bambaşka
bir adam saymış olmana gülecekler.”
Öyle de olsa, ben kendimim, ben kendimin
eleştirmecisiyim. Özü, sözü doğru bir kalem.
Yetmez mi size...
*
Yalnızlık Var mı Yok mu?
Oktay Akbal
31 Ekim 2013 Perşembe

Yalnızlık bana yasak...
Çok şükür beni seven bir eşim var, o
yalnızlığı duymadığım.
Bir insan seni değiştirir mi? Karabasanlar
içindeyken karşına ay mehtabı gibi bir canlı
çıkınca şaşırmayıp da ne edersin. Ben o
yirmi yaşlardaki halimi bir daha yaşamak
istemiyorum. Gençlikti ama gençliğimin ne
olduğunu anlayamadığım yıllardı.
Tek kurtuluş yolunun bir aşk olduğunu
sanıyordum. Bir aşk ama kime? Orası
belli değildi, kitaplar, romanlar, filmler aşkı
tanıtmaya kalkmıştı. Sanki bir filmde Robert
Taylor’la Ava Gardner’in öpüşmesiydi aşk.
Filmler yaşayan bir genç için çok anlamlıydı.
Sanıyordum ki ben de o güzel aşkları yaşayacağım.
Öyle oldu olmadı. Ama gerekli diye o
garip duygusallığa kendimi kaptırdım. Şiirler
yazmak, onları birilerine yollamak, gerçekten
sevdiğini sandığın biriyle bir ömür birlikte
olacağını hayal etmek. Kiminle mi? Adlar
sonsuz. Kimi Göztepe’de bir köşkte idi.
Kimi Kadıköy’de bir lisede. Kimi Fatih’te
komşuda... Hep kadınlar, beni sevecek, anlayacak...
Neyi anlatayım. Şimdi kendimi, sıcak soba
başında toplanmış güzel masallar anlatan bir
masalcıya benzetiyorum. Öyle de oldu. Kızlı
erkekli çocuklarla çeşitli oyunlar oynarken,
örneğin saklambaçlarda, koşuşmalarda bir
çeşit aşk varmış gibiydi.
Ne yanıldım. Hepimiz yanıldık. Aşk
sandığımız şey bir aldatmaca imiş. Bunu
sonra anladım, hem de aşk meşk yolunda
nice geceler gündüzler harcadıktan sonra.
Hep geçiririz, aşk denen duyarlıkta gecikme
oldu mu sizde bir damar kopmuş gibi olur.
Karşınızdaki insan senin tanıdığını sandığın
biri değilmiş, bunu anlar anlamaz karanlık
bir mağaradasındır. El yordamıyla çıkış yolu
aramakla geçer sonraki yılların. Bir türlü o
mağaradan çıkamazsın. Ararsın ışıklı bir yol.
Yok yok yok. Önemli olan yararlı bir çıkış
kapısını bulmak, ama nerde. O sevdiğini
sandığın insan çoktan çekip gitmiş, sen
yalnızsın artık. Derken gerçek aşk birden
koşar gelir. İşte gerçek sevdiğin, seveceğin.
Yaşam boyu yıllarımı onunla geçireceğim,
der içinden bir ses. Öyle de olur, bazen olur,
ama çok kere olmaz. O insan seni aldatır, bu
insan bana gel der. Bir perişanlık içindesindir
o yirmili yaşlarında. Yaşlılığında anımsarsın
yirminci yaş sevdalarını, o sevda oyunlarını...
Anlarsın ki boşuna yıllar harcamışsın. Sen
de o hayaller de yok olmuştur. Kala kala bir iki
şiir, bir iki serüvenli anı kalmıştır sana...
Ne demek istiyorum? Bu ekim gecesinde
kendimi yitirirken, bir bir geçtiğimiz yılları,
insanları yaşatırken. Vaktinden önce çekip
gitmiş dostların çağrısını duyarken işte
yaşam budur, acılı tatlılı ekşili bir düşler dizisi
derken... Derken derken derken...
*

Yazar Yenilir mi?
Oktay Akbal
03 Ekim 2013 Perşembe

Bıraksam mı yazmayı?
Yetti artık, sonunda zamana yenildim! Gazetelerde, dergilerde başladım on beş yaşında yazmaya...Kimseyi tanımazdım, ne gazete yöneticilerini, ne de ünlü başyazarlarını. Kimse için değildi, kendim içindi beyaz defterlere karaladıklarım. Şehzadebaşı’ndaki bahçeye bakan odayı bir çeşit çalışma bürosu saymıştım. Kendimi yetiştiriyordum. Gün gelecek bir tanınmış yazar olacaktım. İçime mi doğmuştu, yoksa bir komşu hanım ilk yazdıklarımı Afancan’da ya da Çocuk Sesi’nde okumuş beğenmişti de “Yaz durma hiç”demişti. Okulda öğretmenimiz “Yarının bir yazarı olacaksın, ona göre kendini yetiştir” öğüdünü vermişti.
Yıl 1937 idi...
Bir yazar nasıl yetişir diye hiç düşündüğünüz oldu mu? Gazetelerde yazılarını okuduğunuz kişiler gibi olmak, ama kimseye benzememek, daha doğrusu kendin olmak, kendine benzemek...
Geldik mi ömrün son yıllarına! Bilinmez son perdenin ne zaman kapanacağı! İyisi de bilmemektir, yaşam denen serüvenin biraz daha süreceğini ummak. Senin en sevdiğin yazar arkadaşların çoktan çekip gitmişlerdir. Sen tek başına kalmışsın. Nice anılarla yüklü bir kişi olarak...
Okurlardan sık sık mektuplar alırdım. Kiminde övgü kiminde eleştiri vardı. Politika konusundaysa yazınız, karşıt görüşte olanlarla tartışma zaman zaman bir kavgaya dönerdi. Sen falanca partiyi, filanca lideri destekliyorsun, oysa onun da düşmanları sayısız. Ya direneceksin, bildiğin yolda yürüyeceksin, kana kan dişe diş diyerek mi, yoksa er geç onlar da anlar diye hoşgörü göstererek mi?
Ben hep Kemalizmi savundum. Atatürk’ün devrimci atılımlarıyla Türkiye çağdaş uygarlığın öncülerinden, savunucularından biri olmuştu. Bu inançla genç yaştan bu yana gericilik, ilkellik gibi tutumlularla uğraştım durdum. Hatta sağın ünlü bir yazarıyla yıllarca mahkemelik olduk. Kiminde ben kazanır, karşımdakinden para cezası alırdım, kiminde de o dava eder kazanırdı. Böyle yıllarca sürdü. Şimdi o arkadaş yok.
Böyle şeyler olur, geçer gider.
Gazete yazarlığıdır bu. Doğruları yazmışsanız siz kalırsınız, karşınızdaki ise unutulmuş gitmiştir.
*

Sözcüklerle Yaşamak!
Oktay Akbal

05 Mayıs 2013 Pazar


Bir gün daha geçti gitti...
Bir daha ele geçirmek olanaksız...
Öteki günler geceler gibi...
Sen masa başında, elinde kalem bekliyorsun.
Neyi, niçin?

Yanıtsız sorular öyle çok ki!..
Yerli mi yersiz mi bu tür düşünceler? Nedense hep bu yaşları bekler!
Neyi?

Hiçbir şey düşünmeden anlamak olur mu?

Günler, geceler, haftalar, aylar geçecek sen bekleyeceksin!.. Gelecek mi o? Bekle babam bekle! Neyi beklersen gelmez de başka şeyler dökülür ortaya...

Öyle çok düşünmeye gelmez. Kopar bir yerinden kafanın içi... O ayrı bir dünyadır. Sözlerindir en canlı yerin. Bilmem biz gözlerle mi düşünürüz? Öyle gelir, gözler olmasa düşünme de olmaz! Gözlerdir kendi başına büyük bir güç olan... Bakışlar, onun silahıdır. En zor koşullarda bile yardımcın, gerçek dostun. Kimi zaman öyledir, insanın tek bir dostudur gözler, bakışlar.

Alır seni kendi dışındaki bir dünyaya götürür. İlk kez tek başınasındır, bakışların, duyuşların, görüşlerin hep, onun emrindedir. Nasıl yorumlamak gerek gözleri göremeyenlerin duyarlıklarını. Bilmeliyiz ki onlar bizlerden daha çok görürler. İç dünyaları aydınlıktır. Gözler ne işe yarar o zaman? Aydınlık yaratmak gücü gözleri hiç görmeyenlerdedir. Yaşarlar, ama söylemezler. Doğanın çektirdiği acılar insanı oyalamak içindir. Gözlükler, onlar da olmasa ne yapardık? Belki iç dünyamızı çok daha güçlü yaşardık.

Bir gün, bir gece, derken bütün bir ömür. Yılların birikimi bir dağdır. İçimizde taşırız. Yettiğimiz kadar ona canlılık veririz. Böylece kendimizi kandırırız. Bir insan yaşamı boyunca hep mi kendini aldatır? Bu dünyaya hep yanılmak, aldanmak için mi geldik diye sormak gelir, sorulmaz. O doğa her şeye egemendir. Ne var ki sözcüklerle başa çıkamaz. Bağımsız yaratıklardır sözcükler, sözcükler... Çoğuldur kişi. Dün başka bugün başka... Bunu önceden bilemiyoruz. Yaşamın sonunda mı?

O da bilinmez...

Varsın sözcükler yaşasın. Bizler olmasa da. Bizden sonrası için...


Bir Anlık Mutluluk
Oktay Akbal
10 Mart 2013 Pazar
Bir anlık mutluluğa razı mısınız?
Bu soruyu önce kendinize sormalısınız! Düşünün, an dediğiniz nice yılları kapsayan bir şey. Ama hep anlarda yaşarız, anlarda isteriz her şeyi. Anlar, koca kitaplar doldurur.
Mutluluk denen şey nedir? Önce bunu düşünmeli. Ben mutluyum diyen kaç kişi vardır? Kendi de inanmaz ama söyleyerek kendisini aldatır. Hoşuna gider de ondan. Güzel bir duygudur “Ben mutlu bir insanım” diyebilmek! Milyarlarca insanın içinden kaçı bunu açıkça söyleyebilmiştir?
Sevmek, sevişmekle kolay yolu bulabilirsiniz. 
O da bir anlıktır. Öpüşme, sevişme, süresiz değildir güzellikler. Tam yaşadım derken bakmışsınız bir uçurumun önündesiniz. Adım atmak yüreklilik işidir. Tam anlamıyla mutluluğu yaşadım derken o uçurum sizi içine alıverir. Mutluluk gerçekte mutsuzluk olur. Bunun nedeni de geçici olmasıdır. Her şey unutulur. En coşkulu sevdalar bile gerisinde iz bile bırakmadan kopar gider.
Mutluluğu yaza yaza bitirememişlerdir. Kimimiz toplum için isteriz. O toplulukta senin de yerin vardır. Bir umuttur bu. Bir de duyguyu nedir bilmek gerekir. Üstünde dalıp gittiğimiz mi uçup gider? Nereye mi gider? Başkasının yanına, o çağırdığı için değil, canı öyle istediğinden. Yargı bir yazgıdır. Bir an iyisindir, öteki an her şey silinip gitmiştir. Hangimiz bir dosttan “Ben mutluyum” sözünü duymuştur? Yalan olduğunu bile bile o da kendini kandırır, sizi de...
Filozoflar, şairler mutluluk arayıcılarıdır. Rastgele bir duygu olsa gider gelirdi. Sizi bir yakalar, bırakmazdı.
Mutluluğun yolunu bulan da olmamış. Sonunda anlayışlı biri çıkmış “Yok öyle şey, ama ben yine de mutluyum” demiş. Hep kendimiz içindir, kendimize göre, mutlu olmak, mutluluğu sonsuza kadar benimseyerek yaşamak. Ya da bile bile yaşamın bir yalan olduğunu önceden görerek...

*
Destanlar Yazmalı...
Oktay Akbal
04 Ağustos 2013 Pazar

“Yanar döner kalemler yazıyor bir düzüye
‘Halkın derdi konusu artık eskidi’ diye.
Bu zamanın şairi unutmalıymış onu
Kanmayın sakın gençler hiç eskir mi bu konu.
Ah keşke eskiseydi cennet olurdu her yer.”

Bir türlü kendimi şiirden ayıramıyorum. Şiirsiz bir dünyada şiir sevmek, yazmak...
Bu duruma düşeceğimizi yeni anlamıyorum, birkaç yıldır koparıldım güzelliklerden. Nerdeyse düşman sayanlar var.

Akla, güvene, çıkara bağlı ne işler var, onlar dururken sen tutmuş şiir diyorsun. Eski zamanlarda da böyle miydi? Şiir yazmanın bir mevsimi mi vardı? Ölümler, öldürmeler, cana kıymalar, neler neler ortasında bir insanlık doğdu büyüdü...

Olaylar karşısında şiire yer yok mu? Hayır her zamankinden daha çok... Haksızlıklar, yalanlar yüzyıllardır şiiri yok edemedi. Şairleri kırdı geçirdi, zindanlara attı, hapislerde süründürdü. Örnekler o kadar çok ki hapislerin kaçınılmazlığından kurtulabilen bir tek şair söyleyin? Özellikle ülkemizde... Kim şiirlerle görüşünü açıklamaya kalkmışsa başına bir yumruk yemiştir. Sorsak gençlik şairlerimize, içlerinde yasalarla yasalara karşın hücrelerde yıllarını geçirenler. Kimler kimler... Nâzım’dan başla, Dinamo, Ilgaz daha kimler...
...
*

Seyirci Kalmak
Oktay Akbal
11 Ağustos 2013 Pazar

“İnsanlarda tek sıcak kanun
Üzümden şarap yapmaları
Kömürden ateş yapmaları
Öpücüklerden insan yapmalarıdır.”

İnsanoğlu her şeyi bir yasaya bağlamış. Yaşamı belli bir düzene sokmayı başarmış. Zaman gelip geçmiş! O yasalar eskimiş. İnsanlar yenilerini yapmış. Beğenilmeyince daha iyisi olsun demişler.
Ne var ki, işbaşına gelen iktidarlar iyi derken en kötüsünü yapmış. Özellikle geri kalmış ülkelerde bir kez işbaşına gelen, elde ettiği iktidarı yitirmemek için kanun manun tanımamış!
Türkiye’de yaşanan bir gerçek, hukuk, adalet kavramları kötü niyetli ellerde hoş bir rüzgâr olmuş. Bugün yüzlerce insanımız zindanların hücrelerinde... Asker, sivil, aydın, öğretmen... Nedir suçları bu insanların? Tutukluluklarından bu yana altı yıl geçmiş. Bunca suçsuz ama iktidarın gözünde suçlu yurttaşlar ne zamana kadar acılar içinde yaşayacaklar? Onları kurtaracak kim?
...
*
Canlı Bir Anı
Oktay Akbal
26 Mayıs 2013 Pazar

“Bir şey değil, beni bu telaş öldürecek!”

Hep telaştayız. Acele acele... Hemen, şimdi, vakit geçirmeden... Otur dur bekle... Olmaz ille de istediğin olacak, olması için gereken yapılacak. Koşmak, koşmak... Nereye yetişmek istiyorsun? Tren mi kaçıyor, vapur mu? Bizler her zaman uyanık olacağız, dalmak biraz şöyle oturup dinlenmek yok. Bir koşudur yaşam diyenler haklı. Nereye kadar mı? Ölçüler, kopuşlar. Yüz metre, beş yüz metre, maraton... En iyisi maraton mudur? Odalar, sofalar, bahçeler, tarlalar, yokuşlar, inişler çıkışlarla aşılmaya çalışılan mesafeler. Yorgun bitkin menzile ulaşınca yere yıkılmışsın, ama kazanmışsın... Böyledir yaşamın her alanı, her bölümü; bir telaş, bir telaş. Elinde kaçırılacak değerler var. Kap onları, başkalarına kaptırma. Varsın onlar yenilsin.
Hep sen, hep ben. Ya onlar? Uzaktakiler seyirci kalır bizim başarılarımıza. Katılmaya kalkışırlar, yaşam serüvenimize.
İteriz, kakarız, tekmeleriz; sen bizle yarışamazsın deriz. Bu dediğimizi de yapmak için her yola başvururuz.
Örneğin bu pazartesi günü birazcık dolaşmaya çıkmak isterim. Pazaryerine gitmek, alışveriş yapmak, sonra elimde paketlerle dönmek eve. Yaşadığını anlarsın böyle anlarda. Ne güzel yaşamak keyfince. Bacaklarının ağrısını unutmaya çalışmak, ama bir süre yürüdükten sonra bir kahveye koşmak. Tavla oynayan birkaç tanışla günün havasına girmek. Evet her günün ayrı bir havası vardır. Örneğin cumartesileri tavla günüdür. At zarı düşeş gelsin. Derken kapat tavlayı, koltuğunun altında evine dön. Bu tavla eski dosttur. Nerdeyse çocukluğumdan bu yana elimin altındadır. Siyah beyaz pulları benim gözümde birer canlıdır. Çocukluk hülyası işte; onlara isimler vermiştim; Fenerbahçeli, Galatasaraylı oyuncuların adlarını o siyahlı beyazlı pullara. Fikret, Baba Fikret, Zeki Başkan, Karakartal Hüsnü diye. Tavlanın pullarından kentler kurmuştum misafir odasının halısının üstünde. Evler, sofalar, maçlar. Benim maçlarımda hep Fener’di yenen. O kadar ki pulların üstüne adları da yazmıştım... Nerde o eski tavla şimdi. Nasıl gizlice onu gözlerden saklamıştım. Bir tereke vardı, evimizin eşyaları açık artırmayla satılıyordu. Ben tavlamı gizledim, her şey iyi kötü satıldı, ama benim kaçırıp gizli bir yerde sakladığım tavla elimde kaldı. O gün bugün hep yanımda, elimde. Kimi zaman tek başıma oynamak için ya da hayali biriyle maç yaparcasına...
Tavla telaşla oynanmaz. Düşüneceksin, ah bir düşeş gelse, yok dubara da iyidir diye kendini oyalamak. Güzel bir avunmadır, telaşa kapılmadan oynarsan. Kişiyi dinlendirir, bir garip huzura götürür, yensen de yenilsen de...
Bir telaşla başladım yazıya. Ama daha yarı yolda yoruldum. Mahalle kahvesinin önünde nargile içenlerin yanında oturdum bir süre... Telaş diye bir şey yok. Bir mayıs sabahının tadını çıkarmak, yanında tavla oynayanların zaman zaman küfürlü seslerini dinleyip geçmişteki oyunlara giderek...

*
Yaşam Denen Şey...
Oktay Akbal
17 Mart 2013 Pazar
Yaşam denilen “şey” nedir? Niye yaşıyoruz, şimdiye kadar neden yaşadık? Böyle bir soruyu yalnız şairler, filozoflar mı düşünmüştür? Hemen herkesin zaman zaman içine düştüğü boşlukta aradığı nedir?
Felsefecilere soralım en iyisi.. Onlar daha iyi bilirler mi? Nerden nasıl öğrenmişler? Kitaplardan mı, yaşantının kendisinden mi?
Aldım yine sizi bir yere götürdüm. Bilmediğiniz tanımadığınız bir uzak yurt köşesine mi, yoksa dünyanın uçsuz bucaksız bir yerine mi? Henüz keşfedilmemiş bir köşeden seslenmeye kalkışıyorum. Evet, anlamı ne bu boşlukta çırpınmamızın? Doğmuşuz bir kez. Elimizde değildi dünyaya gelmemek. Hem de belli süre yaşamak için!.. O süre değer mi bunca acılar, kırgınlıklar içinde ömür sürmeye? Böyle diyecekler çıkabilir. Hem sorar hem de yanıt bekler! İşte sana belli süreyle bir yaşam olanağı. Aşklar, sevgiler, dostluklar senin, hepsi sana sunulmuş! Kim sunmuş? Doğa olayıdır çözülememiş. Nasıl rüzgâr, yağmur, kar, güneşli günler kendiliğinden sana gelmişse.
Elimizde değildi doğmamak... Belki babamız, annemiz de farkında değildi. Bir doğa olayı deyip geçtiler. Şu kadar zaman yetti mi bir tohumdan çıkmamıza? Kadın oluyorlar, erkek oluyorlar. Bir yol bulup orda yürüyorlar. Nereye kadar mı? Kendi bilemedikleri bir zamana kadar. Sonra yine geldiğin yerde değil de bambaşka bir yerde buluyorsun kendini! Yaban bir çevre, ağlamaklı günler geceler! İstemezsen de bu acılı, çileli dünyada yaşayacaksın. Bir süre, bilmediğin bir zaman parçası senindir. Kaç yıl, bilemezsin... Kendi verir süreyi. Beğeniyorsan günleri geceleri, ne güzel! Sürdürebilirsin sana açılan daracık yolu... Umut denen “şey”dir yaşatan bunca insanı. Bilerek mi isteyerek mi dünyaya gelmişler, yoksa rüzgârın uçurduğu bir yaprak gibi beklenmeden mi?
İnsanın kendisiyle hesaplaşma vakti vardır? Bilinçaltı diye bir yer bulmuşlar, işte ordadır gerçek serüvenimiz. Düşlerle, karabasanla... Onlar da olmasa yaşamın değerini nasıl anlayacağız? Bir düş çoğunlukla bütün bir dünya demektir. Zaman geçse de izi kalır. Senin dışında bir sen olduğunu duyarsın. O “sen” bir kez gelir sana, bakarsın değişivermişsin. Dün ne düşünüyorsan bugün başka “şey”dir. O “şey”dir yaşam dediğimiz! Kendimizin içindeki! Kimi zaman yuvasından çıkan, kendini unutup yeryüzü güzelliklerini, deliler gibi arayan sen...
Filozofca bir düşünce mi? Şiirce demek daha iyi. Yaşamdaki şiiri kendinize sunmakla tamamdır olay.
*
Bir Yazı Yazmak!
Oktay Akbal
21 Ekim 2012 Pazar

Binlerce yazı yazmış biri de olsan, daktilo başına oturduğunda nasıl yazacağını bilemezsin. Bellek midir kişiyi şaşırtan, ben nasıl bunca yazıyı yazdım diye apaşıp kalan!.. Dalıp giden. Kitaplara bakarak, pencereden sokağı seyrederek, ikide bir alnına elini çarparak... Nasıl şeydir yazmak, nasıl başlanır, nasıl sonlandırılır?..


Bunu kim söylüyor? Bir ömür boyu yazmış olan biri! Daktilo başındayım, düşünüyorum, karşımdaki kitaplara bakıyor, kendi yazdıklarımı da görünce bir tuhaf oluyorum... Gide ne demişti: “Ben mi yazdım bütün bunları?”


Her yazı beni kuşkulara götürür. Nasıl yazdım onca şeyi? Bunca kitabı nasıl doldurdum. Bir tek kişi midir o yazar, yoksa binlerce kişi midir? Bir insanda, çok kişi...


Yazar böyle bir şeydir! Tek bir insan değildir. Kimi günlerde belki, ama başka günlerde ise çok yabancı biri. Kişilik çokluğu!..


Bazı eski yazıları yeniden okurken “Bunu kim yazmış?” diye düşünmek... Anımsamamak geçmişin bir yazarlık gününü. Önünde durur sayısız kupür, hepsi senindir... Birbirini tutan söyleşiler, kiminde de birbirine ters görüşler!


Hepsi dolar dolaşır bir noktada buluşur: O da bir kitap biçiminde...


Açarsın bir sayfasını, okursun. Ne güzel yazmış dersin ya da ne gereksiz, gevezelik diye çekip atarsın. Çelişkilerin adamıdır yazar! Belli düşünceleri savunsa da, yıllar boyu çevresinde inandırıcı bir kişi olarak tanınsa da zaman zaman kuşkulara kaptırır kendini... Keşke böyle demeseydim, keşke böyle yazmasaydım.


Yazarlık diye bir olay var! Ya da yazar olmaya özenmek var. Ne denli yanlış - doğru bir şeyler dökülse de kaleminden, yalnızca bir sorudur, bir yanıttır dile getirmek istediği...


Binlerce insan gelmiş geçmiş, sonsuzluk olmuş yazma sanatının süresi, daha çok süresizliği. Bir tek satır bile kalabilirse sayfalar dolusu satırlardan, başarıdır yine de.


Kalıcı bir yazı yazdım diyebilmek, bir yüreklilik işidir. Sen kendin için yazıyorsan başka! Ama başkaları içinse hiç yazma daha iyi! Bak güzel kitaplar var kitaplıklar dolusu. Yetin onlarla, yazmayı onlara bırak...

*

Yazardan Yazara Ders!
Oktay Akbal
05 Ağustos 2012 Pazar

 “Doğaya insan kişiliği vermeniz, deniz derin derin nefes alırken; doğa mırıldanırken, konuşurken, sıkıntı çekerken, bilmem ne ederken, bütün bunlar tasviri monoton, bazen tatsız bazen anlaşılmaz duruma getiriyor, doğa tasvirlerindeki güzellik ancak sadelikle, ‘güneş battı’, ‘hava karardı’, ‘yağmur başladı’ gibi yalın cümlelerle ifade edilebilir, istediğiniz şey ancak böyle anlatılabilir.”

Bu bir mektup, Anton Çehov’dan Maksim Gorki’ye bir ders verir gibi!.. Bir yazma dersi!.. Çehov gibi bir yazarın başka bir yazara, Maksim Gorki’ye bir uyarısı, daha doğrusu bir eleştirisi...

 “Sıfatları ve zarfları kaldırın. O kadar çok kullanıyorsunuz ki okuyucunun dikkati dağılıyor, yoruluyor, okuyucu! Adam çimene oturdu diye yazdığım zaman benim demek istediğim anlaşılıyor, çünkü dikkati dağıtmıyor. Buna karşılık ‘omuzları geniş, göğsü basık, orta boylu, kızıl sakallı adam, yoldan gelip geçenlerin ayakları altında çiğlenmiş çimene sessizce ve korkarak oturdu’ diye yazarsam, hem güç anlaşılır hem de okuru yorarım. Edebiyat bir saniyede zihne kazılmalıdır.”


Maksim Gorki bu eleştiri üzerine şöyle yanıt vermiş:

 “Dedikleriniz haklı, doğru! Bir türlü kaldırıp atamıyorum. Elimi tutan bayağı olmak korkusu! Sonra her an telaş içindeyim. Kalemime ne gelirse çırpıştırıveriyorum, en kötüsü sadece kalemimle geçiniyorum. Elimden başka iş gelmez?”


Çehov uyarılarını şöyle sürdürmüş:

 “Şimdi eksikliklerinize gelelim. Ama eksikliklerden söz etmek o kadar kolay değil. Bir dehanın eksikliklerinden bahsetmek bahçedeki kocaman bir ağacın eksikliklerinden söz etmeye benzer. Çünkü ana mesele ağacın kendinde değil, ağacı seyredenin zevkindedir... Ölçüsüzlük gibi gelen tarafınızdan başlayacağım. Bu ölçüsüzlük özellikle konuşmaların arasına sıkıştırdığınız doğa tasvirlerinde görülüyor. İnsan okurken o tasvirlerin daha sık, daha kısa, şöyle ikişer satırlık bir şeyler olmasını istiyor. ‘Nezaket’ ‘Mırıltı’ ‘Yumuşak’ gibi kelimelerin sık sık kullanılması bir özenti havası veriyor, soğuk bir monotonluk, bunaltıcı bir hal yaratıyor.”

Anton Çehov gibi bir yazarın yaptığı bu eleştiriyi Gorki şu sözlerle yanıtlamış:

 “Ara sıra bana zayıf noktalarımı göstermenizi, öğüt vermenizi, kişiliğini daha bulmamış bir arkadaşa davranılacağı gibi davranmanızı istiyorum.”

İşte gerçek yazar olgunluğu!

*

Oktay Akbal’ın, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki tüm yazıları
*


  
Oktay Akbal’la Söyleşi / Mustafa Baydar

Gazeteci yazar Oktay Akbal'ın 1950'lerde Mustafa Baydar'a verdiği söyleşinin de yer aldığı ve son olarak İletişim Yayınları'ndan çıkan "Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar" kitabından Akbal'ın söyleşisini aynen yayımlıyoruz.
İstanbul - BİA Haber Merkezi01 Eylül 2015
Yanılmıyorsam sizin ortaya attığımız “mutlu azınlık” sözü birçok yorumlara uğradı, lehte ve aleyhte yazılar yazıldı. Acaba bu sözünüz yanlış mı anlaşıldı? Düşüncenizi yeniden açıklamak ve aydınlatmak ihtiyacını duyuyor musunuz?

“Mutlu azınlık” derken ne demek istediğimi birkaç yazı ile açıklamıştım. Burada uzun boylu üzerinde durmak istemiyorum. Mutlu azınlık deyimini ben yaratmadım. Stendhal Kızılla Kara’nın başına yazmış. Yapıtlarının ölümünden yüz yıl sonra anlaşılacağını, sevileceğini, ancak o zaman mutsuz çoğunluğun malı olacağını anlatmak istemiş. Yaşadığı çağın gereklerine uymaktan, beğenilerine kapılmaktan, büyük okur kitlesinin hoşlanacağı çeşitten şeyler yazmaktan kaçınmış. “Mutlu bir azınlığa” ithafıyla bunları anlatmış. Ataç’ın dediği gibi, “Kendini düşünmüyor, yalnız işini, dölütünü [sanatını] düşünüyor. Boyun eğmiyor günün dileklerine, çoğunluğun buyruklarına. Mutlu azınlığa sunuyor yapıtlarını, mutlu azınlık dediği de öyle sanıyorum ki bir kendisi... İstediği kendi kendini aşmak. Biliyor ki, bir kişi ancak kendi kendini aşmaya çalışmakla toplumunu, ulusunu, bütün kişi oğlunu yükseltebilir.” Bu kadar açık bir düşünceye ters, yanlış anlamlar verenler oldu. Ben sanat erinin çoğunluğun beğenisine uygun eserler yazarak kabiliyetini harcamamasını isterim. Çünkü her sanatçı bir çeşit öncüdür. Çoğunluğun keyfine hizmet edip para kazanan, ün çağlayan kişiyi sanatçı saymam ben. Mutlu azınlık için yazmak, zenginlerin, hah vakti yerinde olanların keyfini hoşnut etmek, onların yararına çalışıp, geniş halk kitlelerine sırt çevirmek demek değildir. Özlediğimiz, bugünkü mutsuz çoğunluğun da yarın sanat anlayışı bakımından mutlu bir çoğunluk haline gelmesidir.



Memleketimizin okuyucu kitlesi bakımından arzulanan seviyeye gelememesinin sebepleri...

Memleketimizde çeşit çeşit okur var. Kerime Nadir veya Mükerrem Kâmil Su’nun romanlarını okuyan on-on beş bin kişi var. Bunlar da okur. Hem de kitapları dört beş lira vererek alıyorlar. Bir de bizim kuşağın on yıldan beri uğraşa didine âdeta yaratarak ortaya çıkardığı beş bin kişiye zorlukla yükselen seçkin bir okur kitlesi var. Dileğimiz bu seçkin okurların günden güne artması. Türkiye’de beğenisi, anlayışı olan okurlar gittikçe artacak elbet. Milletimizin kültür seviyesi yükseldikçe okurlar da gerek kalite, gerek sayı bakımından olgunlaşacak. Bunu hızlandıracak çareler, yollar var. Şimdi aklıma geleni, okullarda okutulan edebiyat derslerini gerçekten edebiyat beğenisi aşılar bir hale getirmek.

Türk cemiyeti sizce ne ölçüde Batı uygarlığına geçebilmiştir?

Toplumumuz Tanzimat’tan beri Batı uygarlığına giden yolda yürüyor. Ama bazen pek yavaş, bazen pek hızlı. Arada bir de yerinde saydığı, hatta birkaç adım geri attığı oluyor. Atatürk devrimleri hızı kesilmeden sürüp gitseydi bugün Batı uygarlığına daha çok yaklaşmış olurduk.
Bugünkü sanatçıların medeni cesaret bakımından Tanzimat ve İstibdat nesli sanatçılarından geride kaldığı söyleniyor.

Dünyanın her yerinde sanatçıların topluma olan etkileri eskisine nispetle azaldı. Birkaç yıl önce “Edebiyat Ölüyor mu?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bunda çağdaş edebiyatçının toplumun gözünde değerinden ve etkisinden çok şey kaybettiğini söylemiştim. Yalnız bizde değil. Örneğin bir Emil Zola’nın, çağının toplumuna yaptığı etkiyi göz önüne getirin. Zola’nm bir makalesi Fransa’yı birbirine katmıştı. Bugün hangi Fransız yazan aynı tepkiyi uyandırabilir? Edebiyat o sıralarda rakipsizdi. Bugün sinema, televizyon gibi rakipleri var. Günümüz sanatçılarının toplum üzerinde etkileri eski sanatçılarınki gibi kesin olmaktan uzak. Ayrıca siyasi inançların kaynaştığı bir çağda sanatçı her an içinden çıkılmaz çukurlara düşmek tehlikesindedir. Zaten geçim zorlukları karşısında bunalmış olan çağımız sanatçısı dünkü sanatçıların geçim derdinden uzak davranışlarını yapamaz elbet.
Son zamanlarda sizi “sosyal sanat” yapmamak, yazılarınızda fazla ferdî kalmakla itham ediyorlar, ne dersiniz?

Bugün sosyal sanat yaptığım savunanların çoğu Fecr-i Ati’ye vergi bir duygululuk ve romantizm havası taşıyan şiir ve hikâyeler yazıyorlar. “Gökyüzünden geçen bulutlar insanların ıstırabına ağladı” gibi mısralarla sosyal sanat yaptıklarını sananlar kendilerinden başka kimseyi aldatamazlar. Ben hikâye ve romanlarımda kişioğlunu kendimce anlatıyorum. Bence bir kişinin iç dünyası varılamayacak, keşfedilemeyecek kadar uçsuz bucaksızdır. Sonsuz meselelerle doludur. Toplum da bireylerden kurulduğuna göre bireyin dünyasını iyice tanımak ve tanıtmak niçin “sosyal sanat” yapmak olmasın? Benim öyle bir iddiam yok. Ben sevdiğim, hoşlandığım, acısını duyduğum, sevincini tattığım şeylerden bahsediyorum. Bütün ufak tefek ayrıntılar kişioğlunun ölmez görünüşünü çiziyor. İlk hikâyelerimden beri beni kişinin iç dünyası ilgilendirdi. Bu iç dünya ile dış dünya arasındaki çelişmezlikler, çarpışmalar, yıkılmalar. Her sanatçının kendine vergi bir kişiliği vardır. Ben büyük şehirde yaşayan bireyin serüvenini anlatıyorum. Kendime göre, kendi yönlerimden. Her yazar kendine göre bir dünya kurar. Benimki bu. Gerçekten sanat değeri taşıyan bir eserin sosyal ve beşeri ölçüler bakımından da değerli olacağına inanırım ben.
Sait Faik son olarak Gülen Erdal’a verdiği mülakatında hikayeciler arasında en fazla sizi beğendiğini söylüyor. Sait Faik’le herhalde benzer yönleriniz olacak...

Sait Faik’ten çok şey öğrendim. Yalnız ben değil, bir kuşağın hikayecileri ondan neler öğrenmediler ki! Bir kere hikâye yazmak isteğini, özlemini bana Sait Faik’in ilk okuduğum hikâyeleri verdi. Sonra çevreme, insanlara, kendi içime nasıl bakılacağını gene onun hikâyeleriyle öğrendim. Sait Faik’in kişiliğim üzerinde büyük etkileri oldu. Uzun yıllar dostu olarak da çevresinde yaşadım, ikimiz de her kişiye üzerinde uzun uzun durulup düşünülecek birer dünya gözüyle bakıyorduk. Sanatçının her şeyden önce kendi dünyasını anlatması gerektiğine inanıyorduk. Sait’le yakınlığıma bunlar birer açıklama olabilir.
• Önce Ekmekler Bozuldu ve Aşksız İnsanlar adlı kitaplarınızın ikinci baskılarını yaparken dillerini biraz değiştirdiniz. Bu lüzumu neden duydunuz? Bir sanatçının buna hakkı var mı?

Önce Ekmekler Bozuldu 1946’da çıktı, Aşksız İnsanlar 1949’da. Bu iki kitapta yer alan hikâyeler 1942 yılları arasında yazılmıştı. 1955’te ikinci basımlarını yaparken onları aynı şekilde kitaba alamazdım. On yıl içinde dilimiz görüyorsunuz ne kadar arılaştı. O hikâyeleri eski halleriyle yeniden ortaya çıkarmak bana yersiz geldi. Öteki kitaplarımın örneğin Garipler Sokağı’nın da ikinci basımını yaparsam aynı şekilde dilini değiştireceğim. Bir yazar ömrü boyunca dili üzerinde çalışmalı bence. Çünkü bizim dilimiz Fransızca, İngilizce gibi istikrar kazanmış durumda değil. Yazılarımızın ileriye kalmasını istiyorsak hiç değilse dil bakımından bunu şimdiden sağlam bir yapıda kurmaya çalışalım.

Edebiyatımızın tenkit yönü ne durumdadır?

Edebiyatımızın tenkit yönü ne yazık ki, bomboş. 10 yıldan beri o kadar şair, hikâyeci, hatta romancı yetişti, tek bir eleştirmeci yetişmedi. Şair ve hikâyeciler ister istemez zaman zaman eleştirmecilik yapmak zorunda kaldılar. Nurullah Ataç eleştirmeci olmaktan çok, usta bir deneme yazarıdır. Bizim kuşaktan olduğu kadar daha sonraki kuşakta da eleştirmeyi kendine alan olarak seçen tek bir gönüllü çıkmadı, çıkamayacak galiba. En üzücü yön de bu.
Sevdiğiniz hikâyeci ve romancılarımızdan birkaç isim söyleyebilir misiniz?

Günümüz hikâyecilerinin hemen hepsinin sevdiğim hikâyeleri vardır. Bazılarını kendime yakın bulduğum için, bazılarını da benim hiçbir zaman yazamayacağım, göremeyeceğim şeyleri görüp yazdıkları için severim. Sait Faik’ten Özcan Ergüder’e kadar gelen hikayecilerin yeni sanatımıza yararlı oldukları kanısındayım. Derece derece, az veya çok. Romancı olarak da Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Orhan Hançerlioğlu güçlerinin yettiğince çalışıyorlar.

OKTAY AKBAL – Öykünün Büyüsü / Ayhan Aydın

Oktay Akbal ülkemizin yüz akı öykücülerinin başında yer alıyor. Niye yüz akı diyorum? Onun öyküleri, kitapları, denemeleri, tüm yazıları bizi aydınlık bir dünyaya götürüyor. İnsan sıcaklığı, duygu yoğunluğu o kadar fazla ki onun eserlerinde o öyküleriyle, yazılarıyla bir şiir atmosferinde yolculuk yaptırıyor bize. Bu büyük öykücümüzle yazı yoluyla yaptığım söyleşi çalışmasını sizlerle paylaşmak beni mutlu kılacak.

Sevgili Akbal öykü ve romanlarınıza, denemelerinize baktığımızda şiirsel bir anlatış, lirik bir temayla karşılaşıyoruz. Toplumsal sorunları anlatırken bile aynı sıcaklıkla kavrıyor kelimeleriniz, cümleleriniz bizleri.

Bu insan sıcaklığını yakalamış değerli yazarımız bize kendisini nasıl anlatır? Çocukluk günlerinden bugüne hayatı hakkında neler söyler?



Bir yazarın gerçek yaşamı yazılarındadır. Yapıtlarımıza bakarak yaşamımızın nasıl geçtiğini, geçmiş olabileceğini çıkarırlar. Ben bir İstanbul insanıyım. Şehzadebaşı’nda doğup büyüdüm. Gençliğim Fatih’te, biraz da Erenköy’de geçti. Çocukluk günlerimde mutlu anlarım da oldu, ama acılı günlerim, yıllarım da. “İnsan Sıcaklığı” adını verdiğiniz şey kişinin kendine, çevresine, dünyaya, yaşama bakışıdır. Umutlu, iyi niyetli olmasıdır. Yazdıklarında da bunu yansıtması kaçınılmazdır elbet.



Roman ve öykülerinizde genel toplumsal sorunlar yanında özellikle insanların ruhsal derinliklerine giren gizemli yaşamlarını, hüzünlerini, hayallerini işliyorsunuz. Siz bir edebiyatçı olarak da çok kuvvetli bir gözlemcisiniz. İnsanları ve yaşamı sürekli izliyorsunuz?



Her gerçek yazar önce iyi bir gözlemcidir. Dış dünyaya da iç dünyaya da gerçek bir gözlemci olarak bakar. Ben bireyin toplumun bir parçası olduğunu –herkes gibi- düşünürüm. Yazar da bireyi içinde yaşadığı çevrenin dışında, toplumun dışında bir varlık sayamaz. İstese de sayamaz. Öykü yazarı da gazetelerde köşe yazıları yazan ama yazdıklarının kalıcı olmasını, yalnız şimdiye değil geleceğe de seslenmesini isteyen insanoğlunu ve onun yaşamını sürekli izleyen biridir.



Şimdiye kadar yayınlanan binlerce yazınızda, kitaplarınızda hep insanın özünü yakalamış, sıcak insan duyarlılığında insanın, Türkiye’nin toplumsal sanat ve edebiyat dünyasının sorunlarını, güzelliklerini, çilelerini, çelişkilerini işlediniz, anlattınız. İnsana ilişkin sorunların giderilmesinde yazının, sanat ve kültürün önemi yadsınamaz. Fakat Türkiye’de XX. Y.Y.’da bile bu gerçek hâlâ anlaşılamıyor.

Peki bu gerçek hâlâ sizce niçin anlaşılamıyor Sevgili Akbal?



Bir toplumu değerlendiren, ona çağdaş dünyada önemli bir yer, bir anlam kazandıran tek güç, sanattır, edebiyattır. İnsanı gerçek bir insan kılan… Bir eğitim işidir her şeyden önce. Ama ülkemizde sanata, edebiyata önem verilmeyen, günden güne de bu alanda gerilere düşen bir durumdayız. Sorun politikacılarımıza ne zaman gerçek bir sanat yapıtıyla, bir kitapla, bir şiirle dostluk kurabilmişler? Alacağınız yanıt çoğunlukla olumsuzdur.



Siz aynı zamanda ülkemizde demokrasinin, laikliğin yerleşmesi için çaba harcayan değerlerimizden birisiniz. Demokrasi ve laiklik olmadan ülkenin ilerleyemeyeceğini savunuyorsunuz. Demokrasi hem insana hem devlete gerekli. Herhalde sanat ve edebiyatın da gelişip serpilmesi hür ortamlarda olabilir?



Demokrasi, laikliğin baş koşuludur. Laiklik de demokrasinin… Ayrılmaz parçalardır bunlar. Laik olmayan toplumlara bakın, hiç birinde demokratik bir uygulama yok. Dikte rejimleri şeriatçı kafaların yönettiği ülkeler, uygarlık alanında gerilere düşmüşlerdir. Bugün bağnazca din duyguları, koşullarıyla yönetilen hiçbir ülkede demokrasi yoktur. Uygarca bir yaşam da…



Sizin bir çok değerli dünya yazarından çeviri eserleriniz oldu. Sevgili Akbal çeviri yapmak, başka dilden bir eseri dilimize kazandırmak nasıl bir duygu. Bunun zorlukları neler?



Gençliğimde pek çok kitap çevirdim. Camus’dan, Sartre’a, Kessel’den, Seminon’a daha başkalarına. Çeviri yapan kişi her şeyden önce kendi dilini en ince ayrıntılarına kadar bilmelidir. Bir Latin atasözü “Çevirici bir aindir” der. Özellikle şiir çevirileri apayrı bir nitelik ister, çevirenin şair olmasını.



Uzun yaşamınız içinden şair ve yazarlarımızla yakın dostluklarınız oldu. Bu dostlarınız aynı zamanda edebiyatımızın da büyük isimleriydi. Bize bu yakın dostluklarınızın anılarından bahseder misiniz? Edebiyat dünyamızda sizce neler değişti. Siz bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?



Edebiyat dünyasına çok genç yaşta katıldım. Bu yüzden de son yarım yüz yılın içinde pek çok yazar, şair dostum oldu. Bir çoğunun yakın arkadaşı oldum. Bu konuda yazdığım kitaplardan “Şair Dostlarım”, “Anı Değil Yaşam” ve “Şairlere Ölüm Yok” da bu tür anılarımı anlattım.



Yarınlar Hesap Sorar isimli eserinizde Ali Sirmen’den bir alıntıya yer veriyorsunuz. “Bir avuç gökyüzü hapistekiler için özgürlüğün simgesi.” Ama özgürlük yasaktır yazarımıza, çizerimize, o doğduğu andan beri büyük bir gaz altındadır. Çetin Altan’ın ilk romanında belirttiği gibi; “Bir avuç gökyüzü çok görülür ülkemizin aydınına, insanına. Yok bir avuç gökyüzü büyük göz altı var. Özlemeyin bir avuç gök yüzünü, büyük göz altına alışmaya bakın”, (s. 203)

Siz zorbalık baskı ve zulüm karşısında da, tüm engellemeler karşısında da yine bıkmadan usanmadan insandan, doğrudan yana mücadele verilmesini savunuyorsunuz. Aydınlar, yazarlar böyle yapmasa “Yarınlar Hesap Sorar” diyorsunuz.



Yazar olmak gerçekleri bütün acılığı ile de olsa sergilemektir. Yazar yalnız içinde yaşadığı dönemden değil gelecek yıllardan da sorumludur. Edebiyatın işi okurlara hoşça vakit geçirtmek değil, onları aydınlatmak, yaşama bağlamak, birbirimizi sevmeyi öğretmektir. Yarınlar elbet hesap soracaktır. Yarınki kuşaklar “adam güzel şeyler yazmış, ama toplumdaki gerçekleri ya görmemiş ya da gözlerden saklamış” demesinler. Bakın Tevfik Fikret gibi Nazım Hikmet gibi şairler yıllar sonra etkinliklerini sürdürüyorlarsa, daha da sürdüreceklerse içinde yaşadıkları toplumun gerçeklerini en güzel biçimde dile getirmelerindendir.



Yüzyıllık Umutsuzluk, isimli kitabınızı bana imzalarken “Umut hep yaşamalı” diyorsunuz. Peki umutlar hiç tükenmeden hep canlı nasıl yaşatılabilir?



Ben her zaman, en umutsuz görünen günlerde bile umuttan yanayım. Umut olmazsa yaşam sona erer, bir anlamı kalmaz. Ama umutları gerçeğe çevirmek çabası da unutulmamalı. Durup dururken umutlar kendiliğinden gerçekleşemez.



Bir kitabınızda yine “Yüzyıl yanar köz düşer yüz yıl yanar Senin de oğlun ölse Yüreğin yüz yıl yanar” diye bir Doğu ağıtından bahsediyorsunuz. Günümüzde insanların birbirine düşürüldüğüne, yüreklerin yanmaya devam ettiğine tanık oluyoruz. Baskı ve işkencenin yanında yaratılan bir Kürt/Türk, Alevî/Sünni zıtlaşması var.

Bu zıtlaşmalar sorunları daha da arttırmaktan başka bir şeye yaramıyor, her halde?



Türkiye daha doğrusu Anadolu bir mozaiktir. Çok çeşitli etnik gruplar yaşar. Bir yabancı bilgin bunların sayısını ellilere kadar çıkardı. Nice kavimler gelmiş geçmiş bu topraklarda yerleşmiş. Nice birikimler üst üste yığılmış. Demokrasi bütün bu zenginliği çeşitliliği bir odakta toplamaktır. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” demişti. “Ne mutlu Türk olana” dememişti. Bu sözün taşıdığı değeri bilmek gerek.



Sevgili Akbal sizce Anadolu Halk Kültürü ürünlerinin çağdaş Türk Edebiyatına ne gibi etkileri olmuştur.



Halk edebiyatımız bir kaynaktır. Türk halkının niteliklerini sergileyen, bizlerin de yararlanması gereken bir kaynak.



Söyleşi; Ayhan Aydın,
DAMAR DERGİSİ, SAYI, 63, HAZİRAN 1996,
OKTAY AKBAL’LA SÖYLEŞİ, SAYFA 2-3.

*
Oktay Akbal İle Söyleşi /  Feridun Andaç

__ ...

__"Babamın erken ölümü, ekonomik durumumuzun bozulması, annemle kapalı bir yaşam, geçim sıkıntısı beni iç dünyama kapattı. Olaydan çok iç düşünceler, sezgiler, arayışlar, düşler ağır bastı. Ama bunlardan da yalnız kendimi değil, kendime benzeyenleri anlattığımı, her okuyanın bu öyküleri 'kendisi yaşamış' gibi duymasını istedim. Doğallıkla bu, kendiliğinden oldu. Yazmanın, anlatmanın doğal akışı içinde."

__ ...

__"Her yazar kendi kuşağıyla, sorunlarıyla, acıları, serüvenleriyle ister istemez baş başadır. Ben İstanbul'da, Şehzadebaşı'nda doğdum büyüdüm, ikinci Dünya Savaşı'nda gençliğim geçti. Her an savaşa alınmak, ölümle karşılaşmak tehlikesiyle baş başa. Savaş sonrasında da bunalımlı yıllar yaşandı. Hâlâ da toplum sağlam bir yere yerleşmiş değil. Ben de büyük kentteki bireyin öykülerini yazdım. "

__ ...

__"Yazarın, sanatçının önce kendisi için yazmasının kaçınılmazlığını yazdığım için, gerçek sanat yapıtının önce yaratıcının kendisinin, sonra da Stendhal'in deyimiyle, "mutlu bir azınlık"ça beğenilmesini istediğim için geçmiş yıllarda epey eleştiriye uğradım. Bugün de görüşlerim değişmedi. Sanat yapıtları ısmarlama bile olsa, sanatçı o yapıtı yine de kendi beğenisiyle ortaya koyar. Ustalığa erişmek için başkalarının isteklerini, övgülerini, yergilerini düşünmeden kendisi için, kendisini "tatmin etmek" için yazar. 

Öykülerimde, romanlarımda "ben"den pek çok izler elbette var, ama o "ben"ler öyküdeki kişilerdir, kişidir. Zaten isteseniz de gerçek yaşamınızın bir parçasını olduğu gibi veremezsiniz. Yazı, gerçeği değiştirir, başka bir biçime sokar, sanat yapıtında yaratıcıyı aramak kolay bir yoldur, çoğu kişiyi yanıltan bir tutumdur. " 
__ ...
__"Ben ve Tarık Buğra, Necati Cumalı, Sabahattin Kudret, Tarık Dursun vd. kendimizi toplum gerçeklerinden koparmadık; bu gerçekler içinde çırpınan insanoğlunun serüvenlerini, gündelik yaşantısını iç ve dış derinlikleriyle verdik.”


 (Feridun Andaç, "Bir Öykü Evreni Yazarın Evreninden bir Parçadır", Oktay Akbal İle Söyleşi, Adam Öykü, sayı 4, Mayıs-Haziran 1996.)


* 

Erol Ertuğrul

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir yaşamını yitirip öteki dünyaya gittiğinde; cennete geldiği söylenmiş. Gözlerini açıp çevreye bakınmış, “Nerede Gökova” demiş. Cevat Şakir bir Gökova hayranıydı. İtalyanların ünlü bir sözü var “Roma’yı gör, sonra öl.” Şakir “bu söz yanlış, doğrusu ‘Gökova’yı gör ve yaşa’ olmalı” derdi.

Sevgili Oktay Akbal da bir Gökova hayranıdır. O nedenle yıllardır Akyaka’da yaşıyor. İstanbul’a hiç gitmiyor, gitmek de istemiyor. Hep Gökova’da kalmak istiyor. Akyaka’daki bahçesinde bahar da açan erik çiçekleri, Gökova’daki laleler, çam ağaçları, buz gibi azmak, masmavi deniz ve Gökova Körfezi onu umutlandırıyor.
 
Oktay Ağabey uzunca bir zamandır Akyaka’da hasta yatıyor. Değerli eşi Ayla Hanım ona bitmez tükenmez bir ilgi ile bakıyor. 2015 yılının sıcak bir Ağustos günü onunla bir söyleşi yaparken, beraber Akyaka’da geçirdiğimiz eski günleri anımsadım. Son görüşmelerimizin birisinde AKP’nin ve Erdoğan’ın yaptıklarını konuşurken, “Keşke bu kadar yaşamasaydım da bu günleri görmeseydim” demişti. 

Onunla geçirdiğimiz şiirli, rakılı söyleşiler, Akyaka’dan Marmaris’e, Sedir Adası’na, Sarayköy kaplıcalarına gidişler unutulur gibi değildi. Oktay Ağabey benim bir kitabımın önsözünü yazmıştı. Öteki kitaplarım için de Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde yazılar yazmıştı. 

Oktay Akbal, İstanbul’da Fransızca ilk ve orta eğitim görmüştü. Babası onu Galatasaray Lisesi’ne kaydettirmek istemiş, Fenerbahçeli olduğu için Galatasaray Lisesi’ne kayıt olmamıştı. Bu olayı gülerek “çocukluk” diye anlatırdı. Başka bir Fransız lisesini bitirmiş, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girmişti. Fransızca çeviriler yapar, birlikte olduğumuz zamanlarda okuduğu Fransızca kitaplardan bize bilgiler verirdi.

Dedesi Osmanlı’nın ünlü valilerinden Ebubekir Hâzım Tepeyran’dır. Sivas, Trabzon, Musul, Bağdat ve Beyrut Valiliği yapmıştır. Mustafa Kemal’e verdiği destekten ötürü Nemrut Mustafa Paşa Divanı’nda yargılanıp idama mahkûm edilmiş, cezası kürek mahkûmiyetine çevrilmiştir.

Oktay Ağabey anlatırdı. Oktay Akbal, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer zamanında Cumhurbaşkanlığı Büyük Edebiyat Ödülü’nü almıştı. 

Şimdi onu böyle hasta yatağında görmek bana acı veriyor. Oktay Ağabey iyi değil. Onunla daha sonra bir kez daha böyle görüşebilir miyim bilemiyorum. Zaman zaman konuşamıyor. Zaman zaman güçlükle konuşuyor. Yüzündeki yara onu üzüyor, moralini bozuyor. 

Geçmişte ortak bir yığın anıyı gerçekleştirdiğimiz Türk yazınının usta kalemi aydınlanmacı koca Oktay Akbal’ı böyle görmeye güç dayanıyorum. Bir gece önce hiç uyuyamamış, acılar çekmiş. Sevgili eşi Ayla Akbal üzüntüyle anlatıyor. Sorularımı acı ile soruyorum.


HASTALIK YATAĞA MAHKUM ETTİ

Oktay ağabey nasılsınız. Aylardır yazılarınızı göremedik, özledik sizi .

Gördüğünüz gibi artık yatağa mahkûm oldum. Bir buçuk yıldır yazamıyorum. Güç okuyorum. Hem yaşlılık, hem hastalık. Yüzümde gittikçe yayılan tümör de beni bunaltıyor.

Ağabey ilk kitabınızı ne zaman yazdınız, ilk kitap hangi kitabınızdı.

İlk kitabım “ Önce Ekmekler Bozuldu” idi. Onu yazdığım zaman 19 yaşındaydım.

En sevdiğiniz kitabınız hangisidir? Bu arada kaç kitap yazdınız?

Kitaplarımın hepsini severim. Kaç kitabım var bilemiyorum. Tercümeler, öyküler, denemeler, romanlar. Herhalde sayıları 80’i aşmıştır. 

Ne zamandan beri Akyaka da yaşıyorsunuz?

30 yıldır Akyaka’dayız. Önceleri yazları gelirdik, ama son üç dört yıldır İstanbul’a gidemiyoruz. Hastalığım nedeni ile yaz kış Akyaka’dayız. Akyaka’yı da, insanlarını da çok seviyorum. 


‘AYDINLIK, TÜRKİYE’NİN CESUR GAZETESİ’

Son genel seçimi nasıl değerlendiriyorsunuz. Ülkenin geleceğini nasıl görüyorsunuz. Türkiye nereye gidiyor?

Halk son genel seçimde büyük bir çoğunlukla iradesini ortaya koydu. Ülkenin bu karanlık duruşuna dur dedi. Bu siyasal irade gerçekleştirilmezse ülkenin geleceğini karanlık görüyorum. Pek umutlu değilim. Ancak umudum, vatansever, aydınlık Atatürk çizgisinden ayrılmayan gençlerdedir. Yılmamak gerek. Ülkenin bu durumunda yazı yazamadığım için üzgünüm. 

Aydınlık okurlarına bir mesajınız var mı?

Aydınlık gazetesi Atatürk ilkelerine, ülkenin bütünlüğüne içtenlikle sahip çıkan, emeğe saygılı, adı gibi aydınlık öncü bir gazetedir. Destekliyorum. Aydınlık gazetesi Türkiye’de aydınlık muhalefeti cesurca yerine getiriyor. Okurlar da, halk da bu gazeteye sahip çıkmalı. Aydınlık okurlarını da, çalışan değerli yazarlarını da kutluyorum. Onları sevgiyle selamlıyorum. Hastalığım süresince gösterdiğiniz ilgiye, başta Vatan Partisi Genel Başkanı değerli yazar sayın Doğu Perinçek olmak üzere hepinize teşekkür ediyorum.


*
...
Kemal Sulker’le bir “söyleşi”sinde de Akbal, şunları söylemektedir:

“Bugün benim yazdıklarımı, yazacaklarımı, yazmayı düşündüklerimi başka biri yapmış olsa kalemi her hâlde elime almazdım. Hikâyelerimde büyük kenti, insanım, yaşamını, birtakım kendine has özellikleri ve gariplikleriyle kentin atmosferini, içinde yaşayan, bana yakın olan insanların sıkıntılarını, keder ve sevinçlerini, onların iç dünyalarma geçirmekte olduğumuz bunalımlı yılların yaptığı etkiyi, toplumumuzun dünkü ve bugünkü manzaralarını vermeye çalıştım, çalışıyorum. Kısacası yaşadığımız devri, bütün özellikleri, renkleri ve çelişkileriyle vermek istiyorum.”


“Önemli olan yaşadığımız bu memleketin, içinde bulunduğumuz bu bunalımlı devrin, günden güne, bu sarsıntılı dünya üstünde ne yapacağını şaşıran insanların öyküsünü, romanım, şiirini yazmak olduğunu daha 1949’da Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayımlanan yazımda açıklamıştım. Yine de böyle düşünüyorum. Gelecek kuşaklara yaşadığımız dönemin toplumsal ve yaşamsal manzarasını edebiyat çerçevesi içinde bırakmaktan yanayım.”






Oktay Akbal'a saygıyla... 
Ahmet Gencal


 TOPA TUTMAYA GİDİYORUZ OKTAY ABİ…

İki satır okumam yetti… Sen de mi dedim? Kendi kendime… Yaşın benden çook büyük ama sana abi demek geldi içimden… 

Şu yukarıdaki resmi de görünce, tamam dedim içimden, Oktay Abi ye götürmeliyim, yukarıdaki gibi bir kamyon topu. Onunla birlikte sohbetimizde ne topa tutardık ama milleti…
Hani derler ya kırk yıldır tanıyormuşum gibi. Hayır benimkisi öylesinden değil, Oktay Abi dedim hemencecik baksanıza, bu devirde birisine abi demek kolay mı? Yüreğimdeki tereyağı kıvamındaki hüznü o kazırdı ancak belki, sohbet edebilseydik seninle. İki cümle kurardım sana, ben nasıl iki cümleni okuduktan sonra sen de mi dedimse sana… Sen de iki cümlemi dinledikten sonra, kim bilir benden çook yaşlı olmana bakmadan, içerdeki 30 yıllık buzdolabından, meyve suyu falan getirirdin, hararetli konuşmamızı serinletmek için biraz.
Hizmet ettirdin adamı kendine mi diyorsunuz? Bu sizin anlayabileceğiniz hizmetlerden değil, Oktay abinin getirdiği meyve suyundan içebilen kaç kişi varsa ancak onlar anlamıştır beni… Kusura bakmayın… Bizimkisi bir aşk hikayesi, iki aşık bir araya gelince elbette birbirlerine aşk ile ikram edecekler, bugün onu ziyarete geldik unutmayın. İkimiz de aşksız insanlar değiliz sonuçta… Bir kamyon top var bahçede baksanıza. Tamam gülme ya Oktay abi, ne yapsaydım, çiçekle mi gelseydim yanına…

Yazdık yazdık da ne oldu beee… Define aradık klavyenin tuşlarından. Sen Bizans Definesi dedin, ben de o ne abi dedim ancak… Define haritası okumaya elverişli değil henüz kapasitem. O kadar da yüklenmesen diyorum… Meyve suyu bitti bitecek, bu koca şehirde yaşayan şeytanlara birer birer nasıl dağıtacağız bu topları, büyük bedende gizli çocuklar, hadi bakalım, sokak sokak arayacağız sizi galiba… Garipler Sokağından başlayacağız ilk değil mi abicim? Sonrası bakalım nerelere çıkacak, sana uçan halı getirseydim bu kadar sevinmezdin eminim buna. Hadi abi, benden gençsin biliyorum, ihtiyar delikanlı ile genç ihtiyar kol kola hadi başlayalım topa tutmaya… Tek suçumuz insan olmak misali…


Yoruldum, yine erken pes ediyorum galiba… Bakma öyle abicim, gülümsemenin ardındaki sokaklara sokma beni şimdi… Takatım kalmadı… Şöyle uzanasım var şuraya… Dondurma var mı dondurma? Hani bir sinema açsak, kafa dağıtsak, dondurmalı sinema terimizin üzerine buğu yapsa, gere gere mi, sere serpe mi…

Şimdi kalkmam lazım bilgisayarın başından, yine yarıda kesildim… Sadece bana ait bilgisayarım yok ki… Neden kızıyorsun? Sen de yarıda kesmedin mi? Oysa daha çok yeni tanışmıştık, gözlerinin içindeki damla kuyusunu tanıyamadan çekip gittin. Bir daha gelmemecesine… Şimdi ben ne yapacağım? Tam bir bahçe buldum kendime derken… Yine yalnız kaldım, her zamanki gibi…

Ahmet GENCAL
11-09-2015, İstanbul

_______________ 
* Ahmet Gencal, İngilizce Öğretmeni, Psikolojik denemeler ustası...
***
Oktay Akbal ile ilgili yazılardan

Oktay Akbal

Sevgili,
Bir haftalık seyahatten dönüşte aldım Oktay Akbal’ın haberini. Ayla Hanım’a telefon ettim. Hastanedeydiler. Doktorlardan birinin şu sözleri ise endişe vericiydi:
-Şimdiye dek “ölmek istiyorum” dediğinde dilindeydi, bu defa vücudu da söylüyor. 
Onunla tek taraflı tanışıklığımız başladığında ben ortaokul öğrencisiydim. O ise ünlü bir öykücü.
Ortaokulu bitirdiğimde “Garipler Sokağı”nı okumuş ve “artık romancılığa geçiyor” diye ahkâm kesmiştim. Gerçekten de kısa süre sonra “Suçumuz İnsan Olmak”ı yazdı. 
Yakın dostluğumuz 41 yıl önce bu günlerde Cumhuriyet’e girmemle başladı, ömür boyu sürdü.
Oktay Akbal’ı tek sözcükle özetle dersen, yanıtım “sevecenlik” olur. 
Gerçekten de onun belirleyici niteliği, içindeki çocuğu hep canlı tutmuş sevecen bir insan olmasıdır.
Ünlülere, afur tafurlarından dolayı hep sakınımla yaklaşan eşsiz dostum Erim Gözen, Oktay Akbal ile bir kez bir masada birlikte olduktan sonra şunu söylemişti: 
-Bu kadar alçakgönüllü ve sevecen adam az gördüm. Ne hoş insan!

Oktay Akbal ile ilgili kendisinin de sevdiği bir öyküm var. Daha önce de anlatmıştım, ama bir kez daha anlatayım:
Bir kitap imza günü için birlikte Adana’ya gitmiştik. Refik Durbaş da vardı. Adana’da âdettendir, Cumhuriyet’teki arkadaşlar pavyona götürdüler bizi.
İçeride ilk gözüme çarpan, etrafta dolanan yaşı geçkince bir konsomatris hanım oldu.
Kadıncağız Oktay Akbal’ı görünce, sevinçle haykırdı:
-Ooo şair dostlarım!..
Masaya oturduk, arkadaşlar çevremizde dolanan hanımı işaret ederek,
-Hanımefendiyi masaya davet etmemiz gerek dediler. Oktay Akbal itiraz etti:
-Canım ne konuşacağız. Kadın bunu duyunca öteden seslendi:
-Öyle demeyin Oktay Bey! Konuşacak bir şey buluruz, insan bir romandır.
Oktay Akbal utandı, kızardı, “O zaman buyurun hanımefendi” demek zorunda kaldı.
Hanımefendi bir sevinç çığlığı attı:
-Yaşasın edebiyat!
Ve gelip masaya oturur oturmaz Oktay Akbal’a dönerek sürdürdü konuşmasını:
-Biz de eskiden beri böyle değildik, sonradan bozulduk. Ama önce ekmekler bozuldu.
Ve kendi sorduğu soruya kendi cevap vererek devam etti:
-Suçumuz nedir biliyor musunuz Oktay Bey? Suçumuz insan olmak.
Oktay Akbal’ın bütün kitaplarını okumuş olduğu anlaşılan, her repliğinde onun kitaplarından birinin başlığıyla yanıt veren kadının “Nerede oturuyorsunuz” sorusuna vereceği cevabı ben de baştan tahmin etmiştim . Nitekim öyle de oldu:
-Garipler Sokağı’nda
Baktım konuşma böyle sürüp tehlikeli sulara doğru sürükleniyor ben de aynı yöntemle kitap başlığına atıf yaparak, duruma müdahale etmek zorunluluğunu duydum:
-Aman Oktay Akbal dikkat! Yoksa sonra yarın “Ayla”lar hesap sorar.

Bu olay gerçekte mi cereyan etti, yoksa hayal ürünü mü artık takdirine bırakırım; zaten sanal dünyayla gerçek dünyanın birbirlerine böylesine karıştığı bir ortamda önemi de yok.
Biz Oktay ve Ayla Akbal ile arada sohbet ederken, bu öyküyü anımsayıp güleriz.
Oktay Akbal ile dostluğumdan yalnız acı tatlı anılar kalmadı, ondan çok şey de öğrendim. 
Hapse girmekten korkan, ama en baskıcı dönemlerde, en muhalif yazıları gözünü kırpmadan yazan, uyaranlara da kızan ve sonunda 12 Eylül döneminde bir yazısından dolayı hapse de düşen Oktay Akbal’dan aydın cesaretinin ne olduğunu öğrendim. Bir de, böbürlenmeden direnmeyi.
Evet gerçekten Oktay Akbal böbürlenmez, direnirdi. 
Duyduğuma göre artık direnmeyi de bırakmış.
Bunları, dostumun son acıları karşısında bir şey yapamamamın kederiyle yazıyorum.
Ali Sirmen, 03 Mayıs 2015 Pazar

*
Aydınlanma
 ...
İçinden heyecan fışkıran, sorumluluk dolu satırlarındaki şu duygulara, düşüncelere bakar mısınız.
Pazar günü hastalık sonrası yazdığı ilk yazısının başlığı:
"Sonuna Kadar..."
Siz bunu "Son nefesime kadar direneceğim, yazacağım" biçiminde de okuyabilirsiniz.

Oktay Akbal yazısına önce yazarlık heyecanını aktararak başlıyor:
"Kişi kendini yazma coşkusuna kaptırırsa her şey geride kalıyor. Hastalıklar bile...
Ama gözün kararmış, sesin kısılmış, ateşin yükselmiş, ayakta duracak halin kalmamış, üstelik daha yeni bir ameliyattan çıkmışsın...
Masanın başına geçip daktiloya parmak basınca değişiveriyorsun!.."
Yazarlık işte budur:
Aklın yüreğin, bedene isyanı...
Yazı yazmanın verdiği heyecanın, yaşamın bütün sıkıntılarını unutturan tadı!

Daha sonra diyalektik yaklaşımı unutmuyor...
Kendi kendini irdeleyerek sürdürüyor yazıyı:
"Öyle mi acaba?
Zorla güzellik olmaz. Zorla da yazı yazılmaz.
Ama sen bunu genç yaşından beri bilirsin.
Binlerce okurun senin görüşünü, duyuşunu beklemişse, bekliyorsa, dayanacaksın, kaçıracaksın hastalık hallerini... mi dersin? İşte ben şimdi o haldeyim."
...

Ama bütün yazıları gibi bir kuyumcu özeniyle işlediği bu yazısının giriş bölümünü bitirirken de yine umudunu, kararlılığın, yazarlık sorumluluğunu vurguluyor:
"Yine de çabalayacaksın, yine de dayanacaksın...
Ülkeni dört yandan sarıp sarmalayan bir düşmanlığı yok etmek savaşına, bu yaşta da olsan katılacaksın."
...
Anayasa referandumuna gidilen bugünlerde aydın sorumluluğunun, yazarlık hayatının en büyük onuruna kavuşuyor Akbal:
Halkın yüzde 92'sine bile karşı durursun zamanında...
Hapse bile girersin bu uğurda...
Ama otuz yıl sonra bile olsa, haklılığın, direnişin, aydın sorumluluğun tarihe geçer!
Onunla aynı gazetede yazabilmek biz bütün Cumhuriyet yazarları için bir onurdur.
Pof. Dr. Emre Kongar

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

*

 
Edebiyat eleştirmeni olarak Oktay Akbal

2009 yılının son günlerinde Oktay Akbal, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Sait Faik’ten bir alıntı yaparak Türk edebiyatçılarının yaşadıkları sıkıntıları anlatmıştı:
“Annesi, ‘kaç tane hikâye kitabın çıktı’ diye sorduğunda, Sait Faik çok da saf bir cevapla çekildiği tuzağa düşer:
Böbürlendim: ‘Onuncu çıkacak’ dedim.
‘Kaç para aldın hepsinden’ dedi.
Hani bir paradan söz açılınca kızaran burjuva çocukları vardır, onlar gibi oldum, kızardım:
‘1200, bilemedin 1300’ dedim”.
Bu cevabı alan anne vay benim enayi oğlum diyerek mutfağa tarhana çorbasını pişirmeye geçer.”
(Akbal, Cumhuriyet Gazetesi, 20.12.2009)

Akbal kendini düşündüğünde annesinin bu soruyu kendisine hiçbir zaman sormadığını itiraf eder. Annesinin her zaman yanında olduğunun bilincindedir. Ancak Akbal, annesinin de edebiyatla ekmek parası çıkarılmayacağını bildiğini bu yazısında dile getirir.

Bu kısa hatırat bile yazarların, en yakınlarının gözünde yazarlıklarının maddî olarak önce kendilerine sonra da yakınlarına bir şey kazandırmağının kanıtıdır.

Yazarlık acaba hayatı kazanmak için mi yapılmalıdır? Yoksa hayata bir şeyler katmak için mi? İşte bu çelişkiyi içlerinde yaşayan edebiyatçılarımız her zaman hayata, insanlara bir şeyler katmak inancıyla önce beyinlerini sonra da kalemlerini yılmadan konuşturmuşlardır. 
...
Mesut Çetintaş


*

Bir Yontu Ustası
"Yine gece olacak. Yatağımdan fırlayarak uyanacağım. Bahçede dolaşacağım. O, gelecek ağaçların gölgesinden, ay ışığından, dikilecek karşıma. İşte böyle diyecek. İşte senin yaşamın bu. Bu dünyadan kopardın beni kendi içine soktun. Kafanın derinliğine. Yüreğin olsaydı, oraya..."

Yontu nedir? Yontu; taş, tunç, mermer, kil, alçı, bakır gibi özdeklerden yontularak, kalıba dökülerek ya da yoğrulup pişirilerek oluşturulan yapıt... Oktay Akbal'ın en son yayımlanan öyküsünden aldığım (Yaşasın Edebiyat, Ağustos 1998) yukarıdaki küçük bölümce, onun öykülerinin bir yontu özelliği de taşıdığını göstermiyor mu bize diye soruyorum kendime.

Zühtü Müridoğlu'nun Anıtkabir'deki kabartmalarını, İlhan Koman’ın Akdeniz yontusunu, Hüseyin Özkan'ın Mimar Sinan'ını, Hüseyin Gezer’in Fatih'ini anımsıyorum. Bu yapıtlar, zamana başkaldıran yapıtlar; sağlam, süregen, ölümsüz... Ya Yurdal Duyar'ın "Güzel İstanbul" yontusu? Önce betondan yapılan sonradan tunca dökülen bu çıplak kadın yontusunun ölümsüzlüğü, özellikle dönemin şeriatçı başbakan yardımcısının ve bütün şeriatçıların çıldırmışçasına karşı çıkışları nedeniyle daha da herkesçe görülür duruma gelmiştir. Kadın bedeninden korkarak Arap çöllerinin doğurduğu, -Anadolu insanıyla hiçbir ilgisi bulunmayan- çöl düşüncelerine sığınmak, hiçbirimize bir yarar sağlamaz. Oktay Akbal’ın öyküsünden söz açmışken bir de Rodin'in "Öpüş" yontusuyla "Düşünen Adam”ını anımsayalım...

Oktay Akbal, son öyküsüne "Bir Büyük Adam" adını vermiş. Bir büyük adamın yontusunu sunuyor bize. Bu, aslında büyük yerlerde bulunmuş küçük biri. Yazıklı biri... Büyük görünümünün altında küçüklükler yapmış biri, yaşamı boyunca gücüne dayanarak yaptığı kıyıcılıkların, yaptığı haksızlıkların, dünyadan kopardıklarının etkisini yaşıyor, elinde olmadan; yaşıyor kendi içinde yeniden, ölmeden çürüyüp gidiyor; ölmeden ölüyor...

Bu durumu bir mermere yontarcasına gösteriyor bize Oktay Akbal. Bir zamanlar, astığı astık, kestiği kestikmiş adamın. Şimdi de bastonu silah sanki. Korumacılarına gereksinimi var. Ya birileri yolunu keserse, ya uzaktan bir silah... Kim bu adam? Her sözü buyruk sayılırmış. Yetersiz, yeteneksiz olmasına karşın nasılsa o önemli göreve getirilmiş. O görevde yaptığı işler baştanbaşa yanlışmış. Birçok insanın yaşamını körletmiş, birçoğunu ölüme göndermiş... Şimdi, yatakta da olsa, koltukta oturuyor da olsa, bastonu elinde, korumacılar arkasında yollarda yürüyor da olsa anıları diriliyor kafasında. Ölüme gönderdikleri ölmüş de olsalar ardını bırakmıyorlar; büyük adam korku içinde... İsteseydi, ölüme gönderdikleri ölmezdi, isteseydi yaşamı Körlenenler kurtulurdu.

Bu; bir özet midir, özeti yapılabilir mi bir yontunun?

Oktay Akbal’ın ne güzel öyküleri yayımlanıyor son zamanlarda 'Yaşasın Edebiyat’ta! Anımsıyorum:

Yaşam Bir karabasan, Hücrede karmen, "Evrak-ı Metruke "yi Kim yazdı, Sait Faik’le Bir Akşam Üstü (Daha önce yazılmış bir yazısı), Deniz'le Che, Bir Büyük Adam...

Doğrusu Oktay Akbal, öykülerinde her zaman yeni bir sanatçı, her zaman eşsiz, her zaman özgün.

Oktay Akbal, Cumhuriyet’te daha sonra Milliyet’te, en önce de Vatan'da binlerce yazı yazmış bir yazar. Ama düşünüyorum ki, Cumhuriyet döneminin en özlü ustalarından biri olarak asıl o bir öykü yazarıdır; bence asıl öykücü kimliğiyle “Türk Yazını Tarihi”ne girmiş, yapıtları Türk klasikleri içinde birinci sırada yer almıştır.

Nasıl ki her öykü yazarının, öykü yazarlığından başka geçimini sağlayan bir uğraşı varsa, onun da geçimini sağlayan işi gazeteciliğidir, köşeyazarlığıdır diyebiliriz.

Oktay Akbal'ın -bildiğim ölçüde- şu öykü kitapları yayımlandı bugüne değin:

Önce Ekmekler Bozuldu, Aşksız insanlar, Bizans Definesi, Bulutun Rengi, Berber Aynası, Yalnızlık Bana Yasak, Tarzan Öldü, İstinye Suları, İlkyaz Devrimi, Karşı Kıyılar, Hey Vapurlar Trenler, Lunapark, Ey Gece Kapını Üstüme Kapat...

Her biri bir başyapıt... Sanıyorum ki, bu yapıtlardan okumamış olanlar, Cumhuriyet dönemi Türk yazınının boyutlarını, Türk dilinin olanaklarını yeterince kavrayamazlar.

Öyküleriyle Oktay Akbal, insanoğlunun yazgısına biçim veren bir sanatçıdır. Yaşamın anlamını ya da anlamsızlığını böylece yakalıyor, bize gösteriyor. O, sanki bir yontu ustasıdır.
 Ahmet Miskioğlu

Türk Dili Dergisi, Eylül- Ekim 1009, sayı:68
*

Oktay Akbal’a güzelleme / Onur Caymaz  

Okul
Kitap okumak, her ne kadar okulla ilişkili değilse de hayatını kitaplarla, yazılarla geçirmiş birini anlatmaya, “okuduğu” okulla başlamak yerinde olur. Galatasaray’a gitmem dermiş Oktay Akbal, ne işim var orada; Fenerbahçeliyim ben! Madem öyle der, Saint Benoit’ya değil (sık kullanılan bir yanlış bilgidir bu), St Assomption’a gönderir ailesi Akbal’ı. Kumkapı, Fatih, Şehzadebaşı, kısacası eski İstanbul yılları…
Son sınıfta babasını kaybeder, üvey annesinden olan abiler de onlara iyi davranmaz. Böylece Akbal, öz annesiyle birlikte kiraya çıkar.
Sıkıntılı bir çocukluk… Liseye gidecek para bulamaz. Babası, İstiklal Lisesi’nin avukatı olduğu için burada parasız okur… Sinemaların keşfi de bu yıllara denk düşer. Bir sinema âşığıdır.

Sinemalar
Çok eskiden, bu yazıyı yazarken bulunduğum semtte otururmuş, birkaç sokak ötede. Bir pazar sabahı uyanmış, baharın ilk günleri; kimsecikler yoktur sokaklarda, her yer bomboş. Buraların henüz şehrin dışı olduğu yıllar… Güneş parıldamakta… Bir sevince, bir hüzne kapılmış, sızılı, karmaşık bir şey; ne yapacağını bilememiş. Gençken insan bilemez zaten ne yapacağını. Bir taksiye atlayıp ilk matineye gitmiş hemen, sinemaların koynuna, karanlığa, kısık ışığa, serine… Biz yetmişlerde doğanlar hem Beyoğlu’nun eski sinemalarının sonuna hem de AVM’de film izlemenin korkunçluğuna yetiştik, karşılaştırma fırsatı bulduk: Sığınılmaz oralara. Akbal’ın da pek sevdiği eski sinemalar, Attilâ İlhan’ın şiirindeki mısralar gibi: “Ne yapsam içimde o eski sinemalar”.

İlk ün
Lise yıllarında yazı yazıp para kazanmaya başlar Akbal. Bir yazarın, kaleminden para kazanmasının hazzını ancak kazanan bilir; üç, beş sorun değildir orada, kazanılan para, büyük servet gibi gelir yazan adama. Sinema eleştirileri, hikâyeler, şiirler yazar; yazı başına da 1,5 – 2 lira kazanır.
Henüz on dört yaşındayken Ateş ya da Çocuk Duygusu gibi dergilerde görünür. Yazar dediğin zaten önünde sonunda yazdıklarıyla görünür, başka bir şey değildir yazan adam.
1939’da Ömer Seyfettin’den hayli etkilendiği Ana Katili adlı öyküsü İkdam’da boy gösterecektir. Sonra sonra o damardan koparak gittikçe Sait Faiklere yaklaşır Akbal. Derken Yeni Sabah, Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız dergilerinde yazılar ve çeviriler… Böyle başlar macera. Artık “mektebin edebiyatçısı” diye tanınmaya başlamıştır. Lise 1941’de biter. Akbal, 20 yaşında, 1943’te Servet-i Fünun (sonradan Uyanış) adlı derginin sekreteri olacaktır.

Lavinia
Özdemir Asaf’ın ünlü şiiri Lavinia’yı* bilmeyen var mı? 2 Mayıs 1925’te doğar Lavinia… Asaf, adını gizleyeceğim, sen de bilme dese de biliriz adını: Mevhibe Beyat. Babası eski validir Beyat’ın, güzelliğiyse dillere destandır. Akademide okur, resim öğretmenliği yapar, stilisttir ayrıca. Güzelliği dillere destan diye tekrarlayayım, ayıp olmasın. O sıralar Servet-i Fünun dergisi çevresine giriyor Beyat. Derginin sekreteri de Oktay Akbal. Beyat ile Akbal uzak akraba… Mevhibe hanım, bu uzak akraba sayesinde dönemin önemli genç şairleriyle tanışıyor. Bu tanışma sırasında Özdemir Asaf vuruluyor Mevhibe Hanım’a. Gel gör ki Akbal da ilgi duymaktadır Lavinia’ya. Öyle ki birçok öyküsünde Hisya diye bir kadın görünüp kaybolur: Bu bir “his ya” gibisinden; odur o! Akbal’ınki de his ama azımsanacak his değil, aşktır. Hisya’dan Lavinia’ya; Akbal’dan Asaf’a bir ince çizgi çekiliyor böylece. Nihayetinde bu iki sanatçıdan da hoşlanmıyor Mevhibe Hanım. İlk eşi ressam Edip Hakkı Köseoğlu’dur. Daha sonra 27 yaşındayken İlhan Selçuk ile evlenir. Sonraysa Öztürk Serengil. Asaf ile Akbal’ın gönlünde o ilk günkü gibi yaşamış mıdır bilinmez. Kimin kimde nasıl kaldığı, ne kadar kalacağı muammadır…
-------------------
*
LAVİNİA
Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim.
Ama gitme Lavinia.
Adını gizleyeceğim,
Sen de bilme Lavinia

ÖZDEMİR ASAF


-----------------------

Büyük Doğu ve Cumhuriyet
Oktay Akbal. Bir Batılı. İtalyan filmleri, Fransız plakları, Viyana kahveleri, Beyoğlu sinemaları… Salâh Birsel’in Salâh Bey Tarihi dizisinin tamamında o eski, şenlikli, kültür sanat dolu, Sabahattin Kudret Aksallı, Sait Faikli, Necatigilli, Akballı günleri bulursunuz hep.
Bir batılı dedim ya, boş değil, boşa söylemem. Necip Fazıl öyle dermiş Akbal’a; Avrupaî Oktay Bey diye seslenirmiş. Tamam da nerede dermiş? Büyük Doğu dergisinde tabii. Oktay Akbal, yani günümüzün en ünlü Cumhuriyet gazetesi yazarı, bu her haliyle “ilginç” ve Cumhuriyet’e hayli tezat bir yerden söz alan dergide, 1946 – 1951 yılları arasında her haftaDünya Fikir Sanat Hareketleri sütununda yazmıştır. Büyük Doğu’nun ilk dönemidir bu. O sıralarda Kısakürek’in dostları olan Sait Faik, Özdemir Asaf gibi isimler de görünür derginin bu ilk döneminde. Doksan yaşını Cumhuriyet yazarı olarak kutlayan ustayı, çok eski arkadaşı Hilmi Yavuz şöyle tanımlıyor: “Uzun bir süredir ‘Cumhuriyet’ gazetesinde yazıyor; – gerçek ve ‘ivazsız garazsız’ bir Kemalist olarak… Kemalizm, onun için, hiçbir zaman bir iktidar aracı olmamış, ara sıra öyle görünse de Kemalizm’i, jakoben bir cunta anlayışına indirgememiştir.”

Tepeyran
Ebubekir Hâzım Tepeyran diye bir adam. 1910 yılında Küçük Paşa adlı bir roman yazıyor, edebiyatımızda köy romanının başlangıcı sayılır. Ayrıca aynı yıl Tepeyran’a ait Eski Şeyler adlı küçük hikâyeler kitabı da yayımlanıyor. Çalışkan, başarılı ve yazı âşığı bir vali. Fransızca kaleme aldığı şiir kitabı Les Fleurs Degenerees, yabancıların yazdığı şiir kitapları arasında Paris’te ödül alıyor zamanında. Koçgiri Ayaklanması’nı da anlattığı bir kitabı daha var: Canlı Tarihler, bu da bir anılar toplamı. Kuvayı Milliye’ye yardım ettiği için önce ölüm, sonra ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, Tevfik Paşa’nın sadrazam oluşuyla özgürlüğünü yeniden kazanmış bir adam. Niye anlatıyorum onu; Oktay Akbal’ın dedesi çünkü… Elimde bir kitabı bulunuyor: Kar Çiçekleri, 1932, şiir. Üçüncü sayfada eski yazıyla bir ithaf var: “Neriman Hanım kızımıza hürmetle takdim…” Arka kapakta TASHİH başlığı altındaki not çok hoş; paylaşmak zorundayım: “22 nci sayfanın 13 üncü mısraındaki ‘sabahın’ kelimesi ‘sabânın’ olacaktır.”

 Bu eski adamların tashih konusundaki hassasiyetine “kusur üslubumdur” diyen dilbilgisi yoksunu büyük yazarlar çağında öylesine muhtacız ki… Necati Cumalı’nın Oktay Akbal’a yazdığı 11 Ocak 1954 tarihli mektup tam da burada yazıma girmek zorunda, o hassasiyetin güzel bir örneği zira. Cumalı, o nefis hikâyesi Yalnız Kadın’dan bahsediyor: 
“Seni sık sık rahatsız ediyorum. Anlaşılan yazılarım iyi karşılanmadı. Senden her ne kadar zahmetse haber bekliyorum. Ben de ona göre başka yere göndereyim. Yalnız Kadın hikâyesinde yalnız kelimesini hep “yanlız” yazmışım. Bazen sürçerim. Düzeltmeni rica edeceğim…”

Tepeyran’a döneyim. 5 Haziran 1966 tarihli günlüğüne, Oktay Akbal dedesini de yazmış. O gün öğleye dek, hastanede, dedesinin yattığı odanın kapısı önünde beklemiştir. Artık son günleridir Ebubekir Hâzım’ın. Akşama çıkmayacaktır. Dede bir önceki gün torununu tanımış, eliyle işaret ederek yazıyor musun diye sormuş. Evet cevabı alınca yaz yaz demiştir. O saate dek, elindeki cep defterine hep notlar almıştır Tepeyran. Son satırları şunlardır: “Eller evinde eller el…”

...

Onur Caymaz 


*
Muhafazakârlık- Modernlik Geriliminde Oktay Akbal Öykücülüğü

Özet

Türk edebiyatının temel sorunsalı genel olarak toplumsal yapıyı anlama/anlamlandırma süreçleriyle pekişmiş ve gelişmiştir. 

Türk romanı kuruluş döneminden itibaren modernlik/gelenek çerçevesi içinde var olmuş ve bu özelliğini 1980’li yıllara kadar muhafaza etmeyi başarmıştır. 

Toplumu anlamak ve onu dönüştürmek şeklindeki “mühendislik” algılaması, edebiyat geleneğimizi yönlendirmiş ve yazarlarımız bu gelenek içinde eserler ortaya koymuşlardır. 

Oktay Akbal da Türk düşünce geleneğinde siyaset-edebiyat gerilimi bağlamında, pozitivist/seçkinci ve ilerlemeci bir çizgide yer almıştır. 

Akbal’ın düşünsel boyutunun bir yanını modernist gelenek oluştururken, diğer gelenek bununla çelişik olan muhafazakâr kimlik içinde tecessüm eder. 

Akbal bir yandan değişim ve ilerlemeyi savunurken, diğer yandan da bu değişim ve ilerlemenin sonuçlarından önemli şekilde rahatsızdır. 

Bu yazı birbiriyle çelişik duran bu iki geleneğin Türkiye’deki görünümünü Oktay Akbal örneğiyle ortaya koymayı amaçlamaktadır.
...
Cumhur Aslan

*
  
Romanlarıyla Oktay Akbal'ın Doksan Yaşına Merhaba*
Kuşkusuz öncelikle hikâyecidir Oktay Akbal ve çok genç yaşta, henüz sakalı-bıyığı doğru dürüst çıkmadan, hikâyeleri dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. Sait Faik’in izini sürdüğü kadar Sabahattin Ali etkisi de vardır bu ilk yapıtlarında; nitekim benim için, bu iki güçlü hikâye ırmağının birleştiği yerden çıkan bir koldur Oktay Akbal’ın hikâyeciliği. Kendi sesini bulan, lirzmle yıkanmış bir dil işçiliği ve özeniyle.
Kurucu edebiyatcıların tipik özelliğini gösteren Akbal, hikâyenin dışındaki edebî türlerde de ürün vermiş, verimli olmuş, anı, günce, deneme ve roman (belki novella demek gerek!) yazmış. İlk zamanlarındaki şiirlerini, yazarlığının yanı sıra gazeteci, köşeyazarı olarak da varlığını sürdürmüş olduğunu ekleyelim; yâni yazmayla yıkanmış yetmiş beş yıla yakın bir süredir söz konusu olan ki anlatılması, incelenmesi sayfalar sürer.
...

Atilla Birkiye

* 20 Nisan 1923’de doğan Oktay Akbal’ın romanları: Garipler Sokağı(1950), Suçumuz İnsan Olmak(1957), İnsan Bir Ormandır (1975), Düş Ekmeği (1983), Batık Bir Gemi (1997). Yeni basımları Cumhuriyet Kitapları’ndan yayınlanmaktadır.

(Kalemin Ucu, Özgür Edebiyat, Mayıs-Haziran 2013)

* 
92 yıllık yaşam belgeseli
Oktay Akbal, yazmaya ilkokul sıralarında başlayıp yazdığı öykülerinde yayınlandığına göre yaklaşık seksen yıldır kalemi elinden bırakmamıştı.Genellikle İstanbul odaklı gündelik yaşamımız, toplumsal geçmişimiz onun öykü, roman, deneme, fıkra ile günlüklerinde yer almıştır.Oktay Akbal toplumla insan ilişkisini  öyküleriyle romanlarında derinlemesine işlemiştir.Bir söyleşisinde konuya o kadar önem vermediğini söyledikten sonra, toplumun bir kesitini, toplumdan bir atmosferi, sokakları, insanları anlatmaya çalıştığını ekler. Bunu yaparken anılarından, hayallerinden, duygularından, gözlemlerinden  yararlanır. “Sait Faik’le Sabahattin Ali’nin öykü anlayışına yatkınlığını” söyleyen Akbal, toplumcu görüşünü 5 Şubat 1968 tarihli güncesinde “Toplumcu Bireycilik” başlığıyla şöyle dile getiriyor:
 “Toplumcu görüşü benimsediğim, savunduğum doğru. Ama bir yazar toplumcu oldu diye  birey sorunlarını işlemeyecek mi?Toplumculuk bireyi yok etmek, önemsememek mi ? Toplum bireylerden kurulur. Bireyin bilinmediği, tanınmadığı, incelenmediği bir sanat toplumcu olamaz.  Kimi, toplum sorunlarının en göze çarpanlarını işler öyküsünde, romanında. Kimi de birey sorunlarını ele alır. Anılardan ,sevilerden, çocukluktan, gençlikten, bunalımdan, dünya sıkıntısından , yalnızlıktan söz açtı diye bir yazar toplumculuğun dışına niye düşecekmiş!
Öykücü olarak bireyin sorunları ilgilendirir beni (...) Öykülerim bireyi işler. Ama hangi bireyi? Soyut evrendeki birey değildir o. Bu toplumun, bu yeryüzünün, çevremizin bireyidir. Bir bakıma toplumcu bir bireyciliktir benim yaptığım, yapmak istediğim. Belki biraz garip kaçan bir söz. Ama benim gerçeğim bu.  Bakıyorum da nice toplumcu geçinenlerin  gereğinden çok ‘bireyci’ kesildiklerini, hatta bireycilikten bencilliğe doğru  kaydıklarını görüyorum .Onların bireyci toplumculuğu karşısında benim toplumcu bireyciliğim çok daha tutarlıdır sanırım”
EDEBİYAT AKBAL’IN YAŞAMI OLMUŞTU
Bütün yaşamını edebiyat doldurmuştur onun. 9 Şubat 1968 tarihli “İki Kitap Daha”  başlıklı güncesinde bunu şu sözleriyle belirtmiş:
“Bir yazar çeyrek yüzyıl edebiyatı düşünmüş, edebiyatı yaşamış. ‘Konumuz Edebiyat’. Bir bakıma  yaşamımız edebiyat, anlamımız edebiyat da denebilirdi.”
 Bu yüzden romanlarıyla öykülerinde yalnızca yaşananı aktarmaz, kendisi de yaşananla iç içedir.Aynı güncede bu konuya şöyle bir açıklama getiriyor:
“Kendimi çok koyduğum için midir nedir, bir canlı, yaşayan birer varlık gibi gelir bana yazılarım. Romanlar, öyküler yazara çok daha yakındır,  ama denemeler, fıkralar,makaleler öyle olmamalı değil mi?  Ben öykülerimi, denemelerimi hatta romanlarımı hep ‘kendi üzerimde denercesine’ yazdığım için olacak kopmaz ilişkiler, bağlar var onlarla aramda.”
   Bunun sonucu olmalı, edebiyat onun için yaşam, yaşam da edebiyat olmuştur. Öyle ki toplumsal sorunların çözümünde bile edebiyatın payını, yapıcı etkisini göz ardı etmemek gerekir. 19 Mart 1968 tarihli “Suçumuz Edebiyatı Sevmek” başlıklı güncesinde şöyle demiş:  “Emperyalizm, yolsuzluk, toprak sorunu, bilmem ne, hepsi, hepsi edebiyatın dışında mı? Edebiyat güz yapraklarına bakıp düşlere dalmak mıdır yalnız? Üstelik güzel bir şiirin, bir öykünün, bir romanın,  kişiyi olumlu düşlere daldırması, yeni olanaklara , taze duygulara, izlenimlere götürmesi de büsbütün yararsız bir şey midir? Sanmam. Sanatta, edebiyatta geri kalmış, edebiyatla ilgilenmenin suç sayıldığı bir ülkede hiç bir sorun hiç bir dert ortadan kalkamaz.(...) Edebiyatsız , sanatsız bir toplumculuk bugüne dek görülmedi. Yalnız gazete yazıları, meydan nutukları yetmez bir ulusun gelecekteki mutluluğunu yaratmaya, bir toplumu bilinçli kılmaya...”
‘DÜŞLERİMDE YAZAMADIĞIM O ÖYKÜLER VAR’
Seksen yıldır durup dinlenmeden, buna bıkıp usanmadan da denilebilir, hiçbir olguyu, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan yazarak  doksan iki yıllık bir yaşamın belgeselini oluşturmuştur. Gene de  günü gününe yazamamaktan yakınmıştır. 2 Şubat 1968 tarihli “Bir Dostla Yürürken” başlıklı güncesinde bu konuda şöyle demiş:
“Ne iyidir yaşantıları günü gününe yazmak, yazabilmek. Yazmak yürekliliğini bulmak kendinde! Hele bir de yayınlamak yürekliliği de olursa, korkunç  şey. Ben gerçek güncemi yayınlamıyorum ki! Kimse, hiç kimse gerçek güncesini yayınlayamaz. Hatta yazamaz. Her duygu, her düşünce elle tututulur biçimler kazanamaz kafamızda. Duyulur duyulmaz bir şeydir o.  Çoğu kez kendi içimizden geçenlerden kendimiz bile ürkeriz. O yıllarda da yaşantılarımın ancak dış kabuğunu belirtmişim defterlerimde. Şimdi de öyle ya!..”
Günü gününe yazamamaktan, düşünceleriyle duygularını tam olarak aktaramamaktan yakındığı gibi yazamadığı, düşlerde kalmış öyküleri konusunda da hayıflanmıştır. 2 Nisan 1968 tarihli “O Öyküler” başlıklı güncesinde şunları yazmış:
 “Düşler ikinci yaşamdır der Nerval. Her gece yazılmamış bir öyküyü yaşıyorum düş biçiminde. Yazayım şunu demeye kalmadan o düş kayıp gidiyor elimden. Ertesi gece bir yenisi. Neden bu yazılmamış öykülerin saldırısı? Bir yazsam kurtulacağım onlardan. Ben kurtulacağım ama başkalarının başına dert olacak o öyküler. Ara sıra mektuplar gelir, uzaklarda bir genç kız,  bir genç kadın, bir delikanlı, bir öğrenci, yazar bazı öykülerimin yaşamlarındaki yerini. Hiç ummadığım sonuçlar açmıştır bazı öyküler. Şaşarım. Bu gün de böyle bir mektup geldi . Bir lise öğrencisi yazıyor. Nereden bulmuşsa bulmuş eski kitaplarımı, yaşamımda yer eden bazı anıları anlattığımı anlamış o öykülerde. Soruyor bazı şeyler. Ne diyeceğim, hiç. Benim değil o öyküler artık. Ortak bir şeyler bulanların artık onlar.  Ben de arada bir buluyorum kendimi onlarda. Arada bir ... Çoğu kez ben de yabancısıyım o eski öykülerimin. Şimdi düşlerimdeki öyküler var yalnız. Yazamadığım, yazmak istediğim, belki bir gün yazacağım o öyküler...”
Son iki güncesinde yakındıklarının üstünden çok uzun yıllar geçti. Oktay Akbal duyguların, düşüncelerin en ince ayrıntılarını eksiksiz bir biçimde yaşam gerçeğiyle, toplum gerçeğiyle birleştirerek düşle gerçeği, bireyle toplumu iç içe yoğurarak doksan iki yıllık yaşamının eşsiz bir belgeselini oluşturmuştur.
Oktay Akbal’ın öyküleri, romanları, denemeleri, gazete yazıları, günlükleriyle oluşturduğu  bu yaşam belgeseli, yalnız kendi yaşadıklarının değil, bizim de yaşadıklarımızın tam bir belgeselidir. Dünden bugüne, düşten gerçeğe yaşadıklarımızın bir aynası.
Adnan ÖZYALÇINER, 30 Ağustos 2015
*
Oktay Akbal’dan Oktay Akbal’a 

Tanımsız bir yazardı Oktay Akbal. Ama şu bir gerçek ki, modern Türk edebiyatının kurucu kimliklerinden biriydi. Bunu, tanıklık ettiği ömrüne bakarak söylemediğimi belirtmem gerek. Yazınsal birikimi, düzyazı anlatımındaki tutumu ortaya koyar.      
Öyküleri, romanları, denemeleri, günlük ve çevirileriyle Akbal, Türkçenin dil anıtıdır.
Burada bir başlama noktası ararsak eğer, Akbal’ın anlatıcılığında öykücülüğünü ilk sıraya yazmalıyız.
“Kurucu kuşak”tan biri olması, yaşadığı dönemin ve kentin anlatıcısı olarak “yeni” söylemin ardına düşmesi; bu süreçteki yapıtlarına yansıyanlarla ele alındığında Akbal anlatısının topografyası çıkar ortaya.
Oktay Akbal, öykü ve romanlarında kent insanının günlük yaşamından kesitleri yalın bir dille anlatır. Duygulu anlar, sorunların açmazındaki  yaşam kırıntıları, yaşamda tutunabilmek için verilen savaşım; yalnızlıklar, aşklar, umut ve umutsuzluklar arasında dönenen bireyin sorunları… Onun anlatılarının tematik özelliklerini oluşturur.
İlk dönem öykülerinde, İkinci Dünya Savaşı’nın yansılarında gölge gibi süren yoksunluklar ortamını, bu ortamın genç insanının kaygı ve korkularını, aşklarını, yalnızlık sanrılarını konu edindi. Akbal, bireyi yaşadığı çevre, ortam, insan ilişkileri ekseninde  anlattı. Dilde ve anlatımdaki yenilikçi tavrı ile yeni bir edebiyatın oluşmasında etkileyici oldu. Özellikle düzyazı dilinin sadeleşmesinde denemeleriyle, günlük gazete yazılarıyla da yol açıcı bir edebiyat insanıdır, Akbal. Denemede üslupçuluktansa, anlatımcılığı yeğleyen anlayışı ile de bu yazın türünün anlatım alanını genişletti. Günceleri de, bir bakıma, bu tavrının bir yansısı olarak, çağdaş edebiyatımızda bu türün gelişimine örnek nitelikte yazınsal ürünlerdir.
Oktay Akbal, yeni edebiyat düşüncesinin biçimlendiği bir süreçte yazmaya yöneldi. Kısa öykülerinin yanı sıra romanlarıyla da belirli bir duyarlılık evreni yaratmasıyla dikkati çekti. O adım adım ilerleyişinin en belirgin açılımını, edebiyat ortamındaki verimliliği gösterir. Deneme, günlük, gezi yazıları, çeviri onun temel yazı uğraşları olur.
Düzyazı sanatının biçimlenme sürecinde etkileyici/yönlendirici bir kimlik olarak öne çıkan Akbal, deneme türünün birçok anlamı/açılımını içeren örnekler verir.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, düzyazı sanatının taşıyıcı/yol açıcı disiplini olan deneme, Akbal’ın yazı biçeminde anlatımcı bir bakışa erişir. Hayata, insana, doğaya dair her bir şey, onun yazısının ucuyla anlam kazanır. İnsandan insana ulaşan bir sıcaklık, bir düşünce ipiltisi taşır.
Yazma biçemi kadar, neyi/niçin/neden yazdığının ayrımında olan anlatıcının söyledikleri dikkate değerdir. Bir yanıyla okuru okumaya/yazmaya özendirdiği gibi, diğer yanıyla da yazı dilini besleyen birikimi sunar Akbal.
Alımlayıcı, gösterici, uyarıcıdır bakışı. Bazen de yazınsal söyleyişin esinleyicisi kesilir. İçe bakışının duygulanımlarını, düşüncelerinin ipiltileriyle dile getirir. Sarmalayıcıdır sözleri.
Deneme türünü yazınsal niteliklerle taçlandıran Akbal, bu anlamda Türkçenin yeniden kurulmasında/biçimlenmesinde, en azından düzyazının kuruluş sürecinde yeni edebiyatın çalar saatidir. Yönünüzü onun yazdıklarına döndüğünüzde, Türkçe yazmanın, konuşmanın, söz edebilmenin inceliklerini görürsünüz. Düzyazıdaki kısa tümce kuruluşları, düşünceyi dolaysız dile getirme biçimleri, Akbal’ın denemesinin en belirgin yanlarını oluşturmaktadır.
Hayata, yaşanılanlara düşüncenin ucuyla bakmanın getirdiği zenginliği denemelerine ağdıran Akbal, gören göz, bakan bilinç ışığıdır. Onun yazdıklarıyla duygusal/düşünsel eğitimden geçersiniz. Okudukça, size anlattığı dünyanın kavrayıcısı kesilirsiniz.
Anlar, durumlar, yaşamdan kesitlerle hayata/insana, kitaplara/yazarlara dair edilen sözlerin deneme için nasıl bir yazı/söyleyiş kaynağı olabileceğini de gösterir Akbal.
Onun anlatılarında günün içinden zamana, zamanda insanın durumlarına bakış hep ön plandadır. Güncedeki tutumu, anlatıcı yanı dil/in kurucu özelliklerini de yansıtır bize.
O ki günde yaşar, güne taşar, günden alır anlatısının rengini. Yeryüzü Korkusu  (1974) adını verdiği güncesine yansıyan şu düşüncelerine göz atmak yeterli sanırım bu yanını görmek için:
“‘Her şey  göz için. Kulağa bir şey yok’  demiş Baudelaire. Kar yağarken demiş bunu. 1945 yılı not defterimin ilk sayfasında okudum bunu. Şimdi de öyle. Kar yağıyor sessiz, suç işler gibi. Bugünlerde hep geçmişteyim içinde bulunduğum günlerden hoşnut değilim hiç. Düşte olsam keşke. Bir uyansam hepsi bir düşmüş desem. Gazeteleri okuyorum, radyoyu dinliyorum. İnanamıyorum kulağıma. Çağımın dışına mı düştüm? Yoksa inanılmaz bir uykuda mıyım hep? Karda çıktım dolaştım. İlk izleri açarak. Başkalarının adım yerlerine basmamaya dikkat ederek. Karda olsun ilk izi ben açayım hiç değilse. Bu da bir aldatış, aldanış. Yorum yok.”
Onun anlatıcılığında başlayan ve süren yalınlık, saydamlık, akıcılık olmuştur hep. Denebilir ki Oktay Akbal’dan başlayan bu anlatım tarzı Oktay Akbal’a kadar gelerek içinde birçok kuşağı etkileyen bir yazı evreninin kurulmasına öncül olmuştur.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Eylül 2015)
*


Necip Tosun
İnceleme/Eleştiri 
 OKTAY AKBAL: KAYBEDİŞLER VE HATIRLAYIŞLAR
Oktay Akbal (1923-2015), 1940'larda başlayan edebiyatımızdaki büyük öykü atılımı atmosferinde öyküler yazdı. Bu dönemin en önemli yol açıcılarından olan Sait Faik'in öykü dünyasını izleyerek, kuşağının pek çok öykücüsü gibi yazın hayatının sonuna kadar aynı anlayışı sürdürdü. Dönemin diğer önemli eğilimi olan toplumcu gerçekçilerle edebiyat anlayışları kesişmeyen Akbal, tüm yazın serüveni boyunca "ben anlatım"a yaslanan, toplumsal/sosyal endişelerden çok, bireyin içsel dünyasının öne çıktığı bir öykü anlayışını benimsedi. İnsan sevgisine dayalı hümanist bir çizgide, hayatın, yaşama coşkusunun yüceltildiği öyküler yazdı.


Oktay Akbal'ın öyküleri, büyük olaylara, entrikalara, hikâyelere yaslanmaz. Bunlar neredeyse bir durum ve atmosfer öyküsü bile değildir. Daha çok iç monologlarla oluşturulan enstantanelere, küçük anıştırmalara, çağrışımlara dayalıdır. Bir mekândaki izlenimden, küçük bir anıdan, bir duygudan yola çıkarak metnini oluşturur. Tümüyle ben anlatıma yaslanan öyküler, hem biçimsel hem de tematik anlamda birbirine yakındır. Öyle ki bir öyküyü diğerinden ayırt etmek zordur. Neredeyse tüm öykülerin kahramanı aynıdır. Okuyan/yazan anlatıcı, İstanbul'u bir uçtan bir uca kat ederek, parkta, kahvede, sahilde, meydanda, şehrin aşksız, arzusuz insanlarını gözler. Bu mekânlarda, avare, aylak dolaşan kahraman; düşler, görüntüler ve sesler etrafında bir dünya kurar. Bu dolaşmalarında küçük bir enstantaneye şahit olur ya da eski bir sevgilisini anımsar ve böylece öykü bu temayla kurulur. Onun tutkunu olduğu tipler, içinde aşkları, şehrin uçsuz bucaksız caddelerinde dolaşır, köprü altlarındaki mavnaları izler, parklarda avarelik yapar, aşk filmlerine gider. Yağmurdan, denizden, hayattan habersiz, coşkusuz, aşksız insanları anlayamaz. Bu kahramanlar, düzenli, tertipli yaşantıları, disipline edilmiş insanlık durumlarını reddederler. Akbal, bütün öykülerinde bu özgür, aylak ve düşler içindeki kahramanını, kalabalıklar içinde dolaştırır. Anlatıcı bu dolaşmalarında, kendisiyle yüzleşir; hayata, insanlara, eşyaya bakışını sorgular.

Oktay Akbal öyküyü, kurgu, tahkiye, olay örgüsü olarak değil, anı parçacıklarının dramatize edilmesi, giderek bir temanın çeşitli görüşlerle doğrulanması olarak algılar. Öykülerinin sonunda mutlaka bir yargıya varır; anlattıklarını, aforizmalara, felsefi bir görüşe dayandırır. Bir duyguyu, bir düşünceyi, "kendi kişisel düşüncelerinin" ispatı için gündeme getirir. İşte tam burada öyküler denemeye yaklaşır, deneme ve öykü birbirinin içine geçer.

1946'da yayımlanan ilk kitabı Önce Ekmekler Bozuldu, Akbal'ın daha sonra tüm öykü serüvenini kuşatan, yalnızlık, aşk, hayaller ve insan sevgisi temaları etrafında yoğunlaşır. Öykülerde, hayat ve yaşama coşkusu öne çıkarken, savaş atmosferi geri planda sürekli kendini hissettirir. İkinci kitabı Aşksız İnsanlar (1949) benzer bir iz üzerinde yürür. Öykülerde özgür, aylak, düşler içindeki kahramanı kalabalıklar içinde dolaşır. Aralarında dolaştığı insanları, aşklı insanlar-aşksız insanlar olarak ikiye ayırıp âşık insanları yüceltir. Çünkü aşksız insan; hayalsiz, umutsuz, arzusuz, sıradan, herhangi biridir. Anlatıcı çoğunlukla geçmişe, çocukluğa döner; nostaljik bir bakışla, çocukluğun, ilk gençliğin güzel günlerine özlemle bakar. Ağırlıklı olarak değişim ve değişimin duygularda yarattığı tahribat işlenir. Bizans Definesi'nde (1953) çocukluğun, ilk gençliğin güzel günlerine bakışını sürdürür. Kitaba da adını veren öyküde, masala, iyi güzel bir hayata ulaşmak için aldanmaya ihtiyacı olan insanlar anlatılır. Anlatıcı, Bizans definesi bulmak amacıyla rüyaya yatan insanların psikolojilerine eğilir. Bulutun Rengi (1954) yalnızlık, boşluk içindeki kahramanların arayışlarıyla, çocukluk anılarına yaslanır. Onun öykülerinde sinemanın fonksiyonları yoğun olarak işlenir. Âşık insanların, yalnız insanların, düş peşindeki yalnızların âdeta bir tapınağıdır sinema. Sinema tutkusu bu kitapta da baskındır. Berber Aynası'nı (1958) zaman, hayal ve yitirişler üzerine kurar. Geçmişin güzel günlerinin, ilk aşkların yitirilişini öyküleştirir.

Yalnızlık Bana Yasak (1967) ağırlıklı olarak yalnızlık duygusuyla aşk/kadın temaları üzerinde yoğunlaşır. Yalnız kaldığında geçmişiyle yüzleşen anlatıcı, bu durumdan kaçmak için insanlara, kalabalıklara sığınır. Böylece yalnızlığına sığınacak, kendisiyle yüzleşecek, geçmişin yanlışlıklarından, yitirilmiş güzelliklerden kaçacaktır. Tarzan Öldü'de (1969), yaşanan anların, zamanın geçiçiliği öne çıkarılır. Eskiyen eşyalar, yaşlanan insanlar, birer anıya dönüşen yaşanmışlıklar anlatıcıyı ölüm gerçeğine ulaştırır. İlkyaz Devrimi (1977) mevsimler, zaman, çocukluk, yalnızlık temaları etrafında gezinmekle birlikte ağırlıklı olarak dönemin siyasal atmosferini yansıtır. Anlatıcı yine kahvelerde, dolmuşlarda, meydanlarda gözlemlerini sürdürür. Ne var ki artık çevresinde politika, yönetim konuşulmaktadır. Etrafta sevgililer değil, ülke sorunlarını sorgulayan, hak arayan, yürüyen, bir şeyleri protesto eden gençler vardır. Anlatıcı da bu konularda görüşlerini aktarmaya başlar. Bu arada anlatıma iyiden iyiye deneme dili hâkim olur. Anlatıcı, tam bir gazete köşe yazarı gibi politik yargılar verir. Dergilerden, kitaplardan söz açar, onlarla ilgili görüşlerini, yargılarını dile getirir.

Karşı Kıyılar (1979) hiç kuşkusuz onun öyküden iyiden iyiye uzaklaştığı bir çalışması olur. Olayın, tahkiyenin, kurmacanın olmadığı metinler, tam bir gazete köşe yazısı biçimindedir. Dönemin siyasal atmosferi tüm metinleri kuşatmıştır: Politika, oy, seçim, sağ, sol, mücadele... Anlatıcı, yine çevresindeki insanları gözlemeyi sürdürür. Otobüste, meydanda... Ama onlar da politikadan konuşmaktadır. Anlatıcı da duyduğu bu politik yargıları yorumlar. Bu yüzden metinlerinin çoğu belli bir tema etrafında oluşan, çeşitli yazarların görüşleriyle desteklenmiş deneme türüne girecek yapıdadır. Hey Vapurlar Trenler (1981) de tümüyle denemenin sınırlarında dolaşan metinlerden oluşur. Hayatın geçiciliği, fâniliği, ölümün kaçınılmaz olduğu gerçeği yazılarda öne çıkar. Akbal bunu da 1930'ların çocukluk anılarına dönerek yapar. Zaman her şeyi değiştirmekte, dönüştürmektedir. Her şeyin sonunda ölüm vardır. Bu yüzden hayata bir anlam vermek ve onu güzelleştirmek gerekir. Ey Gece Kapını Üstüme Kapat (1988), zaman ve ölüm ekseninde oluşur. Lunapark (1983), Hücrede Karmen (1998) anılara yaslanmış, günümüz sorunlarına da değinen ama çoğunlukla zaman olgusunu irdeleyen öykü-deneme arasında gidip gelen metinlerden oluşur.

Oktay Akbal, öykülerini zaman, hayal, yalnızlık, çocukluk, aşk ve yitirişler üzerine kurar. Onun öykülerinin merkezinde "zaman" yaklaşımı yer alır. Güzelliklerin hep geçmişte kaldığına, zamanın bu güzellikleri yok ettiğine inanan kahraman, aşk, inanç ve hayallerle hayatı güzelleştirmeye çalışır. Ama bütün bunlar da er ya da geç zamana yenik düşer. Çünkü zamanı zapt etmek imkânsızdır; o her şeyi kendi rengine dönüştürür. Anlatıcı için zaman bir oyuncaktır. Dünü, bugünü, yarını anlamlandıramaz, bunları bir yere koyamaz: "Zaman dedikleri nedir ki!.. Bir aldatmaca! Geçmiş yılların koleksiyonlarını karıştırsa kendini o günlerde bulmayacak mı? Daha doğrusu, o geçmiş günleri, içinde yaşadığı günün gerçekleriyle birleştirmeyecek mi? Nedir değişen?" ("Hep O Dar Kapı", Ey Gece Kapını Üstüme Kapat).

Her şey geçip gidiyor, insan yaşadığı her şeyi bir gün kaybediyorsa, o vakit tüm bu ânların yaşanmış ya da yaşanmamış olmasının, gerçek ya da hayal olmasının ne önemi var? İşte onun öykülerinde zamandan sonra sorun olarak işlediği önemli bir diğer kavram da hayal/düşlerdir. Zaman sonunda her şeyi siler. Yıllar sonra girdiği sokakta kaybettiklerine ilişkin anılar üşüşür belleğine. Anlatıcı geçmişe, anılara bakarken onların yaşanmışlığından şüphe eder. Bu nedenle zamana, yaşanan âna duyulan kuşku onu hep düşlere götürür. Anlatıcı gerçek konusunda hep kuşkuludur: "Evet bir düş. Bir düş evreninde yaşamıştı. Şimdiki gibi. O mu düştü, yoksa şimdiki mi? Hangisine inanmalı" ("Ayakları Dibinde Gökyüzü", Berber Aynası). "Gondol" öyküsünde düş ve gerçek karşılaştırılmasında, fânilik öne çıkarılırken tek gerçeğin ölüm olduğu vurgulanır: "Gerçekleşemezdi gondol düşleri. Yalı düşü gibi. Yaşama, mutlu olma, bir şeyler umma, bekleme düşleri gibi. Tek bir düş var. Gerçekleşecek olan, ölüm düşü."

Akbal, yitirilmiş zaman parçalarına eğilir. Orada hep bir boşluk vardır. En derin boşluğu ise aşklar oluşturur. Çünkü aşklar hep hüsranla sonuçlanmıştır. Kavuşma asla yoktur. Bu kavuşamamanın aslında belli bir nedeni de yoktur. Ayrılınmıştır, o kadar. Şimdi, anlatım ânında bu yitirilmişliklere bakılır. Bir oyun gibidir aşk. İlk gençlik çağının zorunlu bir ritüeli gibi. Bu sevgililer, farklı insanlarla evlenirler. Kimi öykülerde bu insanlar yıllar sonra bir araya gelirler. Aşk bittikten yıllar sonra o duygular bugünden değerlendirilir. Çoğu mutsuzdur. Ama bu yeni durumu da doğru dürüst bir yere koyamazlar. Kırık dökük konuşmalardan sonra yollar yeniden ayrılır. Anlatıcı aşk için yaşadığını söylese de, aşk ilişkilerini bir türlü yoluna koyamaz. Bir iki diyaloğa yaslanan kırık dökük ilişkiler, sinema kaçamağı, uzaktan uzağa düş kurmalar, komşu kızının pencereden görüntüleri... Ancak aşk arayışları boşunadır, sokakları dolduran insan kalabalıkları gibi olamaz, karşı komşunun kızıyla sinemaya gittikten sonra kendini yeniden sokaklara, meydanlara vurur, bir yalnız olarak dolaşır, dolaşır...

Anlatıcı çoğunlukla geçmişe, çocukluğa döner; nostaljik bir bakışla, çocukluğun, ilk gençliğin güzel günlerine özlemle bakar. Öykülerinde bir şekilde sözü çocukluğuna getirir. Bazen neden bile gerekmez: "Ne zaman vapurda giderken cam titreşimi duysam çocukluğun o uzak gününde bulurum kendimi." O pek çok olayı, çocuk gözünden anlatmayı tercih eder.

Oktay Akbal'ın metinlerinde yazar (anlatıcı), yansıttığı dünyada anlatımın içindedir. Pek çok öyküsünde yorumlar yapar, bir temanın peşinde onu açıklamaya çalışır. Öyküde vermek istediği duygu ve düşünceleri metnin içinde bir de kendisi yorumlar. Çıkarılması gereken dersi, öykünün yazılış gerekçesini öyküde açık açık ifade eder. Tümüyle bir doğrunun ispatı için öznel bakışlar, muhabbet eder gibi içtenlikli dertleşmeler... İşte tam burada öyküler deneme diline yaklaşır. Öyle ki deneme ve öykü birbirinin içine geçer.

Denemenin bilgi aktarma ve bir şeyi ispatlama gibi bir amacının olmaması, yazarın okurla sıcak bir ilişki kurup ona yüreğini açarak metni oluşturması, ama bunu yaparken de öykünün, şiirin imkânlarından yararlanması hiç kuşku yok ki onu öyküye yaklaştırmaktadır. Özellikle sanatkârane bir işçiliğin sergilendiği, usta deneme yazarlarının elinden çıkan metinlerin nasıl öyküye yaklaştığını biliyoruz. Birinci tekil şahıs anlatımın seçildiği öykülerde bu yakınlığı daha net bir şekilde görebiliyoruz. Ben anlatım öykülerinde yazar, kişisel gözlem ve tanıklığı aktarmanın yanında kimi yargılarını da metne katarsa bu metnin denemeye yaklaştığından söz edilebilir. Öykü ve denemenin birbirine çok yaklaştığı ve aralarına net bir çizgi koyamadığımız metinlere örnek olarak bir zamanların bazı gazete yazılarını gösterebiliriz. Peki bütün bu benzerliklere rağmen, birine öykü, diğerine deneme dememizi gerektiren farklılıklar neler olabilir?

Bilindiği gibi, denemedeki benin genellikle yazarın bizzat kendisi olması, anlatılanların reel dünyaya denk düşmesi, kurgusal yanlarının olmaması öykü ile deneme arasındaki temel farkı oluşturur. Yazar, denemede bir duyguyu, bir düşünceyi, "kendi kişisel düşüncelerinin" ispatı için gündeme getirir. Ama öyküde amaç, kişisel düşüncelerin ispatı değil, bir tanıklık, bir aracılıktır. Burada yazar müdahil değil, aktarıcıdır. Denemede anlatılanlar, hayattaki reel duruma denk düşer. Genellikle kurgusal yanları yoktur ve "açıklama" peşindedir. Öyküde ise reel dünyayla örtüşmek temel amaç değildir. Kurgusaldır ve gerçeği bire bir tanımlamaz. Böyle bir şey hedeflese bile, bu gizlenir ve gerçek soyutlanarak bir başka şeye dönüştürülür.

İşte Akbal'ın öykülerinin çoğunda denemenin özelliklerini bulmak olasıdır. Öncelikle anlatılanlar, hayattaki reel duruma denk düşer. Genellikle kurgusal yanları yoktur ve "açıklama" peşindedir. Bir duyguyu, bir düşünceyi, "kendi kişisel düşüncelerinin" ispatı için gündeme getirir. Yazar-anlatıcı ile Akbal arasında çoğunlukla bir örtüşmüşlük vardır. Bir söyleşisinde "Ben türlerin ayrımına inanmıyorum, öykü, roman, deneme, öykücük. Ne ad verirseniz verin. Elimde olsa 'yazılar' derdim hepsine." diyen Akbal'ın, tür farklılaşmasını önemsemediği görülür. Bu anlamda Akbal, yazınsal bir tür olarak öykünün en büyük handikapı olan "ara tür" algısını besleyen metinler de üretmiştir. (ÖYKÜMÜZÜN KIRK KAPISI, OKTAY AKBAL: KAYBEDİŞLER VE HATIRLAYIŞLAR, Hece Yayınları, s. 151)

Yayın Tarihi : 29.08.2015 

***

Oktay Akbal için ne dediler?


Akbal başka dünyadan gelmiş. Bu dünyada yaşıyor..Yaşayacak..
Yaşadıkça da bir ömür boyu sağladığı birikimi yansıtmak için dur durak bilmeden çalışacak..
Akbal'ın yaşı yok..Yaşamı var..

İlhan Selçuk
http://www.kitapyurdu.com/kitap/odamda-bir-guvercin/81764.html

*
Birçok konuyu, sorunu bıkıp usanmadan ele alır, yineler. Yazar olarak bize düşen yazmak, hep yazmaktır düşüncesi onun yazma yaşama ilkesidir. Yaşanan siyasal, toplumsal olaylara değinişi, bunlara bakışı ve yorumu bir bütünsellik içindedir.Akbal'ın yazınsal kimliği, insancıl bakışı, yenilikçi, özgürlükçü, aydınlanmacı yani, yazın ve kültür coğrafyamızda çağdaşlamanın öncüleri arasında yer alacaktır.

Feridun Andaç
http://www.kabalci.com.tr/cagdas-yayinlari/oktay-akbal/sarkilarina-kadar-mahzun-denemeler-oykucukler-46006.htm

*
Öyküleri, romanları, denemeleri, günlük ve çevirileriyle Akbal, Türkçenin dil anıtıdır.
Feridun Andaç



*

Akbal yaşarken düşünen, duyan, duyumsayan, yaşayan kişidir. Yazıları da bu yüzden zamanları kapsayan bir günce gibidir.


İlhan Selçuk


http://www.kabalci.com.tr/cagdas-yayinlari/oktay-akbal/sarkilarina-kadar-mahzun-denemeler-oykucukler-46006.htm
*

Oktay Akbal'ın okurları bilir. O, her yazısında önce sizi kendi dünyasında gezdirir. Bu gezide ele alacağı güncel soruna dikkat çekerek başlar, ardından elinizden tutar, düşüncelerinizden yakalar, geçmişe bir yolculuk yaptırır, biraz sarsar, sonra yüzünüze bir avuç soğuk su serperek, sizi uyandırır, yeniden o gerçeğin içine bırakıverir. 

Hikmet Altınkaynak

http://www.onkagency.com/vestige/view/literary/kirmizi-yoyo-oktay-akbal/3450

*

Oktay Akbal, bizim edebiyatımızda öykü deyince akla ilk gelen yazarlardandır. Yetmiş yıl boyunca gazetesindeki köşesinde sayısız yazı yazdı, ama her zaman önce öykücü olarak kaldı... Genç yazarların ve yazar adaylarının öncelikle okuması gereken yazarlar arasında Oktay Akbal'ı hep anmamın nedenleri bunlar. 
Türkçe'nin bir edebiyat dili olarak güzelliğini, dilin yalın halinin de ne denli zengin olabileceğini, gerçek hayatın nelerinin anlatılmaya değer olduğunu görmek için, sağlam bir denek taşıdır o

Semih Gümüş
http://www.babil.com/urun/kopru-kitaplar-12-kirmizi-yoyo-kitabi-oktay-akbal#description

*

Oktay Akbal su kadar berrak, duru, içindeki çocuğu son anına kadar canlı tutmuş, candan bir insandı.

Ali Sirmen
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/355773/Oktay_Akbal_ve_yazar_cesareti.html

*

Oktay Akbal’ı tek sözcükle özetle dersen, yanıtım “sevecenlik” olur. 
Gerçekten de onun belirleyici niteliği, içindeki çocuğu hep canlı tutmuş sevecen bir insan olmasıdır. 

Ali Sirmen


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/267979/Oktay_Akbal.html

*
Oktay Akbal, ortak olduğumuz, birlikte yaşadığımız yılların geçmişine sizi götürmektedir. Bugün çok az yazarın okuruna gönlünden koparak bedava hizmet sunmaktan kaçındığı bir sırada hem de. 

Tarık Dursun K.


http://www.kitapvekitap.com/kitap/can-yayinlari/oktay-akbal/yalnizlik-bana-yasak.html

*

Oktay Akbal, geçmişi bütün canlılığıyla bütün yaşanmışlığıyla biriktirmiş gibidir... Geçmiş zamanı, şimdiki zamanda da yaşar. Hikâyelerine, romanlarına, dahası bütün yazılarına 'düşsel' bir hava veren de bu olsa gerek.

Eray Canberk 


http://www.kitapvekitap.com/kitap/can-yayinlari/oktay-akbal/yalnizlik-bana-yasak.html

*

Öyküleri, romanları, denemeleri: Akbal'ın değişik edebi türlerde, aynı dil lezzetini, arı-duru Türkçe niteliğini taşıdığını gördüğümüzde, genç yazarların onu niçin okumaları gerektiğini de anlarız.
 Doğan Hızlan
*
"Fethi Naci'nin de söylediği gibi, 'İstanbul'u gerçekten tanıyan Sait Faik ve Oktay Akbal'dır.
 Semih Gümüş
*

Gerek öykü ve romanları, gerek denemeleriyle, çağımızın en içten, en güvenilir, en soylu tanıklarından biri olduğu kuşku göstermez.
 Tahsin Yücel
*
Oktay Akbal, neyi söyleyeceğini çok iyi biliyor. Ele aldığı konular hep yakından ilgi duyduğumuz önemli şeyler. Kendine özgü, kısa tümcelerle oluşan, yalın, özlü, içten ve güzel diliyle yazıp anlatıyor onları bize.

Aslan Kaynardağ
http://www.dr.com.tr/kitap/yazmak-yasamak/oktay-akbal/edebiyat/deneme-yazin/urunno=0000000272843

*

Oktay Akbal'ı anlatmak zordur, hele onu dost bilmiş, içtenlikle seviyorsanız. Sizin gördüğünüz Oktay Akbal, (başkalarının gördüğü, bildiği ve tanıdığı da elbet) Oktay Akbal'dan çok farklıdır. 


Tarık Dursun K.

http://www.onkagency.com/vestige/view/literary/yesil-ev-oktay-akbal/3451

*


Yaşam gibidir Oktay Akbal'ın yazısı, bir şeyin akıp gittiğini duyarsınız okurken. Düşüncelerle duygular birbirinin içine girmiştir, bunlardan biri ötekinin üstüne çıkmaz, hatta çoğu zaman birbirinin yerini aldıkları da olur. Bir küçük rastlantı, bakarsınız bir düşüne dönüşmüş, ya da bir söz yaşam rengi oluvermiş. O'nun kişiliğinin bence en önemli yanı, yaşamla sözü ayırmasıdır.


Melih Cevdet Anday


http://urun.n11.com/oyku/odamda-bir-guvercin-P13050413

*


Akbal, devrimci bir yazarımızdır. Adım adım yürüdüğü yazarlık serüveninde dünyadaki değişimleri, kendi ülkemizdeki büyük olayları, devrimleri, içine düştüğümüz sıkıntıları çok yakından izlemiş bir yazarımızdır. O artık adım adım geldiği noktada, Atatürk aydınlanmacısının değişmez, şaşmaz yolcusudur!.. 


Nadir Gezer

http://www.onkagency.com/vestige/view/literary/yesil-ev-oktay-akbal/3451

*


Yaşamını sanatın içinde tüketmiş olan bir yazarımızdır Oktay Akbal! Cumhuriyetimizle yaşıttır, Cumhuriyetin ilanından altı ay dokuz gün önce doğmuştur... Ama sanki doğum öncesi Türkiyesi'nin bütün acılarını, bütün sıkıntılarını yüreğine toplayarak düşmüştür yaşam yoluna!.. Kendini bu yolda adamıştır dersek hiç de abartmamış oluruz... 


Nadir Gezer

http://www.onkagency.com/vestige/view/literary/kirmizi-yoyo-oktay-akbal/3450

*


Çocukluk ve ilk gençlik anılarına dayanan öykülerde düş ile gerçeğin bazen karıştırıldığı olur. Akbal, anılarında çoklukla yaşadıklarını değil, yaşamak istediklerini anlatır. Bu yüzden öyküler, anı havası verse de, okur, çoğu zaman anıların nerede başladığını, nerede bittiğini fark edemez.


Dr. Osman Gündüz


http://www.onkagency.com/vestige/view/literary/yesil-ev-oktay-akbal/3451

*


Oktay Akbal, modern romanımızı yapılandıran az sayıdaki yazarımızdan biri. Batı biçemli romanın bizdeki en temel örneklerinden, öncülerinden sayılabilir bu nedenle Akbal. Birey yalnızlığı, yabancılığı, mutsuzluğu, derinlerdeki kaygı, ama yine de iyimser yanıyla önemli konumda bir romancımız o. 


M. Sadık Aslankara


http://www.onkagency.com/vestige/view/literary/kirmizi-yoyo-oktay-akbal/3450

*


Oktay Akbal, Türkiye'de Kemalizm'e olan yakınlığı, laik-modern ve ilerici bir dünya görüşünü savunmaya dönük görüşleriyle tanınan, bilinen bir yazarımızdır.

Cumhur Aslan

*
O ( Akbal), "düş ile gerçek arasında" bir yerde duran bir öykücüdür; bir yandan orta sınıf insanların düş dünyalarını, umutlarını, özlemlerini yansıtmış, diğer yandan da sürekli olarak belirli bir siyasal düşünce doğrultusunda günlük yazılar, denemeler, incelemeler yazmıştır. Oktay Akbal'ı bu açıdan "birey"i, bireyin iç kavgalarını yansıtan öyküleri ile, "gerçeğe" yönelmek isteyen, bunu amaçlayan yazıları arasında bir yerde değerlendirmek gerekir.
Öykücü Oktay Akbal değişim karşısında üzüntü, acı duymakta ve bu da onu sürekli geçmişe yöneltmektedir. 

Cumhur Aslan

*

Genelde öykülerinde gündelik yaşamdan kesitler sunan ve kişisel yaşamından hareketle gözlemlerde bulunan Oktay Akbal bir kent öykücüsüdür; öyküleri büyük oranda kenti, kentin insanlarını, mekânlarını yaşam biçimlerini, umutlarını aktarmak isteyen bir öykücüdür.

 "Ben küçük kentlerde hiç yaşamadım" ("Yalnızlık Bana Yasak", Bayraklı Kapı, s. 11) diyerek öyküleri hakkında kendisi bir değerlendirme yapmıştır. Onun için bir İstanbul öykücüsüdür diyebiliriz. 

Cumhur Aslan

*

Oktay Akbal'ın bireyin iç dünyasını anlatmayı amaçlayan öyküleri tamamen "ben-merkezli" bir karakter gösterir. Akbal, karamsarlığı, hüznü, yalnızlığı ve bunalımları içindeki bireyi anlatmıştır. (Akbal'ın toplam iki yüz yetmiş iki öyküsünden iki yüz elli dört öyküsü yazar ben, öykü baş kişisi ben ve gözlemci ben tarafından nakledilmektedir.

(O. Gündüz, Oktay Akbal'ın Öykücülüğü Düş ile Gerçek Arasında)

*
Gönülle akıl arasında kalan (gidip gelen) Cumhuriyet zaten 70 yıldır sürekli dönüşümler yaşamıyor mu? Nerede muhafazakâr, nerede değişimci olduğu tam olarak ortaya konamayan bir Türkiye'nin yazarıdır Oktay Akbal; gönlü hep tramvaylarda, vapurlarda, kavaklarda, eski bayramlarda, Kanlıca yağmurlarındadır, oralarda huzur bulan bir kişidir. Ama aklı "ilerici" olarak nitelediği siyasal sistemdedir; toplumun gelenekselleşmesine karşıdır, Anadolu'nun İstanbul'u işgal ettiğini, siyasal partilerin toplumsal değerleri tahrip ettiğini belirtir. Tüm bu olumsuzlukların diyalektik bir akılla aşılabileceğine, devrimin birikerek gelişeceğine inanır. Bu inancında açık bir Kemalizm yorumuyla örtük bir sol düşünüşün izlerini kolayca bulabiliriz. 

Cumhur Aslan

*

Oktay Akbal sakin, ağırbaşlı; yaşamı ve sorumluluklarını ciddiye alan bir insandı; ama asıl önemlisi düşünceleriyle davranışlarını birleştirebilmiş gerçek bir aydın ve demokrattı.

Gülsüm Cengiz


*
Uzun bir süredir ‘Cumhuriyet’ gazetesinde yazıyor; – gerçek ve ‘ivazsız garazsız’ bir Kemalist olarak… Kemalizm, onun için, hiçbir zaman bir iktidar aracı olmamış, ara sıra öyle görünse de Kemalizm’i, jakoben bir cunta anlayışına indirgememiştir.

Hilmi Yavuz
http://www.arkakapak.com/genel/oktay-akbala-guzelleme/

*
Oktay Akbal, günlük yazılarında dilinden düşürmediği sürekli devrimcilik ve ilericilik sözlerine karşılık, hikâye, roman ve denemelerinde, geçmiş özlemi içinde geriye dönük bir yazar olarak karşımıza çıkmaktadır.
İsa Kocakaplan


*
(Oktay Akbalın) Bütün yazdıklarının ekseninde kendisi bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarının yazarlar üzerinde bıraktığı karamsarlık, içe kapanış, hayal âlemine ve kendilerini mutlu saydıkları çocukluk yıllarına kaçış Oktay Akbalın eserlerinde de sık rastlanan bir durumdur.

İsa Kocakaplan


 *

Edebiyatımızın satır başlarından. Öykü, roman, deneme... Gazetecilik... Ustalık... Yaşamı yazıyla ifade eden... Yaşama ve yazıya zenginlik katan... Yüreği toplumun nabzıyla birlikte atan... Cumhuriyet’le özdeşlik... İnsan gibi insan... Yol gösterici... Dost... Her daim genç ve güler yüzlü... Sevgi insanı, saygı insanı... Türkçe tutkunu; Atatürk ilkeleri tutkunu... Gençlere inancını hiç yitirmeyen... 

Zeynep Oral
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/355763/Guzel_insanlar_giderken..._Guzel_insanlar_gelirken....html
*
Oktay Akbal dünya çapında bir öykücümüzdür. Ama ömrünü çok sevdiği sanatı kadar, hatta ondan da fazla, ülkesinin demokrasi ve insanlık mücadelesine verdi. 12 Eylül faşist yönetimine karşı çıktı. Sonra AKP yönetiminin ülkeyi nereye götürdüğünü gördü, karşı çıktı. 

Erdal Atabek


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/362325/Oktay_Akbal_dan_Levent_Uzumcu_ye_bayrak_yarisi_.html
*
***
Oktay Akbal'ın Eserleri

Anı
•    Şair Dostlarım

Çocuk kitabı
·                     Dondurmalı Sinema
·                     Yeşil Ev
·                     Kırmızı Yoyo
·                     İki Çocuk


Deneme - Eleştiri - Söyleşi - İnceleme

·                     Bir de Simit AğacıOlsaydı
·                     Ölümsüz Oyun
·                     Dost Kitapları
·                     Geçmişin İçinden
·                     Kanatlı SözlerUçar mı?
·                     Konumuz Edebiyat
·                     Odamda Bir Güvercin
·                     Önce Şiir Vardı
·                     Senin Adın Aşk
·                     SözcüklerleYolculuk
·                     Temmuz Serçesi
·                     Yaşam Bir Uzlaşmadır
·                     Yaşasın Edebiyat
·                     Yazar Bir Tanıktır
·                     YüzyıldırUmutsuzluk
·                     Zaman Sensin
·                     Güzel Düşlerin Sonu
·                     Yaşamı yeniden Kurmak
·                     Vatan Mahzun Ben Mahzun
·                     Susmak mı Konuşmak mı?
·                     Zaman Sensin
·                     Tarih En Büyük Yargıç
·                     Gençler Bize Bakıyor
·                     İkisi
·                     Anı Değil Yaşam
·                     Yaşayıp Görmek
·                     Yazmak Yaşamak
·                     Dünyaya Açılmak
·                     Günlerde

Günlük
·                     80'lerde Bir Yazar
·                     Anılarda Görmek
·                     Geçmişin Kuşları
·                     Yeryüzü Korkusu
Öykü
•    Batık Bir Gemi
•    Berber Aynası
•    Hücrede Karmen

Roman   
·                           Garipler Sokağı, 1950 
·                           Suçumuz İnsan Olmak, 1957 
·                           İnsan Bir Ormandır, 1975
·                           İki Roman
·                           Düş Ekmeği, 1983

Atatürk ve Atatürkçülük 
·                          Atatürk Bir Gün Gelecek
·                          Atatürkçülük Savaşı
·                          Atatürk Yaşadı mı?
Gezi 
·                     Hiroşima'lar Olmasın

İncelemeler  
·                     Çağdaş Dünya Edebiyatçıları Sözlüğü

***
Oktay Akbal'a mektup... - Evrensel.net

Oktay Akbal'ın çevirileri

Oktay Akbal, birçok değerli dünya edebiyatı eserini de Türkçe’ye çevirmiştir. Bununla ilgi Akbal şöyle der:
“Gençliğimde pek çok kitap çevirdim. Camus’dan, Sartre’a, Kessel’den, Seminon’a daha başkalarına. Çeviri yapan kişi her şeyden önce kendi dilini en ince ayrıntılarına kadar bilmelidir. Bir Latin atasözü “Çevirici bir haindir” der. Özellikle şiir çevirileri apayrı bir nitelik ister, çevirenin şair olmasını.”
http://www.leblebitozu.com/turk-edebiyatinin-koca-cinari-oktay-akbaldan-alintilar/
*
Gizli Oturum. Çeviri : Oktay Akbal

Yazarı: Jean Paul Sartre Çeviren: Oktay Akbal Hazırlayan: 
Yayınevi: MEB Yayın Yeri: İstanbul ISBN NO: 
Yayın Yılı: 1951 

Yeşil Mumya
Bu kitabı dilimize kazandıran Oktay Akbal, çocuklar ve büyüklere sesleniyor:
"Yeşil Mumya, ilginç bir serüvendir. Bilgi veren, heyecanlı anlar yaşatan, piramitlerin, mumyaların gizlerinde gezdiren, öğreten, uyaran...
Siz de okuyun; yalnız çocuğunuz için değil, kendiniz için de...
Bir serüvende yaşamanın tadını duyacaksınız..."




Yürüyen Şato

Hayao Miyazaki'nin Oscar adayı olan animasyon filmi Yürüyen Şato'nun asıl hikâyesi...Diana Wynne Jones'un usta kaleminden çıkan eğlenceli, macera ve sürprizlerle dolu olağanüstü bir roman... 

Sophie Hatter üç kız kardeşin en büyüğü olmak gibi kara bir talihe sahiptir, öyle ki kısmetini aramak için evinden bile ayrılamamaktadır. Ancak farkında olmadan Çöl Cadısı'nın hiddetini üstüne çektiğinde, korkunç bir büyünün etkisi altında kalır: 


O artık yaşlı bir hanımdır. Bu berbat durumdan kurtulmasının tek yolu, tepelerde durmadan hareket eden bir şatodan, Büyücü Howl'un şatosundan geçmektedir. 

Sophie büyünün bozulmasını sağlamak için, kalpsiz Howl'la başa çıkmaya, bir ateş ciniyle pazarlık yapmaya ve Çöl Cadısı'yla karşı karşıya gelmeye mecburdur. Bu macera sırasında Howl'un ve kendisinin- bilinmeyen ve olağanüstü yanlarını keşfedecektir.

"Mizah, büyü ve aşkın muhteşem bir karışımı." Publishers Weekly Diana Wynne Jones son kırk yılın en iyi çocuk kitabı yazarı.


(Tanıtım Bülteninden) 


http://kitap.antoloji.com/yuruyen-sato-kitabi/
*


VEBA-ALBERT CAMUS - OKTAY AKBAL

Yorumlardan alıntılar:


sabah gazetesinin fi tarihinde çıkardığı nobelli yazar serisinde oktay akbal çevirisiyle yer alır. bana kalırsa ya bu çeviri gerçekten çok kötüdür ya da yazar kısa cümleler kurmayı çok sevmektedir.
*
albert camus
 un varoluşçuluk felsefesi bir romanda ancak bukadar kusursuz anlatılabilir dediğim harika romanı.camus gözlemsel yeteneğinin zirvesinde bir fotoğraf atar önümüze.194. lı yıllarda cezayir in oran şehrinde yaşanan veba salgınını anlatmaktadır.

camus kitapta 194. lı yıllar diyerek 10 yıllık bir sallantı dönemi işaret ederek kesin bir tarihi vermeyerek ve aslında hayatın üzerimize vergi işleri dediği büyük kahramanlıkları sıradan anlatması insanların o gün havanın kapalı olması ile bile ne kadar huzursuz olacağının arasındaki nutaralist karamsar anlatımsallıkla anlamsız bağlamaları mükemmel kurgulamıştır.

aslında sadece la peste nin bile ana kurgusu anlandığı takdirde camus baba için intiharın kaçınılmaz son olduğunu şiddele göreceksinizdir.

*
camus'nün existansiyalist romanı. türkçesi "veba"dır.

doğadan kopmuş, denize sırtını dönmüş basit vir cezayir şehri, adı oran. sıradan bir şehir, diğerlerinden hiç bir farkı, hiç bir ayırt edici özelliği bulunmayan bir liman kenti. burada insanlar sürekli çalışıyor, kendi sıradanlıkları içinde alışkanlıklarıyla yaşıyorlar. küçük uğraşlarının, eğlencelerinin bile belli bir saati var. burada hasta olmak çok zor, çünkü herkes kendi derdinde. baharın geldiği pazarlarda satılan çiçeklerden anlaşılıyor. ve bir gün bu kentte fareler ölmeye başlıyor ve fareleri insanlar takip ediyor. veba salgını tüm kenti sarıyor. şehir karantinaya alınıyor. insanların zaten içinde bulundukları yalnızlık haline bir de hapsolmuşluk ve sürgün hisleri ekleniyor. şehre gelmiş bulunup, orda kalmak zorunda kalanlar, eşi dostu , sevdiği şehrin dışında kalmış olanlar... bu noktadan sonra nerde doğmuş olursa olsun, herkes orenlı oluyor. ortak bir kader bekliyor onları. ve insanlar zaten özgür olmadıklarını ancak "veba" gibi bir durumda anlıyorlar. yoğun uğraş, önlem ve tedavi denemelerinin sonucunda veba yeniliyor. ama kitabın anlatıcısı ve baş karakterlerinden biri olan doktor rieux bunun bir zafer değil, yalnızca bir tanıklıklık olduğunu söylüyor. nitekim oran'da veba salgını bitmiş olsa da, veba hastalığı dünyadan kalkmış olmayacak ve kimbilir bu her şehir gibi olan oran'da daha ne gibi vebalar olacak?

aslında kitabın özünde bir isyan ve ayaklanma vardır. camus, hayatın absürdlüğü karşısında, insanların yersiz yakarışlarına cevap vermeyen dünyaya yenilmeyerek mücadeleye devam etmek gerektiğini anlatır. bunu camus'nün le myth de sisyphe'nde de görürüz.

*
felaketlerin insanların başına gelmeden evvel, onlar tarafından ne kadar boş ve uzak bir şey olarak görüldüğünü ve hayat denen şeyin altında yatan temel hiçliği insanın yüzüne tokat gibi çarpan başyapıttır. 

insan hep yumurta bir tarafına dayanınca bir şeyleri anlamaya meyilli ne yazık ki. ve işte tam burada üstadın düşüş isimli eserinin son cümlesiyle trajik bir bağlantı var... ne yaparsak yapalım, ne yaşarsak yaşayalım, ölüm denilen kaçınılmaz gelip kapımıza dayandığı zaman hep yapacak bir şeyler bulacaktır insanoğlu. her zaman bir şeyleri yapmak için hep geç olacak... "çok şükür ki öyle..." der üstad. işte bu eserde de bunun altını çizmekte üstad. 

yaşama güdüsü insanın kendini öldürme güdüsünden hep daha kuvvetlidir. ama burada bir karmaşa olmasın, yaşama güdüsü, ölüm mefhumundan ya da gerçeğinden daha kuvvetli değildir kesinlikle. 

"hastahane kadroları için gerekli memurlar yoktu. fakat kaba işlerde çalıştırılacak adam kolaylıkla bulunuyordu. bu andan sonra sefaletin korkudan daha kuvvetli olduğu görüldü, çünkü tehlikesine rağmen çalışarak para kazanmak daima mümkündü..." (veba-albert camus, varlık yayınları, 1960)


https://tr.instela.com/la-peste--306448
*


ÇÖL MENEKŞESİ - Violette

Yazarı: JOSEOH KESSEL Çeviren: OKTAY AKBAL Hazırlayan: 
Yayınevi: KOZA YAYINLARI Yayın Yeri: İSTANBUL ISBN NO: 
Yayın Yılı: 1973 

http://www.nadirkitap.com/col-meneksesi-violette-joseoh-kessel-kitap1496017.html
*

SİYASİ TARİH

Yazarı: LOUIS DALLOT Çeviren: OKTAY AKBAL Hazırlayan: 
Yayınevi: K KİTAPÇILIK LTD Yayın Yeri: 
ISBN NO: 
Yayın Yılı: 1966 

*
***
Oktay Akbal'ın Aldığı Ödüller

Oktay Akbal'ın Aldığı Ödüller
•    2000 Orhan Kemal Roman Armağanı (Bütün romanları)
      
TGC'nin Türkiye Gazetecilik Başarı Ödülleri yarışmasında 1982-83 yıllarında iki kez güncel yazı dalında ödül kazandı.

***


Paylaşmak güzeldir.