Biz, dört arkadaş yine toplandık. 02.
11. 2024 Cumartesi günü Çekmeköy’deki bir kafede fikir masasının etrafında gündemsiz
olarak yerimizi aldık.
Fikir masası derken, öyle altın
kaplama veya özel olarak ithal edilen bir masa anlaşılmasın. Bayağı ahşap bir
masa.
Masaya fikir masası denmesinin nedeni
çevresinde oturanların fikir alışverişi yapmalarındandır. Çevresinde oturanlar “barışı”
konuşuyor olsaydı barış masası olurdu. Üzerinde yemek olsaydı yemek masası
olurdu. Yani masaya adını veren çevresindekilerin etkinliğidir.
Masa deyince bir de makam masası akla
geliyor. Bu arada makamı doldurmak, makamı dolduramamak deyişlerini de
yaygındır. Makamın itibarını sarsmak, makamın itibarsızlaştırmak isteyen
kişiler de çıkabiliyor. Bazen de bizzat makam sahipleri, makamlarının
itibarlarını bilerek veya bilmeyerek sıfırlayabiliyor.
Masa etrafında gündem oluşturamadan
oturunca işte böyle oluyor. Bir masadır tutturduk gidiyoruz. Masa yerine kasa
desek olur muydu? Ne münasebet. O para kasaları meseleleri epey önceydi. Peki,
meselenin önceleri olması bir daha gündeme gelmemesi anlamını taşır mı? Taşımaz
tabii. Paşa gönlümüz ne zaman isterse gündeme getiririz veya taze taze fırından
yeni çıkmış gündemler oluştururuz. Bu konuda üstümüze yoktur. Hiç kimsenin
düşünemediği, hukuka tamamen aykırı konuları masalardan değil kürsülerden bile
ortaya atar mıyız? Atarız da tutarız da; var mı bize yan bakan.
Bu kez bir acayip yazıyorum, değil
mi? Zaten yazmakla görevlendirilmiş değilim. Kendi kendime bir vazife çıkardım.
Hiç de iyi yapmadım.” Durumdan vazife çıkarmak” deyimini duymuşsunuzdur. Nasıl
duymazsınız. Bu son yıllarda çokları durumdan vazife çıkartarak hem amirlerini,
hem kurum ve kuruluşlarını zor durumda bırakıyorlar. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin
itibarını 8, 9 sekiz onda dokuz şiddetinde sarsıyorlar.
Bir şey anlamadınız değil mi? Normal.
Zaten bir şey anlaşılsın diye yazmadım. Sonuçta ben de insanım, ben de
korkarım. Ne olur ne olmaz. Bugün olmazsa on yıl sonra bakarsınız ki; ”Şu
cümleyi yazdın. Şurada nokta yerine virgül koydun deyip sorgu sual ederler.
Pişman oldum. Ben, mizahi durumların
ortasında olsak da mizah yazısı yazamam, yazamayacağım. Onun için biz dört
arkadaş nasıl alış veriş yaptığımızdan söz edelim:
Herkes de biliyor ki fikir alış
verişlerinin tutanağını ben yazıyordum. Onun için ayrıca görev tebliğine gerek
görülmüyor. Genellikle toplantı sonunda, “Ne yazayım?”, der fikirlerini
alırdım. Bu kez unuttum. Her yazıda bu unutkanlıktan söz etmek de istemiyorum;
ama gerçek bu. Şunu da belirteyim ki toplum benden de unutkan. Ya daha dün
bebek ölümlerinden söz etmiyor muyduk? Daha dün birilerini meclise davet
etmiyor muyduk? Daha dün terör saldırısı konuşmuyor muyduk? Sonra emeklilerin,
fakirlerin belinin büküldüğünü falanı filanı. Eee her gün yeni bir gündemle mi
uyanacağız?
Evet, biz dört arkadaş gündemlere
teğet geçtik. Daha çok sanat, eğitim, din ve ahlak erozyonları üzerinde durduk.
Ben kafeye girdiğimde üç arkadaşım
masada yerlerini almışlardı. Ben geç gelmemişim, sağ olsunlar onlar bira erken
gelmişler. Benim yerim hazırdı. Şunu da ekleyeyim. Masada sadece benim yerim
bellidir. Sağda otururum. Yanlış anlaşılmasın masanın sağından söz ediyorum.
Ayaklarım şişiveriyor da ondan, özellikle sağ ayağım.
Diyeceksiniz ki bizim de kafamız
şişti. Haklısınız diyemeyeceğim. Bu venüz denen illet öyle sizlerin kafa
şişmesine benzemiyor. Tedbir almazsan götürür insanı. Allah (cc) korusun tedbir
almazsak sokakta da...
Masaya oturduğumda Ahmet Meral Bey
hocamız, Erdoğan Teke Bey’in Yarım Kalan Mutluluklar kitabının kritiğini
yapıyordu. Ahmet Beyin takdirlerinin anlamı başkadır. Erdoğan Beyin yeni
romanının editörlüğü Ahmet Beyin arkadaşına verilmesi kararlaştırıldı.
Yukarıda sanat üzerinde konuşuyorduk
dediğimde pek de inanmadınız değil mi?
Bir de, Hatîb el-Bağdâdî’nin (ö.
463/1071) Bağdat tarihine ve Bağdatlı meşhur şahıslara dair eseri üzerinde
konuştuk. Hüseyin Bey, bu kitaptan aldığı birkaç paragrafı okudu. Kader
üzerindeki bu paragrafların üzerinde bir hayli durduk. Hatta taa 1968 yılında
Samsun İmamhatipte öğretmenken meslek dersleri hocalarından duyduğumu
naklettim. Ben işte böyleyim, ya da yaşlılar böyledir dünü unutur ama yıllar
öncesini... Kader üzerinden gele gele “Âmentü’de yer alan “Hayır ve Şer
Allah’tandır” ifadesinin açılımına geldik. Meral Bey bir güzel açıklayıverdi.
Yani şimdi olup bitenler Allah’tandır
mı diyeceğiz? Olur mu öyle şey. Biz bazı siyasetçiler gibi miyiz? İşte size Din
İşleri Yüksek Kurulu sayfasından bir alıntı:
“Allah’ın hayra rızası vardır, şerre
ise rızası yoktur. Hayrı seçen kişi mükâfat, şerri seçen ise ceza görecektir.
Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın
yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah, kulların kötü fiilleri
yapmalarından râzı/hoşnut olmaz ve şerri de emretmez.”
Yazıyı bitirmeden önce daha başta
Erdoğan Bey’in bana sorduğu bir sorudan hareketle SAGEN Yazarlar Grubunun
hazırlamakta olduğu İNSAN OLMA VE İNSAN OLARAK KALMA adlı kitabın hangi aşamada
olduğundan söz edeyim:
Kitap için üyelerin ancak %25’si yazı
gönderdi. Bu yazılar bir kitap için yetebilir gerçi; ama gönül isterdi ki hepsi
yazabilsin. Ancak hiç kimseyi yazmadığından ötürü kınamıyoruz. Öyle benim gibi
korkarak titrek tikret yazmaktansa hiç yazmamak daha iyidir belki. Öyle ya
bakarsınız on yıllar sonra...
Bu arada bu yazımızı okuyan grup
arkadaşlarımız da umarız ki yazılarını gönderirler.
Bütün mesele insan olma ve insan
olarak kalmaktır. Diğer deyişler meyişler laf-ı güzaftır.
Sabahattin Gencal,
Çekmeköy- İstanbul, 02. 11. 2024