Fotoğraflarla
Baba ve Oğulun
Bir Günlük
BURSA GEZİSİ
Ahmet Gencal-Sabahattin Gencal 31 Ocak 2019 |
İnsan öyle bir yaratıktır ki
yaşadığı anın kıymetini bilemez.
İş işten geçtikten sonra,
sevilenler göçtükten sonra
özlemle yakınır durur insan.
Ne anılarını
doğru dürüst anlatabilir
ne de gördüklerini…
Sabahattin Gencal
Bir zamanlar, bütün zamanların en
güzel şehri olarak kabul edilen güzel Bursa’mızda baba-oğul bir gün daha
geçirdik. Bu günümüzü kayıt altına aldık. Kayıt sözcüğünü özellikle
kullanıyoruz; çünkü yazdıklarımız ne gezi yazısı özelliği taşıyor, ne anı, ne
de günce. Anlatım da değişik; ne deneme ne mektup ne de şiir gibi… Düpedüz düz
bir yazı işte sunduğumuz, daha doğrusu sunacağımız.
İlginç olan bir taraf da baba
oğul yan yana yoldaş oldular; ama yazacaklarını birbirlerine söylemediler.
Sonunda okuyacaklar birbirlerinin yazılarını.
Baba gezi yazısı, özellikle Bursa
ile ilgili bir gezi yazısı yazamayacağını söyledi açıkça. Oğul da öyle söylüyor;
ama baba oğlundan umut var.
Baba-oğul önceleri de çok
gitmişlerdi Bursa’ya. Hatta Büyük oğulun arabasıyla gitmişler ve Bursa
kazanında kepçe olmuşlardı. Ama yazma gereğini duymamışlardı. Bu kez farklı.
Niye farklı? Baba oğul İSMEK Üsküdar Aziz Mahmut Hüdayı Yazarlık Atölyesine
gidiyorlar. Ara tatile girildiği an gezi yazıları işleniyordu. Zorunlu
olmamakla birlikte bir gezi yazısı yazılması istendi de…
76 yaşındaki emekli öğretmen baba,
bir türlü güncellenemiyor. Daha doğrusu güncellenmek ve bu vahşi kapitalizmin
oluşturduğu kurallara uymak istemiyor. Ama kendi düşüncelerinde de ısrar edip
kimsenin kafasını karıştırmak istemiyor. Hatta gerek oğullarına, gerekse
kursiyer arkadaşlarına, “Yazar olmak istiyorsanız, yazdıklarımın ve
söylediklerimin tam aksini düşünün ve uygulayın.” diyor sık sık.
Bu broşürde, risale mi desek, her
neyse bu çalışmada kimim yazısı önde olmalı? Baba, oğulun önde olmasını
istiyor. Oğul da babasının. Hangisi önde olursa olsun insanların benzer şeyler
karşısında bile farklı duygu ve düşünceler taşıdıkları görülecektir. Yazarlar
baba-oğul olsa bile.
Önsözün buraya kadarını baba
yazdı. Oğulun yazdıkları da arka sayfada. Arkası sağlam olmak ne güzel. Bu
konuyu düşünmek bile güzel. Güzel günler dileğiyle sözü oğula bırakıyor baba…
Siz hiç babanızla aynı sınıfta
öğrenci oldunuz mu? İşte bu soru benim için can alıcı nokta. Mitch Albom’un
“Öğretmenim Morie’yle Salı Buluşmaları” kitabını birkaç ay önce okuduğumda
Babam ile Perşembe günü İsmek derslerimiz geldi aklıma.
Baba Oğlun Perşembe buluşmaları
mı deseydim acaba? İsmek Yazarlık Atölyesi derslerimiz başlı başına bir kitap
konusu bence – laf aramızda böyle bir çalışma yapmak niyetindeyim-, değerli
öğretmenimiz Sezen Hoca ve aynı sınıfı, aynı havayı her Perşembe üç saatliğine
paylaştığımız kursiyer arkadaşlarımız bana çok şey kattılar. Bu vesile ile
hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Bizim kursun havası bambaşka…
Baba ve Oğlun bu çalışması çok
dikkatli okunmalı. Aynı anda, aynı mekândan geçiyor olan iki yüreğin neler
düşündükleri, neler hissettikleri ve klavye başına geçip neler tuşladıkları.
Kendimi Karşılaştırmalı İngilizce Dilbilgisi Dersinde hissettim şu anda
nedense.
Satırlar arasındaki tüm
fotoğrafları otobüs camından hareket halinde cep telefonumdan çekebildim.
Babamla sonradan baktığımızda beğendik. Bazılarını çok daha fazla beğendik. Ama
her ikimiz de biliyorduk ki asıl fotoğraf makinası gözlerimiz, makinanın
çekemediğini çektik bir gün boyunca, gözümüzden gönlümüze akanları da biraz
sonra okuyacaksınız.
Babamla geçirdiğimiz her saniyeyi
nakşediyorum beynime, size de tavsiye ederim. Sevdiklerinizle daha çok zaman
geçirin. Daha çok anı biriktirin gönül bohçanızda, daha çok mutlu olacaksınız,
emin olun, güvenin bana.
En başta sevgili babacığım olmak
üzere, öğretmenimiz Sezen Hoca’ya ve bütün kursiyer arkadaşlarıma ve bu
satırları okuyan siz değerli okuyuculara teşekkür ediyorum.
İyi yolculuklar…
Ahmet Gencal ve (babası)
Sabahattin Gencal
Çekmeköy-İstanbul, 01.02. 2019
31 Ocak 2019’da Bursa’daydık |
Bursa Emirsultan Camii’nin
avlusuna bir büyük dürbün koydular. Buna ne gerek vardı acaba? Çıplak gözle
baktığımız zaman Yıldırım Külliyesi’nin çevresindeki dokunun bozulduğu
görülmüyor mu? Yine Yeşil Camii ve Türbesi’nin çevre dokusunun… Ovanın
katledildiği yeterince görülmüyor mu?
Dürbün bir lira ile çalışmaya başlıyor. Paran olmadı mı uzakları ve
ayrıntıları göremiyorsunuz demek.
Oğlum Ahmet, dürbünle bakarken
fotoğrafımı çekmek istedi. Birkaç poz çekti de. Ama bilmiyordu ki ben bir lira
atmadım girişe. Nedense Bursa’ya ihaneti öyle yakından görmek istemiyordum.
Belki kendimi aldatıyorum; ama ben Bursa’yı gönülden görmek istiyorum yine.
Bir yeri gönülden görmek gezi
yazısına konu yapılamazmış. Öyle diyorlarmış? Nasıl gidilir, ne yenir, nerde
kalınır falan filan derken kapalı da olsa reklamlar eksik olmayacak. O yerin
tarihini de öyle kuru kuru anlatılmayacakmış… Öyle anlatılacakmış ki
okuyanlarda bu yeri görme isteği uyansın.
Uyan uyan sevgili okurum, bu saf uykudan uyan.
Siz uyanırken ben biraz kestireyim. Sonra rüyâmı size anlatırım. İster gezi
yazısı deyin, ister anı, ister rüyâ, ister deneme vb. Bir şey demeniz de
gerekmez öylesine bir yazı okuyacaksınız işte.
Bursa ile buluşmak eski bir
dostla, bir sevgili ile buluşmak gibidir. Bursa ile buluşmak anılarla buluşmak
gibidir. Zaman zaman Buluşurum Bursa’mla. Bazen kardeşlerimi görmek için
Bursa’ya gittiğimde. Bazen dayımı ve diğer aile büyüklerimi görmek için
gittiğimde. Bazen de köylülerimizin cenazesi için Bursa’ya gittiğimde. Her
gittiğimde bana yakınır Bursa’m; utanır açıkça anlatmaya, namusuna dokunulmuş
bir sevgili mahcubiyetiyle bakar yüzüme. “Gelme artık.” der gibi olur. “Yüzüne
bakamıyorum; ama bilesiniz ki benim bir günâhım yok…”
Yıl 2019, 31 Ocak Perşembe hafızalarımızda izi kalacak bir gün:
Bir zamanlar, bütün zamanların en
güzel şehri olarak bilinen Bursa’ya oğlum Ahmet’le birlikte bir gezi
düzenledik. Ahmet’e dedim ki; “Sen gezi yazısı yaz. Ben öylesine bir yazı
yazacağım. İlerideki tarihlerde de, beni inşallah rahmetle anarak bu gezimizden
de bir anı olarak söz edersin.”
Hiçbir ön çalışma yapmadan,
hiçbir planlama yapmadan sabahın çok erken bir saatinden İstanbul’un
Çekmeköy’ünden çıktık yola. “Yollar tükenir; ama anılar tükenmez.”diye bir söz
var mıdır bilmem. Yoksa artık bundan sonra söylenmeli bu söz. Çünkü biz ispat
ettik bunu. Yolları tükettik, çekmeköy’ündeki dairemizdeyiz şimdi. Perşembe
gününü de de geride bıraktık, Cumartesi akşamındayız şimdi.
Gezimiz plansız oldu. Yazımız da
plansız. Önce sırası ile yani derler ya kronolojik olarak anlatmayı düşündüysem
de sonra vaz geçtim. Aklıma geldiği gibi
anlatmayı deneyeceğim.
Bursa’ya, her gidişimde olduğu
gibi önce rahmetli babamı, annemi ve aile büyüklerimi ziyaret ettim Emirsultan Mezalığı’nda.
Sonra da manevi büyüklerimizden Emirsultan’ı.
Ailemi ziyaretim sırasında
doğduğum yörelere yani Trabzon’un bir orman içi köyüne, mesirelerine,
yaylalarına gittim. Sonra ailemin Bursa’ya yerleştiği 1958’li yıllara. Ailemin
ikinci yurt edinmesi çabalarını ve o güzelim Bursa günlerini yaşadım yine.
Emirsultan’ı ziyaretimde de Osmanlı’nın ikinci kez kuruluşunu hatırladım. Ben
değil, kim olsa hatırlar. Nasıl mı? Kısaca bir yönlendirme yapalım:
Emirsultan Hazretleri’nin Türbesinin hemen yanında kimin türbesi var? Eşi Hundi Fatma Sultan/ Hatun değil mi?
Peki kimdir Hundi Fatma Hatun? Yıldırım
Bayezid’in kızı. Bursa camileri arasında en büyük kubbelisi olan camii kim
yaptırdı? Hundi Hatun. Tabii, bu camii Emir Sultan adına I. Mehmet Çelebi’nin
hükümranlığı sırasında 15. yüzyılda yaptırdı.
Şimdi çıkalım Caminin avlusuna.
Şöyle bir bakalım, bu konumu yüksek olan bu yerden dört bir yana:
Karşımızda Yıldırım Bayezid Camii
Külliyesi. Geldi mi aklınıza Timur’la yapılan Ankara Savaşı ve de Fetret Devri.
Dön yönünü batıya gördünüz mü
yeşil Türbeyi?
Kim yatıyor Yeşil Türbede?
Hatırladınız mı I. Mehmet
Çelebi’yi. Evet, Ankara Savaşı’ndan sonra her kardeşin ayrı ayrı devletler
kurmasını, sonra I. Mehmet’in hepsini yenerek Osmanlı’yı yeniden kurmasını.
Gezi yazılarında tarih anlatılmazmış. Ne yapacaktık? Emirsultan’la
ilgili rivayetlere mi yer verecektik. Kitaplar dolusu rivayetler var, doğrusu;
ama ben gelemem o konulara. İki kuruşluk tarih dersini hoş karşılayın artık.
Yıldırım Bayezid kimin oğlu? Çekirge semtinde yatan I. Murat Hüdavendigar’ın.
Yine sıralamayı bozuyoruz. Ezber bozmak iyidir. Akılda kalabilir. Deneyelim
bir:
I.Murat Bursa’yı alan Orhan
Gazi’nin oğludur. Orhan Gazi ile babası Osman Bey’in türbeleri tophanede.
Unuttuğumuz ne var? Yeşil’de yatan I. Mehmet’in oğlu ve Fatih Sultan Mehmet’in
babası II. Murat nerede yatıyor? Muradiye Külliye’sinde.
Emirsultan Camiinin avlusunda
bunları hatırlarsanız gerisini siz hesap edin. Hesap işlerini sonraya bırakarak
bizi takip edin. Bu 76’lık emekli öğretmeni takip zor geliyorsa biraz
anlatımımızı değiştirelim.
Emir Sultan Hazretlerinin
Türbesi’nin külliyenin iç avlusuna bakan dış yüzünde tanıtım levhaları var.
(Bkz. S.11) Biri İngilizce biri de Türkçe. Bu levhalar önceden de vardı; ama bu
son senelerde değiştirildi.
Bu tanıtım levhası’nın altında,
tanıdığım bir ağabeyimizin, İlhan Yardımcı’nın adı vardı.
Sizler biraz dinlenirken ben
biraz 58 yıldan beri görmediğim, İlhan Ağabey’le dertleşeyim:
İlhan Ağabey,
Emirsultan Külliyesindeki tanıtım
levhasından ismini sildiler, ama sizi kalbimizden silemezler. Geçen senelerde
de ismini göremeyince üzülmüştüm. İsmini göremedin kendisini gör dedim kendi
kendime; ama bir türlü naip olmadı. İnşallah görüşeceğiz.
Önce kendimi tanıtayım. Ben sizi
tanıyorum. Zaten Türkiye hatta dünya tanıyor sizi. 81 kitap yayınlamak kolay
mı? Kültür Bakanlı’ğından ve daha birçok kuruluşlardan takdir belgeleri almak
kolay mı? Uzatmadan konuya dönelim.
Seninle Erzurum Yavuz Selim
İlköğretmen Okulu’nda tanışmıştık. Siz hatırlamayabilirsiniz. Tecrübeyle
biliyorum ki ağabeyler hatırlanır; ama küçükler… Sizden sonra da ben oldum
ağabey. Herkes tarafından tanındık; ama küçüklerden pek azını hatırlarım.
Kütüphanede okuyordum. Sessizce
yanıma gelip ne okuduğumu sordun. Hikâye yazma teknikleri ile ilgili bir kitap
okuduğumu görünce, daha erken olduğunu söylemiştin. Önce bütün klâsikleri
okumak gerekirmiş, sonra diğer kitaplar… Kütüphanemizde de az kitap yoktu hani.
Bizlere kitap mı dayanır? Ben de sizin gibi ayaklı kütüphane olmuştum. Sizin
bir konuya odaklanmanız hoşuma gidiyordu; ancak biz dağıldık. İlköğretmen Okulu’ndan
sonra yok Eğitim Enstitüsü, yok Türkiye Ortadoğu Amme Enstitüsü, yok Hukuk
Fakültesi, yetmedi Yedeksubay Okulu, kurslar, seminerler şunlar bunlar derken
bin parçaya bölündük. Eee, devir de değişiyordu. Google icat olunca ayaklı
kütüphanedeki kitapların sayfaları da açılmaz oldu. Kitaplar nemlendi mi desem,
küflendi mi desem bilmem ki… 2016 yılı Ocak ayının 24’ünde eşim rahmetli olunca
içim yandı. Bu yangında kütüphane de yandı. Yandı bitti kül oldu.
Evet, İlhan Ağabey Sabahattin
kardeşiniz şimdi küllerinden yeniden doğma çabasında. Bunları yazdım ki dil
sürçmesi olursa affola.
Değiştirilen tanıtım levhasından
söz ediyorduk. Yazıların altına “Bursa Müftülüğü” ibaresi var. Bu nasıl bir şey
anlayamadım. Bursa Müftüsü falan filan yazılsa anlarım. Bir kitap adı yazılıp
altına Bursa Müftülüğü’nün yayını dense yine anlarım. Ama bunu anlayamıyorum.
Tüzel kişi nasıl bilgi verebiliyor? Yoksa kütüphane yanarken aklım da mı?
İlhan Ağabey, sizin Emirsultan’la ilgili kitabınızı okudum. Kitaba ilaveler yaptınız mı bilemem tabii. Örneğin Türbe’nin hemen arkasında Zeki Müren’in bakır kubbeli anıt gibi mezarı var… Biliyorum, sizin uğraşınız Evliyalar; ama aklıma düştü. Daha doğrusu Gencal Aile Mezarlığı’nın yanındaki bu mezara uğrayınca belki de “Ya bu Gencal soyadı hiç de yabancı gelmiyor…” demişsindir diye düşündüm.
İlhan Ağabey, şimdiki nesil ne
tarihe, ne kültüre değer veriyor. Anlıyorum, bu yazdıklarımı da kınıyor. Ama
sizin ilgili olduğunuzu bildiğim için serbestçe yazıyorum:
Yeşil Türbesi ile ilgili bir
kitabınız var mı? Muhtemelen vardır. Bilgi olsun diye kısaca bir şey aktarayım.
Bursa Eğitim Enstitüsü’nde okurken, yani 1963’te tarih öğretmeniz anlatmıştı: Tebrizli
ustaların çini ve mermer işçiliğinin görüldüğü Yeşil Türbe’deki bir “küçük
paket”’in değeri Türkiye’nin bütçesi kadarmış. Bunu başkalarına söylemedim. Ne
olur ne olmaz, restorasyon mestorosyon bahanesiyle, eskiden olduğu gibi bazı
çinileri yine Batı’ya kaçırırlar. Olmaz öyle şey değil mi? Ama “olmaz olmaz
demeleri yaşamıyor muyuz?
İlhan Ağabey, Yeşil Cami’nin hemen arkasındaki bina Arkeoloji Müzesi’ydi öğrenciliğimizde. Tarih ve Yurttaşlık Bilgisi Öğretmenimiz Rahmetli Kâmile Hanım getirmişti bizi buraya. Müze Müdürü veya memuru uzun uzun bilgi vermişti bize. Ama bu bilgilerden bir kırıntı bile aklımda kalmadı. Şimdi Türk İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılıyor. Amacım müzelerden söz etmek değil. Bu vesileyle Hocahanımı hatırladım da söz etmeden geçmeyeyim dedim. Allah rahmet etsin bizi Bursa’da gezdirmediği yer yok gibi. Bırakın tarihi mekânları Cezaevine bile, Yetiştirme Yurtlarına bile götürdü bizleri. Gemlik İpek fabrikasına, Bursa’nın meşhur hanlarına da götürdü bizleri. Yine söylemeden geçmeyeceğim: ”Medeniyetin anahtarı teşekkürdür.” derdi Hocahanım. Nur içinde yatsın.
İlhan Ağabey, o ki okul bahsine
girdik. Müsaadenizle tamamlayayım:
Okulumuzun binası Altıparmak’ta,
şimdiki Osmangazi Kaymakamlığı ile Emniyet Müdürlüğünün olduğu binadaydı.
Doğumuzda, daha doğrusu güney doğumuzda Osman Bey ve Orhan Gazi Türbelerinin
bulunduğu Tophane semti. Güney batımızda Muradiye Külliyesinin bulunduğu
Muradiye Semti.
Tarihle iç içe olduğumuzu anlatmak
için yazıyorum bunları. Aslında bizim öğrencilik yıllarımız da, bugüne göre
güzel bir tarihti.
Bir grup arkadaşla Yeşil Camiinin
önündeki kahveye giderdik. Kahvecilerin lisanında çay 1, çay 5 gibi söylemler
vardır. Ama Yeşil kahvesindeki garsonların “Çaaaayyyy!”deyişleri çok farklıydı.
Çayı diğer kahvelerden farklı kılan sebeplerden biri manzaraysa ikincisi de bu
söylemdi. “Çayyy”
Bursa deyince Uludağ Gazozu akla
gelir değil mi? Gazozu da Çekirge’de içerdik. Hüsn-ü Güzel Çay Bahçesi’inden
Nilüfer Ovasının ortasından edalı edalı akan Nilüfer Çayını seyrederdik.
Yeşil’e doyardık. Bu ovalar ne oldu şimdi? Çekirge’deki Murat Hüdavendigârı da
görürdük, Mevlid-i Şerif yazarı Süleyman Çelebi Hazretleri’nin Türbesi’ni de
görürdük; Hacivat ve Karagözü de…
İlhan Ağabey, coğrafya hocamız
Türkiye’nin önde gelen coğrafyacılarından Prof. Dr. Ferruh sanır Bey’di. Allah
rahmet etsin. Bizi nasıl yetiştirdi bil bilsen.
İnkaya Çınarı
Bursa’daki mağaralar, sarkıt ve
dikitler, tarihi ağaçlar vb. hepsini gördük, gözlemledik. Daha önemlisi çekirge
yolundan Uludağ eteklerine yaya çıkardık hocamızla beraber. Taşların cinslerini
toprak katmanlarının yaşlarını öğretmişti bize. Öğretmişti bize tabiatı
okumasını. Rüzgârları, bulutları…
Anlayacağınız Bursa’nın tarihi,
coğrafyasını avucumuzun içi gibi bilirdik.
Yeni Kaplıca
Övünmek gibi olmasın insanlarını
da bilirdim:
Sırameşeler’de, şimdilerde market
dedikleri dayımın ve babamın ortak işlettikleri bir bakkalımız vardı cadde
üzerinde. Meşhur Bursa Kaplıcalarına gelenler de bizden alışveriş ederlerdi.
Sadece bulunduğumuz semt halkı değil yoldan gelip geçenlerde. Zengin olamadık;
amma insan sarrafı olduk desem yeridir. Daha doğrusu olmuştuk deyivereyim.
Şimdikileri hiç anlamıyorum bile…
İlhan Ağabey duydum ki Bursa'da
Türkiye’nin ilk ve tek özel kütüphanesini açmışsın. Yanılıyor muyum? Bursa’nın
ilk ve özel kütüphanesini mi? Öyle de olsa mükemmel. Gençliğinde ayaklı
kütüphane olan İlhan Ağabey’e bu yakışırdı. Benim kütüphanemin tamamen
yandığını yukarda yazıverdim.
İlhan Ağabey sizinle gurur
duyuyorum. Başta folklor çalışmaları olmak üzere eğitim kültür ve sanat alanındaki
yurt içi ve yurt dışı ekinliklerinizin devamını diliyorum. İnşallah sizi
görmeye çalışacağım. Yeniden diriliş dönemi için fikirlerinizden istifade etmek
için çabalayacağım.
Çok memnun oldu ve beni Bursa’ya davet etti. İnşallah sağlığım elverirse davete icabet edeceğim.)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir
Sevgili okurlar, ipin ucunu
kaçırdık galiba. Öyle ya, Emirsultan’la başlayarak anılara girdik. İlhan
Ağabeyden söz ettik. Bu arada kendimizden söz etmeyi ihmal etmedik. Dolayısıyla
uzatmış olduk. İşin garibi gezimizi anlatmadan içimizi döktük. “Olmaz böyle
şey.” demeyin. Olur olur. Bursa söz konusu olunca. Tanpınar’ın Bursa’da
Zaman’ını okumadınız mı? Bu şiirde zaman, basit bir süreklilik midir, yoksa çok
katlı ve karmaşık bir akış mıdır?
Şimdi de, oğlum ve yol arkadaşım Ahmet Gencal’la beraber yaptığımız 31 Ocak 2019’daki Bursa gezimizi zaman tünellerine fazla girmeden, dallanıp budaklandırmadan kısaca özetleyeyim:
Sabahın erken saatlerinde Bursa
Termaline vardık.
Emirsultan’a gitmek üzere 99
Numaralı belediye otobüsüne bindik. Belediye otobüsü değil mübarek sanki özel
olarak tuttuğumuz tur otobüsü. Ben “işte” deyince Ahmet fotoğraf çekiyor.
Hareket halinde de fotoğraf?
İşte burası Bursa’da ilk mekân
tuttuğumuz Soğanlı Köyü, İşte rahmetli eşimle nikâhımızın kıyıldığı bina. İşte
deyince Ahmet trak fotoğraf çekiyor; ama ben de saliseler içinde yılları çekiyorum. Daha doğrusu geçmişe büyük
özlem duyuyorum. Onun için Bursa’ya gelişlerimde buraya uğramazdım.
Meşhur Bursa Botanik Parkı’na da
gelmedim bu yüzden. Evet, bu yer bizim meramızdı. İneklerimiz otlardı bu
yerlerde, ah bu yerlerde…
İşte, Bursa İl Kültür Müdürlüğü
tanıtım yazılarından birkaç alıntı:
“Botanik Park, 400 dönümlük bir
alanı kaplamaktadır. Bitkisel araştırma ve bilimsel çalışmalara açık olan
Botanik Park, kurulduğu 1998 yılından beri birinci derece SİT alanıdır. Japon
Bahçesi, Fransız Bahçesi, İngiliz Bahçesi, gül bahçesi, kaya bahçesi, kokulu
bitkiler bahçesi, şekilli bitkiler bahçesi gibi bölümlerin yer aldığı parkta, 150
tür ağaç, 27 çeşit gül, 76 tür çalı, 20 tür örtücü bitki bulunmaktadır. Yine
parkın bünyesinde otel ve restoran olarak hizmet veren 17-19 yüzyıl Bursa
konaklarının modellendiği bir bölüm yer almaktadır. Koşu ve yürüyüş yolları,
spor alanları, bisiklet parkurları, çocuk oyun, otomobil pisti, spor aletleri
gibi etkinlik alanlarının yanı sıra Botanik Park’ta bir de suni gölet
bulunmaktadır…”
(…)
“Botanik Park’la birlikte 1998
yılında hizmete açılan Bursa Hayvanat Bahçesi, hayvanların doğal yaşam
ortamlarına uygun olarak düzenlenmiş barınaklara sahiptir. Botanik Park’ın
hemen yanında hizmet veren Bursa Hayvanat Bahçesi’nde 55 türde 500 hayvan
yaşamaktadır. Avrupa’nın, alanında sayılı parklarından biri olan Bursa Hayvanat
Bahçesi’nde; ayı, kurt, aslan, leopar, yırtıcı kuşlar, lama, yaban eşeği, deve,
maymun bölümlerinin yanı sıra deve kuşları ve zebralarında bulunduğu Afrika
Savağı bölümü yer almaktadır. Su kuşları için ayrılan bölümde dev bir kafes ve
gölet bulunmaktadır. Çağdaş bir anlayışla kurulan Bursa Hayvanat Bahçesi,
ziyaretçilerin hayvanları çok daha yakından görme imkanı sağlar. Bursa Hayvanat
Bahçesi, yerli ve yabancı turistlerin en fazla ilgi gösterdikleri
yerlerden biridir.”
Doğayı, hayvanları çok seven
Sabahattin Gencal niye böylesine övülen yerlere gitmiyor? Gitmiyor, çünkü kendi
tek katlı evlerinin önündeki bahçeyi hatırlıyor. Kendi büyükbaş ve küçükbaş
hayvanlarını. En önemlisi de doğayla içiçe yaşadığı günleri…
Otobüs yola devam ediyor. İşte
Altıparmak, bir zamanlar Eğitim Enstitüsü binası olan kaymakamlık binası. İşte
Tophane Saat Kulesi. İşte Timurtaşpaşa Türbesi. İşte Çakırhamam.
Burada da bir soluk alalım:
1963’te Bursa doğumlu okul
arkadaşlarım. Bursa’ya yazık olduğunu söylüyorlardı. Sebebini sorunca da; eski
Bursa Çakırham’ama kadardı, şimdi Merinos’a kadar indi diyorlardı. Evet, önünden
geçtiğimiz halde Merinos Fabrikası’ndan hiç söz etmedim.
İşte Bursa’nın ve Türkiye’nin meşhur Ulucami’si (arka planda), Biraz doğusunda Orhan Gazi Camisi. Evliya Çelebi Çeşmesi…
İşte Tayyare Kültür Merkezi. İşte
Ahmet Tevfik Paşa Tiyatrosu.
Bir ara söz daha: Bu tiyatronun
altında bir de oda Tiyatrosu vardı. Okulumuz Tiyatro Kolu burada zaman zaman
program yapardı.
Ve işte karşınızda Bursa Atatürk
Heykeli. Heykelin arka taraflarında Soğanlı’dan sonra yerleştiğimiz mekân.
Mekânımıza uğramadan geçiyoruz. İşte Gökdere’nin üstündeki Setbaşı Köprüsü…
Bazen işte mişte demiyorum ki
Ahmet’in kafası karışmasın örneğin az önce Trabzonlular Derneğinin bir cadde
üstünden geçtik. Köprünün çok yakınında Mahfel’den de geçti; Ahmet’e söz
etmedim; ama size kısa bir alıntı vereyim:
Tahir Deveci “Mahfel’den de,
Bursa’nın tarihinden de vazgeçmeyeceğiz” diyor ve ekliyor:
“Bursalı cemiyet hayatını Mahfel’de tanıyor.
Pek çok Bursalı kız arkadaşıyla burada tanışıyor, evleniyor. Kurtuluş Savaşı
döneminde Bursa’nın kurtuluşuna dair kararlar burada alınıyor. Halkevi oluyor,
okul oluyor, insanlar burada Türkçe okuma yazmayı öğreniyorlar. Gençler bir
salonda bilardo oynuyor- ki burası Bursa’nın ilk bilardo salonu – yaşlılar
diğer salonda gazetesini okuyor, tavla oynuyor, herkes birbirine saygıyla
yaklaşıyor. Gençler burada büyüklerinden adabı muaşeret kurallarını öğreniyor.
140 yıl Bursa’ya
Zaman zaman ben de uğrardım bu mekâna. Bilardo
oynayan arkadaşlarımızı seyretmek güzel olurdu. Tuh soyadını unuttum Selçuk
adlı arkadaşımın oyununa hayran olmayan yoktu.
Bu mekânın tam karşısında
Türk-Amerikan Kültür Derneği vardı. Amerika’lı Barış Gönüllüleri İngilizce
Kursu veriyorlardı. Bende kursa gittim. Bir kurs da eksik olmazdı sanki her
yere girdim çıktım. Kurstan sadece bir cümle kaldı aklımda: I have to learn
more englısh to answer lead questions (Soruları cevaplamak için daha fazla şey
öğrenmek zorundayım) Tonlamam da fena sayılmazdı. Yabancı biri bir şey sorduğu
zaman cümle kalıbını döküverirdim…
Bu kursta Yeşil Camii’sinin imamı
ile yan yana oturuyordum. Keşke onunla irtibatı kesmeseydim. Öyle bir adamdı ki
nasıl anlatsam. Ben karşımdakileri giyimleri, kuşamları, jest ve mimikleriyle
görürdüm; o içlerini görürdü. Ruhlarını okurdu. Yeşil camisine yurt dışından ve
yurt içinden çok kişi geliyordu. İnsan sarrafı olmuştu…
Otobüsten daha hızlı hafızamız
şimdi şehir kütüphanesi olarak kullanılan eski kulübün önünden geçiyoruz. Bursa
Eğitim Enstitüsünden Mezun olduktan sonra özellikle uğrardım bu kulübe; çünkü
bazı hocalarım buraya takılırlardı. Yeniden takılmayalım. İşte Arkeoloji Müzesi
(Şimdiki adıyla Türk İslâm Eserleri Müzesi) İşte Yeşil Camii… ve Yeşil Türbe.
Türbenin arka bölümünde tünel yapmışlar. Tünelden geçerken hep düşünmüşümdür.
Titreşimlerden türbe zarar görür mü diye. Bazıları öyle diyorlar da; ama
dinleyen kim. Neyse Emirsultan’a gelmiş bulunuyoruz. Burasını, yeterince olmasa
bile anlatmıştık. Girişte bir çeşme vardı üç musluğu da gürül gürül akardı.
Şimdi musluklar da kurudu. İnsanlar da sel gibi akardı burada. İstanbul
Eyüpsultan’dan sonra en çok turist çeken yer burasıymış bir zamanlar. Şimdi…
Bırakın insanları kuşlar bile azaldı. Camiinin karşısındaki Kültürevi’nde
çayımızı içerken Emirsultan’la ilgili bir esere göz atıyor bir yandan da gözlem yapıyordum:
Diyorlarmış ki bu ıssızlık
Emirsultan Külliyesi’nin restorasyonundanmış. Birkaç sene de sürecekmiş. Biz de
inandık(?) neyse o konulara hiç girmeyelim.
Ahmetle birkaç poz çektik. Abdestlerimizi tazeledikten sonra yine Belediye otobüsündeyiz:
İşte Kültürpark tanıtım
yazısından bir alıntı:
“1955 yılında Reşat Oyal tarafından "Kültürpark" adıyla hizmete açılmış olan park, kentin düzenlenmiş ilk büyük yeşil alandır. 393 bin metrekarelik alana kurulu parkın içinde sandalla gezilebilen göl çevresinde çay bahçeleri, lokantalar, barlar ve dinlenme alanları bulunur. Arkeoloji Müzesi, Belediye Konservatuarı, Açık Hava Tiyatrosu, Nikâh Salonu ve Lunapark Kültürpark'ın içinde yer alan yapılardır. Kültürpark 1963'te düzenlenen ilk festivalden bu yana Uluslararası Bursa Festivaline ev sahipliği yapmaktadır. Kaynakça: Bursa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü”
Ahmet, rahmetli eşimle birlikte
bu parkta çektirdiğim fotoğrafları görmüştü. Tutturdu “Aynı noktalarda biz de
fotoğraf çektirelim.” Kabul etmedim. Biliyordum, bu sefer de yeşilde
çaaayyyyyyy içmeye gidelim. Hün-ü Gezel’e gidelim diyecekti. Arabamız olmadığı
için Dayımların arabasıyla çıkmıştık Uludağ’a. Ahmet, bu kez de “Gelmişken
Uludağ’a da çıkmamak olmaz.” diyecekti. Senaryolar senaryolar…
İşte o zamanların meşhur Çelikpalas’ı.
Otobü aşağıya doğru yöneldi. Kükürtlü Kaplıcası, Yeni kaplıca, Eski Kaplıca
derken Sırameşelerdeyiz. Babamla dayımın ortaklaşa çalıştırdıkları bakkalın
önüden geçiyoruz. Otobüse kimse dur demiyor. Durun burada anılar var…
Sabahattin Gencal, 1961 |
Hem de ne anılar. Yazları ben de bakkalda çalışıyorum. Bazen Bursa’nın doğu yakasında olan “Hal”den sebze ve meyve alırdım. Bazen toptancıdan mal. Bir at arabası tutar ve dükkâna gelirdim. Batı tarafı tamamen ovaydı. Yine at arabasıyla çiftliklere giderdim. Mal mı götürürdüm, mal mı alırdım, orasını nedense hatırlamıyorum; ama 16-17 yaşındaki delikanlılık günlerimi çok iyi hatırlıyorum. Kameti biraz uzattık; ama biraz da övünelim. Övünmeyi sevmem; ama insan tabiatında olduğunu belirtmek için yazayım. Yani bir yararım olsun. Her şeye de bir kılıf bulunabiliyor değil mi?
Bu semtte, rahmetli babamdan
başka kimse yenemezdi beni bilek güreşinde. Öyle bir delikanlıydık. Kalıbımız,
gösterişimiz pek yoktu ama kuvvetimiz… 0 yıl öncesinden yani 66 yaşımdan bahsedeyim: Noroloji doktoruna gittim. Doktor
hafifçe yumduğum avucumu açmaya çalıştı. Baktı ki açılmıyor. O zorladı, ben
zorladım. O zorladı ben zorladım. Sonra ne yaptıysa allem etti kallem etti
avucumu açtı. Tebrik ettim genç doktoru. İlk defa avucumu açan oldunuz. “Türkiye
rekoru kırdınız.” dedim.
Bu yazı da saçmalama rekoruna
doğru gidiyor. Arabamız da gidiyor zaten.
Beşevler Konak Caddesi. Ve işte
94 yaşındaki Teyzemin evi. Asıl anıları onda görmek lazım. Saat gibi çalışıyor
kafası.
Karagöz ve Hacivat,
Şimdi 90 yaşındaki dayımızın evindeyiz. Dayım,
babam rahmetli olduktan sonra müteahhitliğe başladı. Birçok semtte Gencal
Apartmanı görürseniz şaşırmayın.
Dayımlarla da vedalaştırdıktan
sonra Ulucamii ve Orhan Gazi Camiisi gören meydandayız. Burada Rahmetli
Teyzemin Beyi’nin İpek ürünleri mağazası vardı. Halen var da içeri girmedim,
giremedim. Anılar bazen boğar insanı. Buralarda da Ahmet birçok fotoğrafımı
çekti. Fotoğraflarda bir şey anlaşılmıyor. İçimin fotoğrafını çeken olur mu?
Hastanede yatan kardeşimize geçmiş olsun
dedikten sonra yine belediye otobüsü ile Bursa Merkez Terminaline geldik.
Şehirlerarası otobüs. İstanbul ve bir gezi de burada sona erdi.
Bu geziden ne anladığıma gelince
o da eksik kalmasın ilave edeyim:
İnsan çok iyi tanıdığı bir
şehirle ilgili gezi yazısı yazamaz. Nitekim gördünüz işte yazamadık.
Gezi yapılır da alışveriş
yapılmaz mı, gezi yapılır da orada bir şey yenmez mi? Oralı olunca yemiyoruz,
konaklama yerlerini bilmiyoruz işte.
Uzaktan görmekle de olmuyor.
Otobüs beklerken karşıda büyük
bir insan kuyruğu gördük. Ahmet merak etti. Duraktakilerden birine sordu. Cevap
ilginç: İskender yemek için kuyruktalar. Bursa’nın İskender’i de, kestane
şekeri gibi meşhur ya… Ahmet; “Ne yerim, ne de o kuyrukta beklerim…” dedi.
Tabii akrabalardaki ikramlardan sonra İskender bile olsa yiyemez insan.
İnsan öyle bir yaratıktır ki
yaşadığı anın kıymetini bilemez. İş işten geçtikten sonra, sevilenler göçtükten
sonra özlemle yakınır insan. Ne anılarını doğru dürüst anlatabilir ne de
gördüklerini…
Bu yazıda; Bursa mı anlatıldı; yoksa
Bursa ile özdeşleşmiş Sabahattin Gencal’la oğlu Ahmet Gencal mı?
Bu yazıda, Bursa’da yapılan bir
gezi mi anlatıldı; yoksa zaman tünelinde yolculuk mu?
Okuyucu düşünedururken sonucu,
kolay kolay yorumlanamayacak birkaç cümle ile kapatayım:
Bursa’da zaman bir “an”dır. Öyle
bir “an” ki ömürler sığar içine. Ben beni anlamazken, içim içime sığmazken
nasıl anlatabilirim böyle bir anı.
Sabahattin Gencal, Çekmeköy-
İstanbul, 01. 02. 2019