20 Mayıs 2021 Perşembe

Eric Hoffer

 

 

“Birçok şeye sahip olduğumuz halde daha fazlasını istediğimiz zamanki hüsranımız hiçbir şeye sahip olmayıp bazı şeyler istediğimiz zamanki hüsranımızdan daha büyüktür.”

“Kişisel gelişim ideali, bireysel hüsran belasını beraberinde getirir.” “Tercih özgürlüğü, başarısızlığın tüm suçunu bireyin omuzlarına yükler.” “Bir insan kendisine başarı sağlayacak yeteneğe sahip değilse özgürlük onun için sıkıcı bir yüktür.”

“Dinî ve devrimci coşku gibi tutkulu bir vatanseverlik de suçluluk duygusundan kaçmak isteyenler için bir sığınak vazifesi görür çoğu zaman.” “Kişi, bir kitle hareketine katılmakla kendisini lekeli bir hayattan kurtulmuş gibi hisseder.”

“Bir kişi, ne kadar bencilse hüsranları da o denli şiddetli olur. Dolayısıyla diğerkâmlığın muhtemelen en ikna edici savunucuları aşırı benciller olacaktır.”


Derleyen: Süleyman Pekin

(Eric HOFFER, 1951; “Kesin İnançlılar”, Çev: Erkıl Günur, Olvido Kitap; İstanbul 2019)

Diğer alıntıları okumak için tıklayınız

 https://haberiniz.com.tr/kose-yazilari/kesin-inanclilar-fanatizmin-dogasi-1-23092020

https://haberiniz.com.tr/kose-yazilari/kesin-inanclilar-fanatizmin-dogasi-2-17022021

http://belirtiyorum.com/yazar-kesin-inanclilar-fanatizmin-dogasi-3-1238.html?fbclid=IwAR3YY1m3GvGxoTszOMFkrt-6r9e1T8P3IVmmMjnxHS04EchPIpVJxpUZ_YI

 


***


Eric Hoffer
(d. 25 Temmuz 1902 – ö. 21 Mayıs 1983), Amerikalı toplum yazarı.


        Eric Hoffer, anne ve babasının Almanya’dan Amerika’ya göç etmesinden birkaç yıl sonra, 1902’de New York’ta dünyaya geldi.

Baba Hoffer küçük bir marangoz dükkânında çalışarak ailesini geçindiriyordu.

Ailenin tek çocuğu olan küçük Eric yedi yaşındayken annesini kaybetmiş ve aynı yıl bir kaza sonucu aniden kör olmuştu.

Küçük Hoffer’ın bakımını yine Almanya’dan göç etmiş olan komşu bir hanım üstlenmişti.

Hoffer on beş yaşına geldiğinde mucizevî bir şekilde, görme yeteneğine yine birdenbire kavuşmuştu.

Hiçbir okula gitme imkânı bulamamış olan Hoffer, tekrar görebilmenin heyecanıyla büyük bir okuma açlığı hissediyordu, içinde duyduğu bu açlığı hiçbir zaman da doyuramadı.

İlk önce evde, babasının kitaplarını günde on-on iki saat okuyarak bitirdi.

Sonra evdeki bozuk para kesesinden aldığı parayla civardaki bir kitapçıya giderek kitapları seyretmeye başladı. Birden rafta duran Dostoyevski’nin Budala isimli eseri gözüne takıldı. Hoffer kör iken bir gün babasının “Bu budala çocuktan ne hayır gelir ki” dediğini hatırlamış ve dayanılmaz bir arzuyla “Budala”yi satın almıştı. Hoffer bu kitabı okuduktan sonra o kitapçıda ne kadar kitap varsa hepsini birer birer okudu.

Üç yıl sonra, 1920’de baba Hoffer ölünce Eric babasından kalan üç yüz dolarlık servetle tek başına kalmıştı.

Hoffer yoksullar için daha çok imkânın bulunduğunu öğrendiği California eyaletine göç etmeye karar vererek bir otobüs bileti aldı ve Los Angeles’a gitti.

Los Angeles’a varan 18 yaşındaki Hoffer hemen Merkez kütüphanesine yakın bir yerde ucuz bir oda tutarak üç aylık kirasını peşin ödedi ve kitap okumayı sürdürdü. Ne var ki parası çabuk bitti ve açlıkla yüz yüze kaldı.

Kendisine iş arayan Hoffer, ilk önce işportada meyve satarak para kazanmaya başladı. Fakat kafasını çok meşgul ettiği için, bu işi bırakarak bir demir boru ambarında çalışmaya başladı. Bu iş de onu tatmin etmeyince, güneye göç ederek tarlalarda ırgatlığa başladı. Fakat bir işte uzun süre kalmak onu ürkütüyordu ve o işten de ayrıldı.

Bir ara işsizler kampında diğer işsizlerle beraber yaşadı. Orada diğer işsizleri yakından tanıma fırsatı bulan Hoffer, onlarda ve kendinde ortak olan bir yöne, yani “topluma uyamayan kişiler” olduklarına dikkat etmişti. Topluma uyamayan kişilerde bir atılımcılık ruhu bulunduğunun farkına vardı ve bu kişilere fırsat verildiği takdirde zor olan birçok işi başaracak kapasitede oldukları üzerine düşünceler geliştirmeye başladı.

Almanya ve İtalya’da bu gibi kişiler Nazizm, Faşizm ve Komünizm gibi hareketlere katılıp kendi istenmeyen benliklerinden kurtulmanın yollarını arıyorlardı. Topluma uyamayanlar, eğer yaratıcı bir güce sahipse, kişisel bir atılım yapıyorlar veya yaratıcı güçleri yoksa ve kendi yeteneksizliklerinin ezikliğinden kurtulmak istiyorlarsa, kitle hareketlerinin içinde kişiliklerini eriterek bir tür “yıkıcılık özgürlüğüne” kavuşmak istiyorlardı.

Hoffer daha sonra madenlerde çalışmaya başladı. Dağlarda çalışan maden işçileri çok kar yağdığı zaman çalışamıyorlar ve haftalarca kulübede bekliyorlardı. Bunu fırsat bilen Hoffer dağdaki maden ocağına gitmeden önce bir kitapçıya uğrayarak orada mevcut en kalın kitap hangisi ise onu satın almak istedi. Aldığı kitap Montaigne’in 17. yüzyılda çevirisi yapılmış Denemeler isimli kitabıydı. Kış ağır geçmiş ve Hoffer bu kitabı tekrar tekrar okuyarak Montaigne’nin ifade şekline hayran kalmış ve ilk defa olarak kendinin de günün birinde bir yazar olabileceği duygusuna kapılmıştı.

1938 yılında, Hoffer ailelerle ilgili olarak Common Ground isimli bir dergiye bir okuyucu mektubu gönderdi. Mektup yayınlanmamıştı, ancak Hoffer’in yazısı elden ele dolaşarak ilgi uyandırmış ve Harper & Brothers Yayınevi Hoffer’dan özgeçmişini istemişti. Hoffer buna cevap vermedi. Fakat yayınevi Hoffer ile ilgilenmeye devam etti.

Hoffer, 1942 yılında San Francisco limanında dok işçisi olarak yükleme boşaltma işine başladı ve hayatında ilk defa olarak göçebe işlerden kurtulmuş oldu. Kendine bir oda tutmuştu ve artık okuduğu kitapların sentezini yaparak kendi düşüncelerini oluşturuyor, kitaplardan çıkardığı notları evinde biriktiriyor ve iş sırasında aklına gelen düşünceleri küçük kâğıtlara not ediyordu. Hoffer böylece, farkında olmadan kitle hareketlerinin yapısına ışık tutan Kesin İnançlılar isimli eserini oluşturuyordu.

1946 yılında iki ay devam eden grev Hoffer’a kitle hareketleri hakkındaki notlarını düzenleme fırsatını verdi.

1948’de kitabının önsöz ve fihristini New York’taki yayınevine gönderen Hoffer, onların verdiği cesaretle 1949’da notlarını yeniden düzenleyerek yayınevine gönderdi. Kesin İnançlılar; 1951’de kitap olarak yayınlandı.

Eric Hoffer kitle hareketlerinin doğuşu ve aktif dönemiyle, Kesin İnançlılar arasındaki ilişkiyi ele alan bu kitabın yayınlanmasıyla, yazacağı her şeyi yazmadığının bilinci ve huzursuzluğu içindeydi. Amerikan toplumundaki bazı gerçekleri anlatmak ihtiyacı duyuyordu.

Bir toplumun ilerlemesi ve kendi yararına yönetilmesi için anlı şanlı liderlere hiç de ihtiyaç bulunmadığına inanıyordu. Toplum pekâlâ kendi kendini yönetebilirdi. Amerikan toplumu bunu başarmıştı. Ancak, insan aklı, belli dönemler ve belli koşullar altında alevli, hırslı ve sinirli olmaktaydı. Böyle zamanlarda insanlar ünlü liderlerin emrinde birleşme ihtiyacı duyardı. Bu konulan derinlemesine düşünen Hoffer 1955 yılında yayınlanan The Passionate State of Mind isimli eserini yazdı.

Hoffer düşüncelerini frenleyemiyordu. İnsanların karşılaştıkları yeni durumlara uyum sağlamakta çektikleri sıkıntılar ve bunalımlar nedeniyle, dış etkilere karşı çok hassas bir dönemden geçtiklerini fark etmişti. Hoffer bu düşüncelerini The Ordeal of Change isimli kitabında topladı. 1963 yılında yayınlanan bu eseriyle, Hoffer bir kere daha gerçek bir filozof olduğunu gösterdi.

Üçüncü kitabında konuyu daha derinlemesine ele alan Hoffer, düşüncelerini The Temper of Our Time isimli eserinde topladı. Bu eser de 1967 yılında basıldı.

1942 yılından 1967 yılına kadar rıhtım hamallığına devam eden Hoffer, 1964 yılında California Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesinde haftada iki gün danışmanlık görevine başladı. Ancak Hoffer rıhtımdaki diğer arkadaşlarıyla ilişkisini zedeler düşüncesiyle, bu görevinden onlara hiç bahsetmedi.

Hoffer Amerika'nın, dünyada ilk defa, aydınlar tarafından değil de, toplumun kendi çoğunluğu tarafından meydana getirilen bir uygarlık ortaya koyduğu görüşünü  savunmaktadır ve bütün gelişmekte olan ülkelere de fanatik liderler peşinde koşmaksızın, demokratik yollarla toplumların kendi kendilerini yönetmeleri doğrultusunda çaba sarf etmelerini önermektedir.

Hoffer inanmaktadır ki, toplamların kendi kendini yönetmesi, aydınların ileri sürdüğü gibi zor ve karmaşık değildir; aksine kolay ve basittir.

California Üniversitesindeki görevine başladıktan sonra gençleri daha yakından tanıma imkânı bulan Hoffer, “Topluma Uyamayanlar” konusunda yeni görüşlere sahip oldu.

Delikanlılıktan yetişkinliğe” geçmekte olan gençlerde, taklitçilik, bir lideri takip etmek, mucizelere inanmak, bir grubun üyesi olmak ve kutsal bir amaç uğruna kendi kişiliklerini bir kenara bırakmak gibi eğilimlerin son derece belirgin olduğunu gördü. Şüphesiz ki bunun altında yatan, gençlerin hayatın en zor “değişiminden” geçmeleri, yani “çocukluktan adamlığa” geçmeleriydi.

Değişimin ortaya çıkardığı bu bunalım ve eğilimlerin, yalnız “delikanlılıktan yetişkinliğe dönüşmeye ait bir olgu” olmadığı düşüncesi, Hoffer’ın zihnini meşgul ediyordu. Ne zaman ki insanlar bir dönüşüme uyum sağlama durumuna girseler, (Örneğin: büyük çapta tarımsal bir toplumun sanayileşmeye dönüşmesi, kırsal alanlardan şehirlere geliş, bir ülkeden başka bir ülkeye göç edilmesi, hatta bir işyerinden ayrılıp emekli olunması gibi) aynı bunalım ve eğilimler ortaya çıkıyordu.

Dört kitabının yayınlanmış olması, eserlerinin 13 dile çevrilmiş olması, “Kesin İnançlılar” isimli eserinin milyonu aşkın satış yapması ve üniversitelerde siyasal bilimlere yardımcı kitap olarak okutulması sonrasında toplumda aranan bir kişi haline gelmesine rağmen Hoffer, 1965 yılına kadar kendi münzevi iş hayatı çerçevesinde kalmayı başarmıştır. Yine de 1967 yılına kadar haftada üç gün rıhtım hamallığı görevine devam ediyor, geri kalan zamanını okumak, yazmak, parkta dolaşmak ve birkaç dostunu ziyaret etmekle geçiriyordu. Ancak 1967 yılı eylül ayında Amerika’nın en büyük televizyon yayın kuruluşu olan CBS’e konuk olan Hoffer, o tarihten itibaren eski münzevi hayatına veda etmek mecburiyetinde kaldı. Artık Amerika’nın her yanından Hoffer’a binlerce mektup yağıyordu. Akademik çevreler Hoffer’dan konuşma yapması için randevu almak üzere birbirleriyle adeta yanşıyorlardı. Fakat Hoffer bu ilgiye rağmen her zamanki hayatını sürdürüyor, arada sırada konferanslar veriyor ve yılda bir defa televizyona çıkmayı kabul ediyordu.

Hoffer ömrünün sonuna kadar rıhtımda çalışmayı arzu ediyordu. 1967 Nisanında emeklilik çekini ilk kez eline aldığı zaman neredeyse şok geçirmişti. Rıhtımdan ayrılmak onu üzmüştü. “Benim onlardan başka arkadaşım yok” diyen Hoffer, yine de bu kadar şöhretten sonra belki üzerim diye onları ziyaret etmekten çekiniyordu.

Hoffer yine okuyor, yürüyor, düşünüyordu. Aklına bir şey takılmıştı: “Tarihte büyük eser yaratan kişiler, hep büyük şehirlerde ortaya çıkmışlardı.

Yaratıcı kişiler köyde, ormanda, kırda, dağ başlarında ortaya çıkmıyorlardı. Nasıl çıksın ki; yabancı şeylerin hoş karşılanmadığı ortamda ne yaratılabilir ki? İnsan şehirde insanlığını bulmuştur. Şehir olmaksızın insan da bir şey değildir. Ancak ne var ki insanı kokuşturan, dejenere eden de şehirdir. Eğer biz şehirlerimizi yaşayabilir ve yaşanabilir kılmazsak bazı büyük ulusların ölümünü görebiliriz” diyordu Hoffer.

http://www.muharrembalci.com/kitaplika/31.pdf

***

Eric Hoffer'in Türkçe 'ye Çevrilmiş Eserleri







***

Hoffer’ın kaleme aldığı kitaptan (Kesin İnançlılar'dan) yaptığımız 

birkaç alıntıyı sizlerle paylaşmak isteriz.

“Kesin inançlı, kendi siyasi, dini, felsefi inancının “mutlak gerçek” olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır. Hiç şüphesi, hatta merakı bile yoktur. Bu yüzden, okumuşlarında bile cehalet havası sezilir.

Aynı sebeplerle, ‘ödünsüz’dür: ‘Revizyonizm, değişim, yumuşama, uzlaşma’ gibi kavramlara düşmandır. Hatta ılımlılık “tehlikeli”dir, “ihanet”tir. ‘DÜŞMAN’ onun için bir ihtiyaçtır. Çünkü ancak tehlikeli ve acil bir ‘düşman’ın varlığı onun kafasındaki ak – kara şablonuna uyar. Bağnazlık ve paranoya birbirini tamamlar. Öyle bir “düşman” ki, “her şeye kadir ve her yerde hazır” olmalıdır. Her yere sızan, sinsi planlar yapan, bizleri uyutan, bizden akıllı düşmanlar!

En heyecan verici iç düşmanlar ‘dış güçler’e, ’emperyalizm’e, ‘beynelmilel Yahudi’ye bağlı olanlardır: “İdeal bir düşmanın yabancı olması gerekir, yerli düşmanın yabancı soydan geldiği iddia edilmelidir…”

‘Kesin İnançlı’nın sağcı solcu, dinci, laik olması fark etmez.

Gelişmekte olan bir kitle hareketinin taraftarlar çekmesi ve bu taraftarları elinde tutması onun ortaya koyduğu doktrinin kuvvetinden değil fakat endişeler, imkânsızlıklar ve anlamsızlıklar içindeki hayatından kurtulmak isteyenlere sığınacak bir yer teklif etmesinden dolayıdır.

Dünyadaki bütün kötülükler, birilerinin başkalarının iyiliği için hareket etme hakkını kendinde görmesiyle başlar.”

Derleyen: Deniz Kartal

https://dunyalilar.org/kesin-inanclilar-eric-hoffer.html/


***
Eric Hoffer'in Sözlerinden
https://www.google.com/search?q=eric+hoffer+s%C3%B6zleri&tbm=isch&hl=tr&sa=X&ved=2ahUKEwjqiu3V0NbwAhUaMRoKHXIAAjkQrNwCKAB6BQgBEOAB&biw=1263&bih=825#imgrc=s_m0Fie-xcnkmM














Kesin İnançlılar ücretsiz bir şekilde hem özetine hem de pdf formatında erişmek mümkün. Tek yapmanız gereken yukardaki renkli linkleri kullanmak ve yörüngeleri izlemek.6056923975 ISBN numaralı, 210 sayfa sayısı olan içeriğe ulaşmak artık çok basit. Hemen okumaya başlayın. Eric Hoffer ‘un muhteşem kalemi fark yaratmış gerçekten. Felsefe Kitapları türündeki eseri OLVİDO KİTAP yayınevi ile bütünleşip sizlere sunulmuş. Baskı numarası ise 2. Baskı. Kağıt yılında yayınlanan Kesin İnançlılar kitabı için hemen harekete geçin. Usta kalemin hayal dünyasına dalın.

https://www.pdfokur.com/kesin-inanclilar-oku


18 Mayıs 2021 Salı

19 Mayıs’ın Ruhunu Kavrayabilmek

 

Sabahattin Gencal (İzci), Erzurum Yavuzselim İlköğretmen Okulu'nun
bir bayramda Erzurum'un Ilıca beldesinde yaptığı bir resmi geçitte...(1959 ?) 


 

Bir ferdi/yurttaşı olmaktan büyük gurur duyduğumuz Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal’in önderliğinde yurdumuzu işgal eden emperyalist ülkelere karşı 19 Mayıs 1919’da başlayan Kurtuluş Savaşı sonunda atalarımızın kanı ile sulanan coğrafyamızda kurulmuştur.

Bütün imkânsızlıklara rağmen, yine Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma amacıyla birçok devrim yapılmıştır.

Maalesef Atatürk’ün ölümünden sonra devrimlerin hızı azalmış, hele de yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde büsbütün durmuştur. Öyle ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinin her gün hatırlanması ve gereğinin yapılması öncelik kazanmıştır. Açık deyişle bir ateş çemberi içinde olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkılmaktan korumak, Kurtuluş Savaşı’ndaki heyecanı yeniden yakalayarak, kutuplaştırılmaya çalışılan toplumumuzu birleştirip topyekûn olarak yine eskisi gibi çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmayı hedeflemeliyiz.


Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin reorganizasyonu/yeniden modern biçimde düzenlenmesi, devlet yöneticilerinin görevlendirmesi ve yüreklendirmesiyle başta uzmanlarımız, siyasetçilerimiz olmak üzere bütün halkımızın birinci görevi olmalıdır. Her şeyi ile tükenmişlik görüntüsünde olan toplumumuzda, yurdumuzda büyük bir potansiyelin, büyük kaynakların olduğu unutulmamalı. Atatürk’ün “Türk Öğün,  Güven, Çalış” vecizesinde ifade edilen kavramları iliklerimize kadar özümsemeli ve aklımızı çalıştırmalıyız.

Çağdaş uygarlık düzeyine çıkma temennisinin vurgulandığı yukarıdaki genellemeden hareketle herkes uhdesine düşen görevi yapmalıdır. En azından yürekleri ısıtmak, coşkuyu artırmak, aklı kullanabilmek için herkes bildiğini, düşündüğünü paylaşmalıdır. Tehlikeyi sezmeli, olup bitenlerin perde arkalarını araştırmaya başlamalı, duygusallıktan kurtulmalıdır.

Atatürk Samsun’a çıktığı günlerdeki durumumuzu Nutuk’ta özetlemiştir1. Okursak anlarız ki o günkü durum çok daha vahimdi. TBMM’si tarafından Atatürk’ün önderliğinde yürütülen ve bütün mazlum uluslara örnek olan Kurtuluş Savaşı’mızdan dersler alarak yeniden düzlüğe çıkabiliriz. Tabii bu hamasi nutuklarla olmaz; laikliğe, demokrasiye, sosyal hukuk devletine inanmayanlarla hiç olmaz.


Bir zamanlar haksız olarak Osmanlıya “Hasta Adam” sıfatını yakıştırmışlardı. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti’ni küstahça, geri kalmış, üçüncü sınıf devlet olarak görenler maalesef çoğaldı. İşin daha üzücü tarafı bizi de bu geri kalmışlık psikolojisi içine sokmak ve moral gücümüzü sıfırlamak için dâhili ve harici düşmanlar gayret göstermektedirler. Anlaşılan işimiz kolay değildir.

Bu zor günlerde ne yapılması gerektiğini elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri uzmanlarla birlikte hesaplamıştır veya hesaplamaları gerekmektedir. Biz de iyi niyetle düşüncelerimizi paylaşacağız. Herkes de paylaşırsa, şuralar yapılırsa bir “ortak akla” kavuşulur ve de gereği yapılır.

Şu anda benim somut ve hemen uygulanabilir bir önerim yoktur. Düşündüklerimi satır aralarında okunabilir. Dikkat ederseniz Türkiye Cumhuriyeti ibaresini çokça kullandım. Neden mi? Bildiğiniz gibi bazı levhalardan TC kazınmıştır, kaldırılmıştır. Burada bir art niyet var mı yok mu bilemem. Bildiğim şudur, zerre kadar art niyetli olan varsa onlarla yollar ayrılmalıdır.

En önemli hususu sonraya bırakmamalıydım. Ama bizde hep böyle oluyor. Bu önemli husus şudur:

İyi niyetlerle bir kurtulma çabası içindeyken bile olsak kendi durumumuzu göz ardı etmemeli, eksikliklerimizi kabul etmeli ve gereğini yapmalıyız.

İnsan kendi eksiğini tam olarak tespit edemez, toplumlar da böyledir. Bazen eksikler tespit edilebilir; ama bunun sebepleri bilinemez. Bazen sebepler de bilinir; ama çözüm yolları bilinemez. Bazen çözüm yolları da bilinir; ama uygulama yapılamaz... Bir şey yapamayınca da asırlarca geri kalınır, kültür yozlaşır, ekonomi bozulur, ahlaki bakımdan çürüme başlar... Bizim gibi olunur, demeye dilim varmıyor. Çünkü hâlâ umutluyum. Yeter ki uzmanların görüşlerine itibar edelim. Bu görüşlerden bir tanesini dipnotta veriyoruz:

Sayın kahveci Müslüman toplumun içinde bulunduğu vahim çöküş durumunu sıralamakla kalmıyor, teşhis ve tedaviyi de gösteriyor.2

Siz dipnotu okurken ve düşünürken yazımızı Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” sözüyle bitirelim. İsterseniz bir ayet de ekleyelim:

Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (huzursuzluğu, azabı), akıllarını kullanmayanların üzerine kor.” (Yûnus Suresi 100. Ayet, Süleyman Ateş Meali)

Ara not olarak da şunu ekleyelim: Bu sureyi, bu son zamanlarda ortalığa büsbütün yayılan pislikleri hatırlatmak için yazmadım. Kahveci’den alarak dip notta gösterdiğimizin paragrafa dikkati çekmek için yazdım. Dar siyaset yapmak, ucuz siyaset yapmak bizim işimiz değil; hiç kimsenin de olmamalı.

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Spor ve Gençlik Bayramımız kutlu olsun.

Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 19. 05. 2021

_________________

 1. Genel Durum Ve Manzara

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. İngilizlerin denetiminde olan Samsun’da milli mücadele hareketi için istediklerini gerçekleştiremeyeceğini anlayan Mustafa Kemal, 25 Mayısta Havza’ya geçti. Samsun’a çıkışını Mustafa Kemal, Nutuk‘ta şu şekilde anlatmıştır:

“1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve manzara: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalamış, Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, ateşkes antlaşmasının hükümlerine uymaya lüzum görmüyorlar. Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti Fransızlar, Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalya askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919’da itilaf Devletleri’nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafından Hıristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeğe, devletin bir an evvel çökmesine çalışıyorlardı.”

(Ersan, Uğur; Atatürk Samsun’a Çıktı Milli Mücadele Başladı. (19 Mayıs 1919), Köroğlu Gazetesi, 17 Mayıs 2018, 12 Mayıs 2019, 18 Mayıs 2020)

https://www.koroglugazetesi.com/haber/ataturk-samsuna-cikti-milli-mucadele-basladi-19-mayis-1919-3.html

 

2. “RASYONEL ÜLKELERDE GÖRÜLMEYEN YOLSUZLUKLAR, HIRSIZLIKLAR, DOLANDIRMALAR, KUL HAKKI YEMELERİ, HAKSIZ KAZANÇLAR, TORPİL, AYRIMCILIK GİBİ KÖTÜ AHLAK HASLETLERİ NEDEN MÜSLÜMAN ÜLKELERDE GÖRÜLÜYOR?

ÇÜNKÜ DİNSEL EĞİTİM, DÜŞÜNLERE VE AKLA DEĞİL DUYGULARA HİTAP ETTİĞİNDEN BU ÇAĞDA İŞE YARAMIYOR. BU ÇAĞDA VARLIĞI SÜRDÜRMEK İÇİN GEREKLİ VASITALARI ELDE ETMEK ANCAK RASYONELLİKLE MÜMKÜNDÜR.

MÜSLÜMANLAR BU RASYONELLİKTEN YOKSUN OLDUKLARI VE ONUNLA OLUŞMADIKLARI İÇİN DİNLERİ YASAKLAMASINA RAĞMEN BU KÖTÜ AHLAKİ DAVRANIŞLARI YAPIYORLAR.

HALKIN AKILCI DÜŞÜNÜŞE GEÇMESİNİ BAŞTA ANA BABALAR, YÖNETİCİLER, BÜYÜKLER, KRALLAR VE DİN ADAMLARI İSTEMEZLER. AMA HALK AKILCI DÜŞÜNMEYE GEÇEMEDİĞİ İÇİN RASYONEL DÜŞÜNEMEMESİNİN FATURASINI BİR ŞEKİLDE AĞIR ÖDEMEKTEDİR.

AKILCI DÜŞÜNÜŞ, TEK KILAVUZ OLARAK BEŞERİ AKLI KABUL EDER. GERÇEĞİN BU AKIL ÜZERİNDE TEMELLENDİRİLMESİ VE BİÇİMLENDİRİLMESİ AKILSALLIK (RASYONALİTE)TIR. BÜTÜN AKILCI FELSEFE VE BİLİMİN TEMELİ BUDUR.”

(Kahveci, Prof. Dr. Niyazı; Çağımız ve Türkiye/Düşün ve Bilim Alanları, s.66)



14 Mayıs 2021 Cuma

Bir Bayram Ziyaretinin Düşündürdükleri



Allah’a (cc) hamd olsun ki aile bireylerim, akrabalarım, arkadaşlarım ve dostlarım sayesinde, Ramazan Bayramımızda, pandemi koşullarına rağmen gönül gücüm artmıştır. Öyle artmıştır ki, inanın gönlüm tüm insanlığı içine alacak kadar genişlemiştir. Bu genişlik, bu heyecan ve bu huşu içinde HERKESİN RAMAZAN BAYRAMINI TEBRİK EDERKEN KARDEŞLİK, BARIŞ, DAYANIŞMA VB. GÜZEL DUYGULARIN GELİŞMESİNİ; YAŞAMIMIZIN MUTLULUKLARLA DOLMASINI YÜCE RABBİMİZDEN NİYAZ EDERİM.

Pandeni koşullarına rağmen bu bayramda gönül gücümüm artışına paralel olarak beyin gücümde de kıpırdanmalar oluştu. Unuttuğumu sandığım bazı anılar geçti gözümün önünden. Kaybolmaya yüz tutmuş düşünceler de gün yüzüne çıkmak istedi. Bu anılar, bu düşünceler kafamda oldukça bana rahat yoktur. Allah (cc) ömür verirse, sağlık verirse bunları ileri bir günde paylaşmayı bir borç kabul ediyorum.

13 Mayıs 2021 gününü, yani Ramazan Bayramının ilk gününü nasıl geçirdiğimi bir “günce” yazar gibi yazmak isterdim. Ama yazamıyorum, olmuyor olmuyor. Neden mi? Ben zaman zaman günce yazdım. “Herkesin yoğurt yiyişi başkadır.” derler ya bilirsiniz. Ben “geldim, gördüm, gittim...” gibi kısa ve özlü yazamıyorum. Tutum ve davranışları, sözleri, işleri vb. yazmanın ötesinde bütün bunların çağrıştırdıklarını da yazmaya kalkıyorum. İnsanın içinden ne kadar duygu ve düşünce geçtiğini düşünürsek benim yazmamın imkânsız olduğunu da anlarız.

Şimdi ben maddeler halinde kısa kısa yazacağım. Çağrışımları da artık sizler düşünürsünüz.

Sabah sabah, değerli arkadaşım Erdoğan Teke Bey’in bayramını telefonla tebrik ettim. Telefon konuşması sırasında saat 1400’te beni evde, evin kapısında ziyaret edeceklerini söylediler. Şimdi siz düşünün telefonla bayramlaşmanın önemini çağrıştırdıklarını, ayrıca ziyaretlerin kültürümüzdeki yerini.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) buyurdular ki; 

Hediyeleşin, çünkü hediye, aradaki muhabbeti artırır.” 

(Beyheki)

Saat tam 1400. Erdoğan Bey dairemizin zilini çalıyor. Böyle dakik davrananlara bayılıyorum. Özel hayatımda da meslek hayatımda bu konu üzerinde çok durdum. Zamanlama, toplumumuzun en büyük sorunlarından biri. Erdoğan Bey kardeşimizin böyle dakik oluşunda,  sanırım 23 yıl İsviçre de kalmasının payı vardır.

-                    Selâmünaleyküm.

-                     Ve aleyküm selam. Hoş geldiniz. İçeri buyurun.

-                    Hoş bulduk. Pandeminden sonra inşallah. Bayramınız mübarek olsun.

-                    Sizlerin de. Nice bayramlar...

-                    Nasılsınız?

-                    Hamd olsun, ya siz?

Bu bilinenleri niye tekrarladım, dersiniz? Elbette bunların anlamlarını biliyorsunuzdur; ama ne üzücüdür ki toplumumuzun çoğu bunların anlamlarına vakıf değil. Kalıp sözlerin seslendirilmesinden başka bir işlevi olmuyor. Açık deyişle bu kelimelerin ifade ettikleri o güzelim, o derin anlamlar unutuldu gitti. Bunları dipnot olarak yazayım, dedim. Ama ne zaman yeter, ne de güç. Başka bir bahara inşallah...

Değerli arkadaşım, esenlik dilekleriyle birlikte hediye paketini de takdim ediyor ve müsaade olarak gidiyor. Hediyeleşmenin önemi ile ilgili hadisleri bir vesileyle yazmıştım. Tekrar etmeyeceğim. Yalnız hediyenin ne olduğunu açıklamakla yetineceğim:

Çikolata. Yaşam boyu tatlı günler... Ve de bir kitap. En iyi hediyenin kitap olduğu ile ilgili birçok vecize duyduğunuzdan eminim. Ama Ramazan Bayramında bir kitap hediye edilmesinin anlamını takdir edersiniz. Kitabın adını da yazarsak konunun önemi daha çok artar. “Çağımız ve Türkiye Düşün ve Bilim Alanları” Prof. Dr. Niyazi Kahveci, Doğu Kitabevi, 6. Baskı.

18.yüzyılda yaşamış ünlü düşünür ve ilim adamı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleriyle ilgili bir derleme kitabı yayınladım. Bu kitabın hazırlanması sırasında Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ne çift kanatlı dendiğini öğrendim. (zül cenaheyn’ günümüz Türkçesi ile ‘çift kanatlı’ Kanatların biri pozitif bilimleri temsil ederken diğeri teolojik disiplini simgeler) Bence Prof. Dr. Niyazi Kahveci de çift kanatlı bir bilim adamıdır. Türkiye’mizin, dünyamızın böyle bilim adamlarına ihtiyacı var. Böylelerinin engellendiği konusu ayrı bir konu.

Kitabı açıyorum. İçinde lüks bir zarf ve zarfın içinde özenle yazılmış bir bayram tebriği mesajı. Bu özenin ne anlama geldiğini yazmaya gerek var mı?

Kitaplar ruhun gıdasıdır. 
Japon atasözü 


Telefon konuşmalarım da, bayram tebriki, hal hatır sormalarımızın ötesinde hatıralarımızı tazelemek olduğunu da belirteyim. Bunlar da çok düşündürdü beni. Ayrı ayrı saymanın imkânı yok. Teknoloji ne güzel. Trabzon, Rize, Samsun, Ankara, Kocaeli, Bursa ve İstanbul’daki kardeşlerim, akrabalarım, öğrencilerim, arkadaşlarım, dostlarım aradılar. Ben de aradım tabii. Aramak ve aranmak ne güzel. Ah, dedim teknolojinin kullananı olduğumuz kadar icat edeni de olabilseydik.

Bir arkadaşımla köyümüzdeki, yaylalardaki anıları canlandırdık. Bir başka arkadaşımla ilçemizin diğer köylerinin 70-75 yıl önceki durumunu konuştuk. Düşünebiliyor musunuz; ev kapıları yatsıdan sonra kapanırdı. Esnaf dükkânını kapatmadan camiye giderdi, yemek yemeye vb. giderdi. Gözlerimizin önüne getirebiliyor muyuz?

Sıkılmazsanız bir iki satır da yazalım. Köydeki bakkala gittim. Yarım kg. şeker istedim. Diğer komşulara kalmaz diyerek 200 gram verdi bana. Bugünkü kara borsacıları düşünün bir de rahmetli bakkalımızı. Düşünecek daha çok şeyler var.  Şekeri ilaç olarak alırdık. Zaten kibrit, gazyağı, şeker, basma vb. alırdık dükkândan diğer bütün ihtiyaçları gece gündüz toprakla savaşarak, hayvan besleyerek, çayır biçerek vb. karşılardık. Ama mutluyduk. Bugünkü bolluğa rağmen insanlar mutsuz; çünkü gelir dağılımı adil değil. Çünkü büyük bir kesim modern köle durumunda.

Neden bu duruma düştüğümüz konusu başlı başına bir tez konusu olmakla birlikte kısaca değineyim:

Ahlakımız, MEB Talim Terbiyenin de belirttiği üzere ortada, reziletler artık        borulardan değil yollardan akıyor... Bütün bunların birçok nedeni var kuşkusuz. Bence bir nedeni de kültür yozlaşmasıdır.

Seneler önce duymuştum. Almanlar Türkiye’de bir araştırma yapmışlar ve şunu tespit etmişlerdir: Tahsil seviyesi artıkça kültür seviyesi düşüyor. Olur mu böyle şey demiştim o zamanlar; ama yarım asır sonra Almanların doğru teşhiş ettiklerini üzülerek öğrendim. Biz hep böyleyiz. Öngörümüz yok. Ancak yumurta kapıya dayanınca...

Benim sade, iyi niyetli, yurt ve millet sevgisiyle dolu ama okuyamamış köylümü düşünün bir de sözde okumuşları. “Benim köylüm” derken genel olarak köylümüzü kast ediyorum. Benim doğduğum köyü değil. Benim doğduğum köy, Cumhuriyetten önce de sonra da okumuşluk oranı en yüksek köylerden biridir.

Benim köyümdeki selamlaşma adabı, hal ve hatır sorma, yardımlaşma, komşuluk, düğün ve cenaze merasimleri, başsağlığı dilekleri, göz aydınlığı, Allah kavuştursun görüşmeleri, kış gecesi oyunları, çocuk oyunları, yaylaya çıkma, yayla şenlikleri, türküler, atışmalar... bayramlar vesaire vesaire. Evet, karşılaştırıverin bu günlerle. Karşılaştıralım ve Almanların senelerce önceki araştırma bulgularını bir kere daha düşünelim: Hani derler ya “Bu kadar cahillik ancak tahsille mümkündür.” İşte bizimkisi de öyle... Yani eğitim politikamız istenildiği gibi değil. Kültürümüz yavaş yavaş yozlaşıyor yozlaşıyor. Bu yozlaşma yetmezmiş gibi bir Araplaşma eğilimi de sezmiyor değilim. Yazık yazık çok yazık.

Telefonlarla görüştüğüm arkadaşlarla elbette bu konuları konuşmadık; ama o eski günleri yad ettik. Nerede görülmüş eskiye özlem. Evet, tekâmül etmek varken, pırıl pırıl bir geleceği planlamayı yapmak varken.

Bu Ramazanda, bu bayramda pandemi dolayısıyla hep içerideydik. Eminim ki biraz daha fazla, biraz daha etraflı, biraz daha gerçekçi, biraz daha eyleme dönük vb. düşündük.

Düşünmek az iş mi? Evet, o eski bayram coşkusu yoktu. Evet, o eski bayram hareketliliği yoktu; ama eminim ki şapkamızı önümüze koyup düşündük. İşte bunun için de bir başkayım bu bayramda. Bir musibetin bin nasihatten daha iyi olduğunu, daha etkileyici olacağını, istisnalar bir yana gördüğüm için umutluyum bu bayramda.

UMUTLARIN YEŞERMESİ DİLEĞİYLE TEKRAR RAMAZAN BAYRAMINIZI TEBRİK EDERİM.

Sabahattin Gencal, 

Çekmeköy-İstanbul, 14. 05. 2021 


Paylaşmak güzeldir.