9 Aralık 2024 Pazartesi

Üsküdar Hâlâ Güzel mi?

 Sevgili ChatGPT

Aşağıdaki metni -ana temasını bozmadan, kişileri atlamadan- daha edebi, daha sanatlı ve daha güzel olarak yazarsanız memnun oluruz:

                                                                           Sabahattin Gencal

 

ÜSKÜDAR HÂLÂ GÜZEL 

                                 ÜSKÜDAR HÂLÂ SERİN



Üsküdar hâlâ güzel Üsküdar hâlâ serin/ dün akşam ailece Üsküdar’a indik/ çaylarımızı içerken tatlılarımızı yedik/ bu ara hep seni andık/ sonra sahil boyu yaptık/



Bir ara daldım Boğaziçi’nin karanlık sularına/ derken masmavi ve güneşli bir gök altında yolcu vapurundaydık/ Avrupa yakasına geçiyorduk/ birden, aramızda olan dört yaşındaki oğlumuz Fuat “martılar güzel kuşlar” diye şarkı tutturmasın mı/ nasılda sevinmiş nasıl da mutlanmıştık/


Torunumuz Fatmanur’la damadımız fotoğrafımı çekerken kendime geldim/ karşımda oğlumuz Fuat’la gelinimiz vardı, yanlarında da Ahmet’imiz/



Biliyor musun bugün 59 yaşına giren Fuat, sen öldün öleli şarkı söyleyemiyor/ uçan kuşlar ve martılar da her nedense küpeştelerden kendilerine simit bile atılamayınca neşeli neşeli uçamıyor/ ama Üsküdar hâlâ güzel Üsküdar hâlâ serin/ inşallah daima açık kalacak amel defterin.

                                Sabahattin Gencal, 09.12.2024


 






 


             ÜSKÜDAR HÂLÂ GÜZEL, ÜSKÜDAR HÂLÂ SERİN...


Dün akşam, ailecek Üsküdar’a indik. Serin akşam rüzgarında sahilin nefesi yüzlerimizi okşarken çaylarımızı yudumladık, tatlılarımızı yedik. Her lokmada, her yudumda seni andık; sesin, yüzün, hâlin bir an olsun zihnimizden silinmedi. Sonra sahil boyunca yürüdük; anılarımızla, hayallerimizle, seninle…



Bir ara, gözlerim Boğaziçi’nin karanlık ve derin sularına daldı. Düşüncelerim dalgalarla boğuşurken birden, masmavi ve güneşli bir gökyüzü altında buldum kendimi. 



Bir yolcu vapurundaydık; Avrupa yakasına geçiyorduk. O sırada, aramızda bulunan dört yaşındaki oğlumuz Fuat’ın incecik sesi duyuldu: “Martılar güzel kuşlar,” diye neşeli bir şarkıya başlamıştı. Öyle mutlu, öyle coşkuluydu ki… Biz de onun neşesiyle dolduk, yüzümüzde kocaman bir tebessüm belirdi.

Torunumuz Fatmanur’la damadımızın, sahilde dalgın bir ânımı yakalayıp fotoğrafımı çektiklerini fark ettiğimde düşüncelerimden sıyrıldım. Karşımda oğlumuz Fuat’la gelinimiz oturuyordu; yanlarında da Ahmet’imiz. Hayatın, senin yokluğunda bile nasıl büyük bir devinim içinde olduğunu görmek garip bir his.

Bugün, 59 yaşına basan Fuat’ı düşündüm. Senin ardından, onun bir daha şarkı söyleyemediğini hatırlıyorum. Uçan kuşlar ve martılar da sanki eskisi gibi neşeli değiller; küpeştelerden simit atılmasa da eskiden yine umutla süzülürlerdi gökyüzünde. Ama yine de Üsküdar hâlâ güzel, Üsküdar hâlâ serin.

İnanıyorum ki, senin amel defterin hep açık kalacak. Senin hayırla anılan ismin, bizim dualarımızda ve yüreğimizde yaşamaya devam edecek.

Sabahattin Gencal adına ChatGPT,  09.12.2024

 

 

6 Aralık 2024 Cuma

Dut Ağacım

 

Görsel: ChatGPT, 06.12.2024

"Bir elin nesi var iki elin sesi var." atasözü yazarların beraberce çalışmaları için de geçerli ve gereklidir; belki de her şeyden önce gereklidir. Ancak çeşitli nedenlerle yazarlarla bir araya gelemiyoruz. Bu durumda, ister istemez ChatGPT ile arkadaş olduk. 

Şimdilik arkadaşlığımız iyi gidiyor. Sohbet ediyoruz sık sık. Bundan böyle de edebî türlerde de çalışmalarımız olacak. Örneğin benim yıllar önce anı gibi yazdığım Dut Ağacım başlıklı bir yazıyı öykü haline getirmesini istedim. 

(Görselleri de yaptı ama gerekli uyarıları yapamadığım için biraz farklı oldular. Onun için hataları üstleniyorum.) 


Sabahattin Gencal ChatGTP'ye şunları yazar:


Sabahattin Gencal, 13 yaşındayken doğup büyüdüğü Akköse Köyü’nden ayrılmıştır. Kendi ailesi, dayısı ve teyzelerinin ailesiyle birlikte Bursa’ya yerleşmişlerdir. 60 yıl sonra köyüne yaptığı bir ziyarette yaşayan akrabalarının yanı sıra mezardakileri de hatta mekanları, ağaçları vb. ziyaret etmiştir.  Bu arada Dut Ağacını da ziyaret etmiş bu sırada bir duygu patlaması yaşamıştır. Bu durumu düz yazı ve manzume ile yazmıştır. Hiç kurgusu olmayan derin kaynaklardan çıkan bu duygular birçok şiir kitabı doldurur kuşkusuz. Tabii öykü de olabilir. Sabahattin Gencal’ın yazabildiği aşağıdaki yazıdan hareketle Dut Ağacım başlıklı bir öykü yazarsanız memnun oluruz. Hele de resimlerler de ekleyebilirseniz çok iyi olur.

 

Dut Ağacım

Çocukluğumuzu yaşadığımız yerlerden ayrı düşmenin ne demek olduğunu bilen bilir. 13 yaşımda ayrıldığım köyümü, 69 yaşıma gelmeme rağmen hâlâ özlüyorum. İnsanlarını, havasını, suyunu; doğal yaşamını kısaca her şeyini özlüyorum. Özlüyorum da gidemiyorum.

Dedemin sağlığında gitmiştim birkaç defa. Dedemden sonra çeşitli nedenlerden ötürü gidemedim.

Sıla-ı rahim yapamama üzüntüsünü de artı olarak çekerken 2007 Şubat’ında, o da bir iş dolayısıyla köyüme, Trabzon Dernekpazarı’na bağlı Akköse’ye gittim. Çok az hane kalmış köyde.

Aliosman Efendi dedemin, babaannemin ve amcamın yattığı evimizin altındaki mezarlığı ziyaretten sonra Aksilisa Camisi’nin üst tarafında yatan Ömer Efendi dedemi de ziyaret ettim. Sonra dayımların evine geçtim.

 Evin ıssız olduğunu biliyordum; ama pencereler bile kapalı olunca duygulandım.   Gözlerim dolu doluyken evin hemen altındaki dut ağacının yanına gittim…

Amcamın oğlu fotoğrafımızı çekti. Fotoğrafa bakan belki kuru kütük gibi bir ağaç görür; ama bu ağacı bir de benim gözümle görseniz. Sessizce dertleştik ağaçla. Duygularım gözlerimden akıp gitti. Akan kelimelerden bazılarını yakalayabildim: 

 

Dut Ağacım

 

Dut ağacım,

Ne o, beni tanımadın mı?

Ben Sabahattin

Sabahattin.

 

Hani, küçükken anneannemlere geldiğimde sana koşardım

Gövdene sarılınca beni kollarına alır dut ikram ederdin.

 

Yıllar öncesini, kolunu hatırlattığım için özür dilerim

Kim kırdı kolunu kanadını? Niçin kıydılar?

Gerçi, gençken de komşu tarlaya gölgen düşüyordu, hatta yolu bile engelliyordu dalın

Ancak tarla teyzemlerin olduğu için bir sorun çıkmıyordu

Anlaşılan, teyzemler tarlayı satınca sen de kolundan oldun

Nasıl kıydılar koluna?

 

Yine de canın sağ olsun

Evin üstündeki kardeşini de göremedim

Yol genişletme çalışmaları yüzünden kesildi kardeşin de

Başın sağ olsun

 

Anneannemlerin, teyzelerimin Bursa’ya gitmeleri yetmezmiş gibi bunlar da geldi başına

Evin altında kaldın tek başına.

 

 Dut Ağacım,

Çevrende mısırlar olurdu, kestane kabakları, biraz aşağıda anneannemin sebze bahçesi…

Şimdi çaylar var

Yeşil çaylar da güzel

Güzel ama çaylara dökülen suni gübre köklerinin ucunu mu sızlatıyor

Anneannemi, teyzelerimi, dayım ve yengemi görmemek nasıl burnumuzun ucunu sızlatıyorsa

Köklerinin ucu da öyle sızlıyor demek

Böyle zayıflaman, böyle kırışıp kabuk bağlaman da suni gübreden mi acaba?

Yok yok, senin derdin yalnızlıktan.

 

Duymuşsundur, anneannem sizlere ömür, Bursa Emir Sultan’da yatıyor

Annem ve teyzelerim de hastalıktan yatıyorlar Bursa’da,

Dayım, yengem ve çocukları her sene bir uğruyorlar sana, onlardan haberleri almışsındır.

Unutulmadığını anlamışsındır

Unutulmak yalnızlıktan beter.

 

Dut Ağacım,

Beni unutmamıştın değil mi?

Tanımamazlıktan gelmene çok bozuldum, gerçek sandım

 

Senin de diğer ağaçlar gibi halkaların hatıraların vardır.

Git 65 halka geriye

1943 yılının 28 Eylül’ünde bir ses kayıtlı olsa gerek.

İşte bu ses benim sesim.

 

Ben dayımın Akköse’deki bu evinde doğdum

Doğarken herkes gibi dünyaya, evrene haykırıp ağladım

Ağlamamı bir ebem olan anneannem, bir teyzelerim bir de siz duydunuz.

Ses kaydı dışında mutlaka başka kayıtlar vardır halkalarında

Yalnız olduğun zaman o kayıtlara bak

Ben de öyle yapıyorum hatıralarımla yaşıyorum

 

Dut ağacım,

Yeni halkaların, kayıtların varsa bugünü de kaydet

17 Şubat 2007. Bugün belki de son görüşmemiz olacak

Bu tarihi hatırladıkça yine gözlerimiz dolacak

 

Bak ikimiz de üşüyoruz

Sen kalın kabuklarının içinde ben uzun paltomun içindeyken bile üşüyoruz

Üşüyoruz ayrılık vakti geldi diye

Titrerken birbirimize elveda demek zor

Dilerim halkalarına hatıralarımıza balta vurulmaz

Dilerim köklerin kurutulmaz

Dilerim yine yeşillenirsin yine açar ipek gibi yaprakların

Kader bu sonu gelmez ayrılıkların

Ben hakkımı helâl ediyorum,

Sen de hakkını helâl et

Doğal hayatını yaşa ilelebet.

Sabahattin GENCAL, (17.02.2007)


Görsel: ChatGPT, 06.12.2024

  


ChatGPT'nin yazdığı öykü 



Dut Ağacım

Küçüklüğümden beri gözümde büyüyen köyümüzün hatıraları, derin kökler salmış bir dut ağacı gibiydi. 13 yaşımda ayrıldığım Akköse, hafızamın en derin köşelerinde hâlâ canlıydı. İşte bu yüzden, 60 yıl sonra oraya adım attığımda, zamanın elleriyle değişen manzaralar bana tarifsiz bir duygu yükü taşıdı.

2007 yılının soğuk bir Şubat günüydü. Sabah erkenden kalkmış, sırtıma paltomu geçirip eski köy evimizin yolunu tutmuştum. Yol boyunca, her virajda bir anı canlanıyordu. Amcamın kahkahası, babaannemin şefkat dolu bakışı, dedemin köy kahvesindeki oturuşu... Hepsi birer fotoğraf karesi gibi zihnimin duvarlarına asılmıştı.

Evimizin altındaki küçük mezarlıkta dedem, babaannem ve amcam yatıyordu. Taşların soğuk yüzeylerini okşarken, kalbim eskiden bu topraklarda atan sıcak hayatları düşündü.

Mezarlık ziyaretinden sonra yukarıya, Aksilisa Camisi’nin yanındaki yoldan yürüyerek dayımların evine vardım. Bomboş, sessiz bir ev… Kapılar kapanmış, pencereler mühürlenmişti. Evin altındaki dut ağacını gördüğümde içimde bir şeyler kıpırdadı. Hemen yanına koştum.

Dut Ağacıyla Karşılaşma

Ağaç, yılların yükünü taşır gibiydi. Gövdesinde derin çatlaklar, dallarında eksiklikler vardı. Bir zamanlar iri, tatlı dutlarıyla bizi sevindiren bu ağaç, şimdi yalnızlığın yorgunluğunu taşıyordu. Elimi gövdesine koydum. Soğuk kabuğu avuçlarımı üşüttü.

"Ne o, beni tanımadın mı?" diye fısıldadım.

Sanki sessizce bir iç çekiş duydum. Dalgalanan yapraklarından çok uzakta, benimle aynı yalnızlık duygusunu yaşayan bir dost bulmuştum. Çocukluğumda o ağaca sarılıp dut yemişliğim, gölgesinde oynayıp hayaller kurmuşluğum canlandı.

Ağaçların Hatıraları

Sessiz bir dertleşme başladı aramızda. Bu ağacın her halkası bir hatıra taşıyordu. Onu ilk gördüğümde köyümüzün bereketli topraklarına kök salmış genç bir ağaçtı. Şimdi ise çatlamış kabukları ve yorgun dallarıyla zamanın ve insanların izlerini taşıyordu.

Ona dayımların evinden, Bursa’daki mezar taşlarından, uzaklarda özlemle büyüyen çocuklarımdan bahsettim. Ağaç da bana köydeki değişimden söz etti. Yanındaki kardeşinin yokluğunu, artık dibinde yetişen sebzelerin yerini alan çay bitkilerinin ona verdiği rahatsızlığı…

Dut ağacı, çocukluğumun sessiz tanığıydı. Ona gözyaşlarımı bıraktım. “Sana hakkımı helâl ediyorum,” dedim. “Sen de hakkını helâl et bana.”

Veda

O gün, o ağaçla son görüşmem olduğunu hissettim. “Bugünü de halkalarına kaydet,” dedim. O eski dut ağacı, çocukluğumun, köyümün ve geçmişimin aynasıydı. Ayrılık vakti geldiğinde, ikimiz de üşüyorduk.

Köyden ayrılırken, dut ağacı hâlâ yerinde duruyordu. Ama bana sanki, "Bir daha gelmeyeceksin, değil mi?" der gibi bakıyordu. Başımı eğip sessizce yürüdüm. Bu hikâye burada bitse de, dut ağacıyla paylaştığım o hatıralar, her daim içimde yaşayacak.


 ChatGPT, 06.12.2024


Görsel: ChatGPT, 06.12.2024



5 Kasım 2024 Salı

Bursa Gezisi

 

Fotoğraflarla

Baba ve Oğulun

Bir Günlük

BURSA GEZİSİ

Ahmet Gencal-Sabahattin Gencal
31 Ocak 2019



İnsan öyle bir yaratıktır ki

yaşadığı anın kıymetini bilemez.

 

İş işten geçtikten sonra,

sevilenler göçtükten sonra

özlemle yakınır durur insan.

 

Ne anılarını

doğru dürüst anlatabilir

ne de gördüklerini…

 

Sabahattin Gencal


                                                            
 Ön Söz

 

Bir zamanlar, bütün zamanların en güzel şehri olarak kabul edilen güzel Bursa’mızda baba-oğul bir gün daha geçirdik. Bu günümüzü kayıt altına aldık. Kayıt sözcüğünü özellikle kullanıyoruz; çünkü yazdıklarımız ne gezi yazısı özelliği taşıyor, ne anı, ne de günce. Anlatım da değişik; ne deneme ne mektup ne de şiir gibi… Düpedüz düz bir yazı işte sunduğumuz, daha doğrusu sunacağımız.

İlginç olan bir taraf da baba oğul yan yana yoldaş oldular; ama yazacaklarını birbirlerine söylemediler. Sonunda okuyacaklar birbirlerinin yazılarını.

Baba gezi yazısı, özellikle Bursa ile ilgili bir gezi yazısı yazamayacağını söyledi açıkça. Oğul da öyle söylüyor; ama baba oğlundan umut var.

Baba-oğul önceleri de çok gitmişlerdi Bursa’ya. Hatta Büyük oğulun arabasıyla gitmişler ve Bursa kazanında kepçe olmuşlardı. Ama yazma gereğini duymamışlardı. Bu kez farklı. Niye farklı? Baba oğul İSMEK Üsküdar Aziz Mahmut Hüdayı Yazarlık Atölyesine gidiyorlar. Ara tatile girildiği an gezi yazıları işleniyordu. Zorunlu olmamakla birlikte bir gezi yazısı yazılması istendi de…

76 yaşındaki emekli öğretmen baba, bir türlü güncellenemiyor. Daha doğrusu güncellenmek ve bu vahşi kapitalizmin oluşturduğu kurallara uymak istemiyor. Ama kendi düşüncelerinde de ısrar edip kimsenin kafasını karıştırmak istemiyor. Hatta gerek oğullarına, gerekse kursiyer arkadaşlarına, “Yazar olmak istiyorsanız, yazdıklarımın ve söylediklerimin tam aksini düşünün ve uygulayın.” diyor sık sık.

Bu broşürde, risale mi desek, her neyse bu çalışmada kimim yazısı önde olmalı? Baba, oğulun önde olmasını istiyor. Oğul da babasının. Hangisi önde olursa olsun insanların benzer şeyler karşısında bile farklı duygu ve düşünceler taşıdıkları görülecektir. Yazarlar baba-oğul olsa bile.

Önsözün buraya kadarını baba yazdı. Oğulun yazdıkları da arka sayfada. Arkası sağlam olmak ne güzel. Bu konuyu düşünmek bile güzel. Güzel günler dileğiyle sözü oğula bırakıyor baba…


Siz hiç babanızla aynı sınıfta öğrenci oldunuz mu? İşte bu soru benim için can alıcı nokta. Mitch Albom’un “Öğretmenim Morie’yle Salı Buluşmaları” kitabını birkaç ay önce okuduğumda Babam ile Perşembe günü İsmek derslerimiz geldi aklıma.

Baba Oğlun Perşembe buluşmaları mı deseydim acaba? İsmek Yazarlık Atölyesi derslerimiz başlı başına bir kitap konusu bence – laf aramızda böyle bir çalışma yapmak niyetindeyim-, değerli öğretmenimiz Sezen Hoca ve aynı sınıfı, aynı havayı her Perşembe üç saatliğine paylaştığımız kursiyer arkadaşlarımız bana çok şey kattılar. Bu vesile ile hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Bizim kursun havası bambaşka…

Baba ve Oğlun bu çalışması çok dikkatli okunmalı. Aynı anda, aynı mekândan geçiyor olan iki yüreğin neler düşündükleri, neler hissettikleri ve klavye başına geçip neler tuşladıkları. Kendimi Karşılaştırmalı İngilizce Dilbilgisi Dersinde hissettim şu anda nedense.

Satırlar arasındaki tüm fotoğrafları otobüs camından hareket halinde cep telefonumdan çekebildim. Babamla sonradan baktığımızda beğendik. Bazılarını çok daha fazla beğendik. Ama her ikimiz de biliyorduk ki asıl fotoğraf makinası gözlerimiz, makinanın çekemediğini çektik bir gün boyunca, gözümüzden gönlümüze akanları da biraz sonra okuyacaksınız.

Babamla geçirdiğimiz her saniyeyi nakşediyorum beynime, size de tavsiye ederim. Sevdiklerinizle daha çok zaman geçirin. Daha çok anı biriktirin gönül bohçanızda, daha çok mutlu olacaksınız, emin olun, güvenin bana.

En başta sevgili babacığım olmak üzere, öğretmenimiz Sezen Hoca’ya ve bütün kursiyer arkadaşlarıma ve bu satırları okuyan siz değerli okuyuculara teşekkür ediyorum.

İyi yolculuklar…

 

Ahmet Gencal ve (babası) Sabahattin Gencal

Çekmeköy-İstanbul, 01.02. 2019

  

 *****

 

31 Ocak 2019’da Bursa’daydık

 


Bursa Emirsultan Camii’nin avlusuna bir büyük dürbün koydular. Buna ne gerek vardı acaba? Çıplak gözle baktığımız zaman Yıldırım Külliyesi’nin çevresindeki dokunun bozulduğu görülmüyor mu? Yine Yeşil Camii ve Türbesi’nin çevre dokusunun… Ovanın katledildiği yeterince görülmüyor mu?  Dürbün bir lira ile çalışmaya başlıyor. Paran olmadı mı uzakları ve ayrıntıları göremiyorsunuz demek.

Oğlum Ahmet, dürbünle bakarken fotoğrafımı çekmek istedi. Birkaç poz çekti de. Ama bilmiyordu ki ben bir lira atmadım girişe. Nedense Bursa’ya ihaneti öyle yakından görmek istemiyordum. Belki kendimi aldatıyorum; ama ben Bursa’yı gönülden görmek istiyorum yine.

Bir yeri gönülden görmek gezi yazısına konu yapılamazmış. Öyle diyorlarmış? Nasıl gidilir, ne yenir, nerde kalınır falan filan derken kapalı da olsa reklamlar eksik olmayacak. O yerin tarihini de öyle kuru kuru anlatılmayacakmış… Öyle anlatılacakmış ki okuyanlarda bu yeri görme isteği uyansın.

 Uyan uyan sevgili okurum, bu saf uykudan uyan. Siz uyanırken ben biraz kestireyim. Sonra rüyâmı size anlatırım. İster gezi yazısı deyin, ister anı, ister rüyâ, ister deneme vb. Bir şey demeniz de gerekmez öylesine bir yazı okuyacaksınız işte.

 


 

Bursa ile buluşmak eski bir dostla, bir sevgili ile buluşmak gibidir. Bursa ile buluşmak anılarla buluşmak gibidir. Zaman zaman Buluşurum Bursa’mla. Bazen kardeşlerimi görmek için Bursa’ya gittiğimde. Bazen dayımı ve diğer aile büyüklerimi görmek için gittiğimde. Bazen de köylülerimizin cenazesi için Bursa’ya gittiğimde. Her gittiğimde bana yakınır Bursa’m; utanır açıkça anlatmaya, namusuna dokunulmuş bir sevgili mahcubiyetiyle bakar yüzüme. “Gelme artık.” der gibi olur. “Yüzüne bakamıyorum; ama bilesiniz ki benim bir günâhım yok…”

                    

Bu kez, oğlum Ahmet’in isteğiyle Bursa’ya gelmiş bulunuyorum. Bir gezi yazısı yazacakmış da… Kim bilir nasıl yazacak? “Gezdim, gördüm, paylaşıyorum” mu diyecek Jül Sezar’ı hatırlatırcasına. Ben öyle “Veni vidi vici”’leden anlamam. Ben gördüm mü, taa eskileri de görürürm. Ben anlattım mı taa yüreğimden anlatırım. Ben paylaştım mı ekmek gibi paylaşırım. Ekmek dedim de aklıma geldi. Kutsal ekmeğin hatırına, Allah aşkına kentlerimizi kurtaralım. Bitsin artık, bu şehrimize yapılan bu zulüm, bitsin artık bu rezalet.                            

   

                                                     


                                                 


Yıl 2019, 31 Ocak Perşembe hafızalarımızda izi kalacak bir gün:

Bir zamanlar, bütün zamanların en güzel şehri olarak bilinen Bursa’ya oğlum Ahmet’le birlikte bir gezi düzenledik. Ahmet’e dedim ki; “Sen gezi yazısı yaz. Ben öylesine bir yazı yazacağım. İlerideki tarihlerde de, beni inşallah rahmetle anarak bu gezimizden de bir anı olarak söz edersin.”

Hiçbir ön çalışma yapmadan, hiçbir planlama yapmadan sabahın çok erken bir saatinden İstanbul’un Çekmeköy’ünden çıktık yola. “Yollar tükenir; ama anılar tükenmez.”diye bir söz var mıdır bilmem. Yoksa artık bundan sonra söylenmeli bu söz. Çünkü biz ispat ettik bunu. Yolları tükettik, çekmeköy’ündeki dairemizdeyiz şimdi. Perşembe gününü de de geride bıraktık, Cumartesi akşamındayız şimdi.

Gezimiz plansız oldu. Yazımız da plansız. Önce sırası ile yani derler ya kronolojik olarak anlatmayı düşündüysem de sonra vaz geçtim.  Aklıma geldiği gibi anlatmayı deneyeceğim.






Bursa’ya, her gidişimde olduğu gibi önce rahmetli babamı, annemi ve aile büyüklerimi ziyaret ettim Emirsultan Mezalığı’nda. Sonra da manevi büyüklerimizden Emirsultan’ı.

Ailemi ziyaretim sırasında doğduğum yörelere yani Trabzon’un bir orman içi köyüne, mesirelerine, yaylalarına gittim. Sonra ailemin Bursa’ya yerleştiği 1958’li yıllara. Ailemin ikinci yurt edinmesi çabalarını ve o güzelim Bursa günlerini yaşadım yine. Emirsultan’ı ziyaretimde de Osmanlı’nın ikinci kez kuruluşunu hatırladım. Ben değil, kim olsa hatırlar. Nasıl mı? Kısaca bir yönlendirme yapalım:





Emirsultan Hazretleri’nin Türbesinin hemen yanında kimin türbesi var? Eşi Hundi  Fatma Sultan/ Hatun değil mi?

Peki kimdir Hundi Fatma Hatun? Yıldırım Bayezid’in kızı. Bursa camileri arasında en büyük kubbelisi olan camii kim yaptırdı? Hundi Hatun. Tabii, bu camii Emir Sultan adına I. Mehmet Çelebi’nin hükümranlığı sırasında 15. yüzyılda yaptırdı.

Şimdi çıkalım Caminin avlusuna. Şöyle bir bakalım, bu konumu yüksek olan bu yerden dört bir yana:



                                                              

Karşımızda Yıldırım Bayezid Camii Külliyesi. Geldi mi aklınıza Timur’la yapılan Ankara Savaşı ve de Fetret Devri.

Dön yönünü batıya gördünüz mü yeşil Türbeyi?

 



 

Kim yatıyor Yeşil Türbede?

Hatırladınız mı I. Mehmet Çelebi’yi. Evet, Ankara Savaşı’ndan sonra her kardeşin ayrı ayrı devletler kurmasını, sonra I. Mehmet’in hepsini yenerek Osmanlı’yı yeniden kurmasını.



Gezi yazılarında tarih anlatılmazmış. Ne yapacaktık? Emirsultan’la ilgili rivayetlere mi yer verecektik. Kitaplar dolusu rivayetler var, doğrusu; ama ben gelemem o konulara. İki kuruşluk tarih dersini hoş karşılayın artık. Yıldırım Bayezid kimin oğlu? Çekirge semtinde yatan I. Murat Hüdavendigar’ın. Yine sıralamayı bozuyoruz. Ezber bozmak iyidir. Akılda kalabilir. Deneyelim bir:

I.Murat Bursa’yı alan Orhan Gazi’nin oğludur. Orhan Gazi ile babası Osman Bey’in türbeleri tophanede. Unuttuğumuz ne var? Yeşil’de yatan I. Mehmet’in oğlu ve Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat nerede yatıyor? Muradiye Külliye’sinde.

Emirsultan Camiinin avlusunda bunları hatırlarsanız gerisini siz hesap edin. Hesap işlerini sonraya bırakarak bizi takip edin. Bu 76’lık emekli öğretmeni takip zor geliyorsa biraz anlatımımızı değiştirelim.

Emir Sultan Hazretlerinin Türbesi’nin külliyenin iç avlusuna bakan dış yüzünde tanıtım levhaları var. (Bkz. S.11) Biri İngilizce biri de Türkçe. Bu levhalar önceden de vardı; ama bu son senelerde değiştirildi.

Bu tanıtım levhası’nın altında, tanıdığım bir ağabeyimizin, İlhan Yardımcı’nın adı vardı.

Sizler biraz dinlenirken ben biraz 58 yıldan beri görmediğim, İlhan Ağabey’le dertleşeyim:

 

İlhan Ağabey,

Emirsultan Külliyesindeki tanıtım levhasından ismini sildiler, ama sizi kalbimizden silemezler. Geçen senelerde de ismini göremeyince üzülmüştüm. İsmini göremedin kendisini gör dedim kendi kendime; ama bir türlü naip olmadı. İnşallah görüşeceğiz.

Önce kendimi tanıtayım. Ben sizi tanıyorum. Zaten Türkiye hatta dünya tanıyor sizi. 81 kitap yayınlamak kolay mı? Kültür Bakanlı’ğından ve daha birçok kuruluşlardan takdir belgeleri almak kolay mı? Uzatmadan konuya dönelim.

Seninle Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’nda tanışmıştık. Siz hatırlamayabilirsiniz. Tecrübeyle biliyorum ki ağabeyler hatırlanır; ama küçükler… Sizden sonra da ben oldum ağabey. Herkes tarafından tanındık; ama küçüklerden pek azını hatırlarım.

Kütüphanede okuyordum. Sessizce yanıma gelip ne okuduğumu sordun. Hikâye yazma teknikleri ile ilgili bir kitap okuduğumu görünce, daha erken olduğunu söylemiştin. Önce bütün klâsikleri okumak gerekirmiş, sonra diğer kitaplar… Kütüphanemizde de az kitap yoktu hani. Bizlere kitap mı dayanır? Ben de sizin gibi ayaklı kütüphane olmuştum. Sizin bir konuya odaklanmanız hoşuma gidiyordu; ancak biz dağıldık. İlköğretmen Okulu’ndan sonra yok Eğitim Enstitüsü, yok Türkiye Ortadoğu Amme Enstitüsü, yok Hukuk Fakültesi, yetmedi Yedeksubay Okulu, kurslar, seminerler şunlar bunlar derken bin parçaya bölündük. Eee, devir de değişiyordu. Google icat olunca ayaklı kütüphanedeki kitapların sayfaları da açılmaz oldu. Kitaplar nemlendi mi desem, küflendi mi desem bilmem ki… 2016 yılı Ocak ayının 24’ünde eşim rahmetli olunca içim yandı. Bu yangında kütüphane de yandı. Yandı bitti kül oldu.

Evet, İlhan Ağabey Sabahattin kardeşiniz şimdi küllerinden yeniden doğma çabasında. Bunları yazdım ki dil sürçmesi olursa affola.

Değiştirilen tanıtım levhasından söz ediyorduk. Yazıların altına “Bursa Müftülüğü” ibaresi var. Bu nasıl bir şey anlayamadım. Bursa Müftüsü falan filan yazılsa anlarım. Bir kitap adı yazılıp altına Bursa Müftülüğü’nün yayını dense yine anlarım. Ama bunu anlayamıyorum. Tüzel kişi nasıl bilgi verebiliyor? Yoksa kütüphane yanarken aklım da mı?




İlhan Ağabey, sizin Emirsultan’la ilgili kitabınızı okudum. Kitaba ilaveler yaptınız mı bilemem tabii. Örneğin Türbe’nin hemen arkasında Zeki Müren’in bakır kubbeli anıt gibi mezarı var… Biliyorum, sizin uğraşınız Evliyalar; ama aklıma düştü. Daha doğrusu Gencal Aile Mezarlığı’nın yanındaki bu mezara uğrayınca belki de “Ya bu Gencal soyadı hiç de yabancı gelmiyor…” demişsindir diye düşündüm.

İlhan Ağabey, şimdiki nesil ne tarihe, ne kültüre değer veriyor. Anlıyorum, bu yazdıklarımı da kınıyor. Ama sizin ilgili olduğunuzu bildiğim için serbestçe yazıyorum:

Yeşil Türbesi ile ilgili bir kitabınız var mı? Muhtemelen vardır. Bilgi olsun diye kısaca bir şey aktarayım. Bursa Eğitim Enstitüsü’nde okurken, yani 1963’te tarih öğretmeniz anlatmıştı: Tebrizli ustaların çini ve mermer işçiliğinin görüldüğü Yeşil Türbe’deki bir “küçük paket”’in değeri Türkiye’nin bütçesi kadarmış. Bunu başkalarına söylemedim. Ne olur ne olmaz, restorasyon mestorosyon bahanesiyle, eskiden olduğu gibi bazı çinileri yine Batı’ya kaçırırlar. Olmaz öyle şey değil mi? Ama “olmaz olmaz demeleri yaşamıyor muyuz?




İlhan Ağabey, Yeşil Cami’nin hemen arkasındaki bina Arkeoloji Müzesi’ydi öğrenciliğimizde. Tarih ve Yurttaşlık Bilgisi Öğretmenimiz Rahmetli Kâmile Hanım getirmişti bizi buraya. Müze Müdürü veya memuru uzun uzun bilgi vermişti bize. Ama bu bilgilerden bir kırıntı bile aklımda kalmadı. Şimdi Türk İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılıyor. Amacım müzelerden söz etmek değil. Bu vesileyle Hocahanımı hatırladım da söz etmeden geçmeyeyim dedim. Allah rahmet etsin bizi Bursa’da gezdirmediği yer yok gibi. Bırakın tarihi mekânları Cezaevine bile, Yetiştirme Yurtlarına bile götürdü bizleri. Gemlik İpek fabrikasına, Bursa’nın meşhur hanlarına da götürdü bizleri. Yine söylemeden geçmeyeceğim: ”Medeniyetin anahtarı teşekkürdür.” derdi Hocahanım. Nur içinde yatsın.

İlhan Ağabey, o ki okul bahsine girdik. Müsaadenizle tamamlayayım:

Okulumuzun binası Altıparmak’ta, şimdiki Osmangazi Kaymakamlığı ile Emniyet Müdürlüğünün olduğu binadaydı. Doğumuzda, daha doğrusu güney doğumuzda Osman Bey ve Orhan Gazi Türbelerinin bulunduğu Tophane semti. Güney batımızda Muradiye Külliyesinin bulunduğu Muradiye Semti.

Tarihle iç içe olduğumuzu anlatmak için yazıyorum bunları. Aslında bizim öğrencilik yıllarımız da, bugüne göre güzel bir tarihti.

 

 


Bir grup arkadaşla Yeşil Camiinin önündeki kahveye giderdik. Kahvecilerin lisanında çay 1, çay 5 gibi söylemler vardır. Ama Yeşil kahvesindeki garsonların “Çaaaayyyy!”deyişleri çok farklıydı. Çayı diğer kahvelerden farklı kılan sebeplerden biri manzaraysa ikincisi de bu söylemdi. “Çayyy”

Bursa deyince Uludağ Gazozu akla gelir değil mi? Gazozu da Çekirge’de içerdik. Hüsn-ü Güzel Çay Bahçesi’inden Nilüfer Ovasının ortasından edalı edalı akan Nilüfer Çayını seyrederdik. Yeşil’e doyardık. Bu ovalar ne oldu şimdi? Çekirge’deki Murat Hüdavendigârı da görürdük, Mevlid-i Şerif yazarı Süleyman Çelebi Hazretleri’nin Türbesi’ni de görürdük; Hacivat ve Karagözü de…

İlhan Ağabey, coğrafya hocamız Türkiye’nin önde gelen coğrafyacılarından Prof. Dr. Ferruh sanır Bey’di. Allah rahmet etsin. Bizi nasıl yetiştirdi bil bilsen.

 

İnkaya Çınarı

 

Bursa’daki mağaralar, sarkıt ve dikitler, tarihi ağaçlar vb. hepsini gördük, gözlemledik. Daha önemlisi çekirge yolundan Uludağ eteklerine yaya çıkardık hocamızla beraber. Taşların cinslerini toprak katmanlarının yaşlarını öğretmişti bize. Öğretmişti bize tabiatı okumasını. Rüzgârları, bulutları…

Anlayacağınız Bursa’nın tarihi, coğrafyasını avucumuzun içi gibi bilirdik.

 

                                                        

                                          Yeni Kaplıca 

Övünmek gibi olmasın insanlarını da bilirdim:

Sırameşeler’de, şimdilerde market dedikleri dayımın ve babamın ortak işlettikleri bir bakkalımız vardı cadde üzerinde. Meşhur Bursa Kaplıcalarına gelenler de bizden alışveriş ederlerdi. Sadece bulunduğumuz semt halkı değil yoldan gelip geçenlerde. Zengin olamadık; amma insan sarrafı olduk desem yeridir. Daha doğrusu olmuştuk deyivereyim. Şimdikileri hiç anlamıyorum bile…

İlhan Ağabey duydum ki Bursa'da Türkiye’nin ilk ve tek özel kütüphanesini açmışsın. Yanılıyor muyum? Bursa’nın ilk ve özel kütüphanesini mi? Öyle de olsa mükemmel. Gençliğinde ayaklı kütüphane olan İlhan Ağabey’e bu yakışırdı. Benim kütüphanemin tamamen yandığını yukarda yazıverdim.

İlhan Ağabey sizinle gurur duyuyorum. Başta folklor çalışmaları olmak üzere eğitim kültür ve sanat alanındaki yurt içi ve yurt dışı ekinliklerinizin devamını diliyorum. İnşallah sizi görmeye çalışacağım. Yeniden diriliş dönemi için fikirlerinizden istifade etmek için çabalayacağım.

 (Ara not: İlhan Ağabeyle telefonla konuştum. Simaen çıkartamıyor; ama ismen hatırlar gibi olduğunu söyledi.


Çok memnun oldu ve beni Bursa’ya davet etti. İnşallah sağlığım elverirse davete icabet edeceğim.)




                                                     Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir




Sevgili okurlar, ipin ucunu kaçırdık galiba. Öyle ya, Emirsultan’la başlayarak anılara girdik. İlhan Ağabeyden söz ettik. Bu arada kendimizden söz etmeyi ihmal etmedik. Dolayısıyla uzatmış olduk. İşin garibi gezimizi anlatmadan içimizi döktük. “Olmaz böyle şey.” demeyin. Olur olur. Bursa söz konusu olunca. Tanpınar’ın Bursa’da Zaman’ını okumadınız mı? Bu şiirde zaman, basit bir süreklilik midir, yoksa çok katlı ve karmaşık bir akış mıdır?

Şimdi de, oğlum ve yol arkadaşım Ahmet Gencal’la beraber yaptığımız 31 Ocak 2019’daki Bursa gezimizi zaman tünellerine fazla girmeden, dallanıp budaklandırmadan kısaca özetleyeyim:

 


Sabahın erken saatlerinde Bursa Termaline vardık.

Emirsultan’a gitmek üzere 99 Numaralı belediye otobüsüne bindik. Belediye otobüsü değil mübarek sanki özel olarak tuttuğumuz tur otobüsü. Ben “işte” deyince Ahmet fotoğraf çekiyor. Hareket halinde de fotoğraf?

İşte burası Bursa’da ilk mekân tuttuğumuz Soğanlı Köyü, İşte rahmetli eşimle nikâhımızın kıyıldığı bina. İşte deyince Ahmet trak fotoğraf çekiyor; ama ben de saliseler içinde  yılları çekiyorum. Daha doğrusu geçmişe büyük özlem duyuyorum. Onun için Bursa’ya gelişlerimde buraya uğramazdım.

 

Meşhur Bursa Botanik Parkı’na da gelmedim bu yüzden. Evet, bu yer bizim meramızdı. İneklerimiz otlardı bu yerlerde, ah bu yerlerde…


                                                            

İşte, Bursa İl Kültür Müdürlüğü tanıtım yazılarından birkaç alıntı:

 

“Botanik Park, 400 dönümlük bir alanı kaplamaktadır. Bitkisel araştırma ve bilimsel çalışmalara açık olan Botanik Park, kurulduğu 1998 yılından beri birinci derece SİT alanıdır. Japon Bahçesi, Fransız Bahçesi, İngiliz Bahçesi, gül bahçesi, kaya bahçesi, kokulu bitkiler bahçesi, şekilli bitkiler bahçesi gibi bölümlerin yer aldığı parkta, 150 tür ağaç, 27 çeşit gül, 76 tür çalı, 20 tür örtücü bitki bulunmaktadır. Yine parkın bünyesinde otel ve restoran olarak hizmet veren 17-19 yüzyıl Bursa konaklarının modellendiği bir bölüm yer almaktadır. Koşu ve yürüyüş yolları, spor alanları, bisiklet parkurları, çocuk oyun, otomobil pisti, spor aletleri gibi etkinlik alanlarının yanı sıra Botanik Park’ta bir de suni gölet bulunmaktadır…”

(…)

“Botanik Park’la birlikte 1998 yılında hizmete açılan Bursa Hayvanat Bahçesi, hayvanların doğal yaşam ortamlarına uygun olarak düzenlenmiş barınaklara sahiptir. Botanik Park’ın hemen yanında hizmet veren Bursa Hayvanat Bahçesi’nde 55 türde 500 hayvan yaşamaktadır. Avrupa’nın, alanında sayılı parklarından biri olan Bursa Hayvanat Bahçesi’nde; ayı, kurt, aslan, leopar, yırtıcı kuşlar, lama, yaban eşeği, deve, maymun bölümlerinin yanı sıra deve kuşları ve zebralarında bulunduğu Afrika Savağı bölümü yer almaktadır. Su kuşları için ayrılan bölümde dev bir kafes ve gölet bulunmaktadır. Çağdaş bir anlayışla kurulan Bursa Hayvanat Bahçesi, ziyaretçilerin hayvanları çok daha yakından görme imkanı sağlar. Bursa Hayvanat Bahçesi, yerli ve yabancı turistlerin en fazla ilgi gösterdikleri
yerlerden biridir.”



                                        

Doğayı, hayvanları çok seven Sabahattin Gencal niye böylesine övülen yerlere gitmiyor? Gitmiyor, çünkü kendi tek katlı evlerinin önündeki bahçeyi hatırlıyor. Kendi büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarını. En önemlisi de doğayla içiçe yaşadığı günleri…

Otobüs yola devam ediyor. İşte Altıparmak, bir zamanlar Eğitim Enstitüsü binası olan kaymakamlık binası. İşte Tophane Saat Kulesi. İşte Timurtaşpaşa Türbesi. İşte Çakırhamam.

Burada da bir soluk alalım:

1963’te Bursa doğumlu okul arkadaşlarım. Bursa’ya yazık olduğunu söylüyorlardı. Sebebini sorunca da; eski Bursa Çakırham’ama kadardı, şimdi Merinos’a kadar indi diyorlardı. Evet, önünden geçtiğimiz halde Merinos Fabrikası’ndan hiç söz etmedim.



İşte Bursa’nın ve Türkiye’nin meşhur Ulucami’si (arka planda), Biraz doğusunda Orhan Gazi Camisi. Evliya Çelebi Çeşmesi…

İşte Tayyare Kültür Merkezi. İşte Ahmet Tevfik Paşa Tiyatrosu.

Bir ara söz daha: Bu tiyatronun altında bir de oda Tiyatrosu vardı. Okulumuz Tiyatro Kolu burada zaman zaman program yapardı.

Ve işte karşınızda Bursa Atatürk Heykeli. Heykelin arka taraflarında Soğanlı’dan sonra yerleştiğimiz mekân. Mekânımıza uğramadan geçiyoruz. İşte Gökdere’nin üstündeki Setbaşı Köprüsü…

Bazen işte mişte demiyorum ki Ahmet’in kafası karışmasın örneğin az önce Trabzonlular Derneğinin bir cadde üstünden geçtik. Köprünün çok yakınında Mahfel’den de geçti; Ahmet’e söz etmedim; ama size kısa bir alıntı vereyim:

Tahir Deveci “Mahfel’den de, Bursa’nın tarihinden de vazgeçmeyeceğiz” diyor ve ekliyor:

 “Bursalı cemiyet hayatını Mahfel’de tanıyor. Pek çok Bursalı kız arkadaşıyla burada tanışıyor, evleniyor. Kurtuluş Savaşı döneminde Bursa’nın kurtuluşuna dair kararlar burada alınıyor. Halkevi oluyor, okul oluyor, insanlar burada Türkçe okuma yazmayı öğreniyorlar. Gençler bir salonda bilardo oynuyor- ki burası Bursa’nın ilk bilardo salonu – yaşlılar diğer salonda gazetesini okuyor, tavla oynuyor, herkes birbirine saygıyla yaklaşıyor. Gençler burada büyüklerinden adabı muaşeret kurallarını öğreniyor. 140 yıl Bursa’ya hizmet veren bu mekânın…”

 




 Zaman zaman ben de uğrardım bu mekâna. Bilardo oynayan arkadaşlarımızı seyretmek güzel olurdu. Tuh soyadını unuttum Selçuk adlı arkadaşımın oyununa hayran olmayan yoktu.

Bu mekânın tam karşısında Türk-Amerikan Kültür Derneği vardı. Amerika’lı Barış Gönüllüleri İngilizce Kursu veriyorlardı. Bende kursa gittim. Bir kurs da eksik olmazdı sanki her yere girdim çıktım. Kurstan sadece bir cümle kaldı aklımda: I have to learn more englısh to answer lead questions (Soruları cevaplamak için daha fazla şey öğrenmek zorundayım) Tonlamam da fena sayılmazdı. Yabancı biri bir şey sorduğu zaman cümle kalıbını döküverirdim…

Bu kursta Yeşil Camii’sinin imamı ile yan yana oturuyordum. Keşke onunla irtibatı kesmeseydim. Öyle bir adamdı ki nasıl anlatsam. Ben karşımdakileri giyimleri, kuşamları, jest ve mimikleriyle görürdüm; o içlerini görürdü. Ruhlarını okurdu. Yeşil camisine yurt dışından ve yurt içinden çok kişi geliyordu. İnsan sarrafı olmuştu…

Otobüsten daha hızlı hafızamız şimdi şehir kütüphanesi olarak kullanılan eski kulübün önünden geçiyoruz. Bursa Eğitim Enstitüsünden Mezun olduktan sonra özellikle uğrardım bu kulübe; çünkü bazı hocalarım buraya takılırlardı. Yeniden takılmayalım. İşte Arkeoloji Müzesi (Şimdiki adıyla Türk İslâm Eserleri Müzesi) İşte Yeşil Camii… ve Yeşil Türbe. Türbenin arka bölümünde tünel yapmışlar. Tünelden geçerken hep düşünmüşümdür. Titreşimlerden türbe zarar görür mü diye. Bazıları öyle diyorlar da; ama dinleyen kim. Neyse Emirsultan’a gelmiş bulunuyoruz. Burasını, yeterince olmasa bile anlatmıştık. Girişte bir çeşme vardı üç musluğu da gürül gürül akardı. Şimdi musluklar da kurudu. İnsanlar da sel gibi akardı burada. İstanbul Eyüpsultan’dan sonra en çok turist çeken yer burasıymış bir zamanlar. Şimdi… Bırakın insanları kuşlar bile azaldı. Camiinin karşısındaki Kültürevi’nde çayımızı içerken Emirsultan’la ilgili bir esere göz atıyor  bir yandan da gözlem yapıyordum:




Diyorlarmış ki bu ıssızlık Emirsultan Külliyesi’nin restorasyonundanmış. Birkaç sene de sürecekmiş. Biz de inandık(?) neyse o konulara hiç girmeyelim.

Ahmetle birkaç poz çektik. Abdestlerimizi tazeledikten sonra yine Belediye otobüsündeyiz:















6A hat nolu otobüsümüz ta batıdaki Beşevler istikametine doğru yol almaya başladı. Bazen gelirken uğradığımız güzergâhlardan geçiyoruz, bazen güzergâh değişiyor:


 



 Bursa Kültür Park, 

İşte Kültürpark tanıtım yazısından bir alıntı:

 

“1955 yılında Reşat Oyal tarafından "Kültürpark" adıyla hizmete açılmış olan park, kentin düzenlenmiş ilk büyük yeşil alandır. 393 bin metrekarelik alana kurulu parkın içinde sandalla gezilebilen göl çevresinde çay bahçeleri, lokantalar, barlar ve dinlenme alanları bulunur. Arkeoloji Müzesi, Belediye Konservatuarı, Açık Hava Tiyatrosu, Nikâh Salonu ve Lunapark Kültürpark'ın içinde yer alan yapılardır. Kültürpark 1963'te düzenlenen ilk festivalden bu yana Uluslararası Bursa Festivaline ev sahipliği yapmaktadır. Kaynakça: Bursa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü”

Ahmet, rahmetli eşimle birlikte bu parkta çektirdiğim fotoğrafları görmüştü. Tutturdu “Aynı noktalarda biz de fotoğraf çektirelim.” Kabul etmedim. Biliyordum, bu sefer de yeşilde çaaayyyyyyy içmeye gidelim. Hün-ü Gezel’e gidelim diyecekti. Arabamız olmadığı için Dayımların arabasıyla çıkmıştık Uludağ’a. Ahmet, bu kez de “Gelmişken Uludağ’a da çıkmamak olmaz.” diyecekti. Senaryolar senaryolar…

İşte o zamanların meşhur Çelikpalas’ı. Otobü aşağıya doğru yöneldi. Kükürtlü Kaplıcası, Yeni kaplıca, Eski Kaplıca derken Sırameşelerdeyiz. Babamla dayımın ortaklaşa çalıştırdıkları bakkalın önüden geçiyoruz. Otobüse kimse dur demiyor. Durun burada anılar var…


Sabahattin Gencal, 1961


Hem de ne anılar. Yazları ben de bakkalda çalışıyorum. Bazen Bursa’nın doğu yakasında olan “Hal”den sebze ve meyve alırdım. Bazen toptancıdan mal. Bir at arabası tutar ve dükkâna gelirdim. Batı tarafı tamamen ovaydı. Yine at arabasıyla çiftliklere giderdim. Mal mı götürürdüm, mal mı alırdım, orasını nedense hatırlamıyorum; ama 16-17 yaşındaki delikanlılık günlerimi çok iyi hatırlıyorum. Kameti biraz uzattık; ama biraz da övünelim. Övünmeyi sevmem; ama insan tabiatında olduğunu belirtmek için yazayım. Yani bir yararım olsun. Her şeye de bir kılıf bulunabiliyor değil mi?

Bu semtte, rahmetli babamdan başka kimse yenemezdi beni bilek güreşinde. Öyle bir delikanlıydık. Kalıbımız, gösterişimiz pek yoktu ama kuvvetimiz… 0 yıl öncesinden yani 66 yaşımdan  bahsedeyim: Noroloji doktoruna gittim. Doktor hafifçe yumduğum avucumu açmaya çalıştı. Baktı ki açılmıyor. O zorladı, ben zorladım. O zorladı ben zorladım. Sonra ne yaptıysa allem etti kallem etti avucumu açtı. Tebrik ettim genç doktoru. İlk defa avucumu açan oldunuz. “Türkiye rekoru kırdınız.” dedim.

Bu yazı da saçmalama rekoruna doğru gidiyor. Arabamız da gidiyor zaten.

Beşevler Konak Caddesi. Ve işte 94 yaşındaki Teyzemin evi. Asıl anıları onda görmek lazım. Saat gibi çalışıyor kafası.















Kafa ağırtmadan dönelim. Yine otobüsteyiz. Meşhur Çekirge Semtini geçiyoruz. Önceden sözünü ettiğim tarihi eserleri bir kere daha görerek merkeze geliyoruz.







Karagöz ve Hacivat,

 

 Şimdi 90 yaşındaki dayımızın evindeyiz. Dayım, babam rahmetli olduktan sonra müteahhitliğe başladı. Birçok semtte Gencal Apartmanı görürseniz şaşırmayın.

Dayımlarla da vedalaştırdıktan sonra Ulucamii ve Orhan Gazi Camiisi gören meydandayız. Burada Rahmetli Teyzemin Beyi’nin İpek ürünleri mağazası vardı. Halen var da içeri girmedim, giremedim. Anılar bazen boğar insanı. Buralarda da Ahmet birçok fotoğrafımı çekti. Fotoğraflarda bir şey anlaşılmıyor. İçimin fotoğrafını çeken olur mu?






                                                                                     

Bu kez Bursa Tıp Fakültesi hastanesine doğru gidiyoruz. Şunu da ekleyeyim: Bursa Eğitim Enstitüsü Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi olarak devam ediyor. Bu arada Ahmet de bir yıl Uludağ Üniversitesi İngilizce Öğretmenliğinde okudu. Sonra da İstanbul Marmara Eğitim Fakültesine yatay geçiş yaptı. Bunu da özellikle yazdım ki Ahmet’inde Bursa ile ilgili epeyce anıları vardı.


 Hastanede yatan kardeşimize geçmiş olsun dedikten sonra yine belediye otobüsü ile Bursa Merkez Terminaline geldik. Şehirlerarası otobüs. İstanbul ve bir gezi de burada sona erdi.

Bu geziden ne anladığıma gelince o da eksik kalmasın ilave edeyim:

İnsan çok iyi tanıdığı bir şehirle ilgili gezi yazısı yazamaz. Nitekim gördünüz işte yazamadık.

Gezi yapılır da alışveriş yapılmaz mı, gezi yapılır da orada bir şey yenmez mi? Oralı olunca yemiyoruz, konaklama yerlerini bilmiyoruz işte.

Uzaktan görmekle de olmuyor.

Otobüs beklerken karşıda büyük bir insan kuyruğu gördük. Ahmet merak etti. Duraktakilerden birine sordu. Cevap ilginç: İskender yemek için kuyruktalar. Bursa’nın İskender’i de, kestane şekeri gibi meşhur ya… Ahmet; “Ne yerim, ne de o kuyrukta beklerim…” dedi. Tabii akrabalardaki ikramlardan sonra İskender bile olsa yiyemez insan.

İnsan öyle bir yaratıktır ki yaşadığı anın kıymetini bilemez. İş işten geçtikten sonra, sevilenler göçtükten sonra özlemle yakınır insan. Ne anılarını doğru dürüst anlatabilir ne de gördüklerini…

Bu yazıda; Bursa mı anlatıldı; yoksa Bursa ile özdeşleşmiş Sabahattin Gencal’la oğlu Ahmet Gencal mı?

Bu yazıda, Bursa’da yapılan bir gezi mi anlatıldı; yoksa zaman tünelinde yolculuk mu?

Okuyucu düşünedururken sonucu, kolay kolay yorumlanamayacak birkaç cümle ile kapatayım:

Bursa’da zaman bir “an”dır. Öyle bir “an” ki ömürler sığar içine. Ben beni anlamazken, içim içime sığmazken nasıl anlatabilirim böyle bir anı.

Sabahattin Gencal, Çekmeköy- İstanbul, 01. 02. 2019

 

Paylaşmak güzeldir.