Bugün,
anlayanların gözünde bir sanat olarak şiiri meydana getiren temel özellikler
şunlardır:
1) Şiir
ritimlidir:
Herhangi bir dilin “doğal”
ritminden ayrı ve üstünde olan şiirsel ritim, köklerini iki kaynaktan alır:
a) Ritim
daha kolay bir ortak bildiri yolu sağlamakta, dolayısıyla şiirin kolektif
yapısını güçlendirmektedir ve şiirin içinde doğduğu toplumsal çevrenin izidir.
b) Bu
bizi şiirdeki burjuva çelişkisinin özel bir yüzüyle karşı karşıya getirir :
ritmin kolektif bildiriyi ve coşkuyu kolaylaştırmasıyla. ... Ussal içedönüşte
ritme yer yoktur.
ritim şiir için temeldir ve »Ritim
uyuşturucudur, aşırı duygululuk yaratır« ya da »Vezin kalıpları toplumsal
normları ifade eder« gibi basit formüllerle bir yana itilemez. Ritmin anlamı tarihseldir ve herhangi bir
belli zamanda, toplumun temel çelişkisinin dilde ortaya çıkışına bağlıdır.
2) Şiirin
başka dile çevrilmesi zordur:
Çevirilerin şiirin aslında uyandırdığı
kendine özgü coşkunun pek azını aktarışı şiirin temel özelliklerinden biri
olarak bilinir. Bir çeviriyi okuduktan sonra şiirin yazıldığı dili
öğrenmiş olan herkes söyler bunu. Ölçü yeniden yaratılabilir. »Duygu« denen şey
eksiksiz çevrilebilir. Ama o çok özel şiirsel coşku kaybolur. Fitzgerald’ın
Rubailer’i ya da Pope’un İlyada’sı gibi çeviriler iyi şiir iseler gerçekte
yeniden yaratmalardır da ondan. Yeniden yaratılan şiirsel coşkunun ise şiirin
aslının uyandırdığına benzerlik taşıdığı durumlar pek enderdir.
Bunu, şiirdeki herhangi gizemli bir aşkın
niteliğe yormaya hakkımız yok. Böyle olabilir de, olamaz da. Sözcük oyunlarının
özel bir karakteristiğidir bu. Şiirin temel özelliklerinden biridir.
3) Şiir
usa aykırıdır:
Şiir tutarsız ya da anlamsız demek
değildir bu. Şiir dilbilgisi kurallarına uyar ve genellikle bir şey
açıklayabilir, yani söylediği şeyler aynı dilde ya da başka dillerde farklı
düzyazı biçimleri halinde söylenebilir.
bir şiirin açıklanması, aslının aynı
ifadelerle de yapılmış olsa, artık aynı şiir değildir – belki şiir bile
değildir. »Ussal« (aklî – rasyonel) sözcüğüyle, insanların, çevrelerinde görür
görmez kabul ettikleri düzenlere uygunluğu kastediyoruz. Bu anlamda bilimsel
kanıtlar ussaldır; şiir, değildir. Şiir bu mücadelenin bir ürünü olduğu için
tarihsel gelişiminin her aşamasında insanın çevresiyle olan etkin ilişkisini
kendi alanı içinde yansıtır.
Plato, İon’dan yaptığımız alıntıda şiirin
bu türden usa aykırılığını belirtir. Shelley’in : »Şiir aklın etkin gücüne
bağlı olmayan bir şeydir,« derken söylemek istediği de buydu.
4) Şiir
sözcüklerle kurulur:
Basmakalıp bir söz gibi görünebilir bu;
ama hemen her zaman ve her fırsatta, bilmesi gerekenlerce unutuluyorsa, hiçbir
şey basmakalıp değildir. Örneğin, Matthew Arnold der ki: »Şiir için fikir her şeydir; gerisi bir yanılsama, kutsal bir yanılsama
dünyasıdır. Şiir coşkusunu fikre bağlar; fikir olgudur. Bugün dinimizin en
güçlü yanı onun bilinçsiz şiiridir.«
Son cümlenin bir hakikati çarpıttığını
biliriz. Ama ilk ikisi o kadar karmakarışıktır ki daha sonraki bölümler
Arnold’un iyi bir sanatçı olarak şiirin önemli bir yanını belirttiğini
göstermesine rağmen bu cümlelerin gerçek
anlamını seçmekte güçlük çekeriz.
Shelley de şu dağınık sözleri söyler : “Dil, renk, biçim, din ve eylemlerdeki uygar alışkanlıklar
tüm olarak şiirin araç ve gereçleridir; konuşmanın, etkiyi nedenin eşanlamlısı
olarak kabul eden yanıyla bütün bunlar şiir diye adlandırılabilir.”
Mallarme’nin ressam arkadaşına öğüdü çok
ünlüdür: “Şiir sözcüklerle
yazılır, fikirlerle değil.« Bu, bizim ileri sürdüğümüz olumlu özeliğe,
doğrulayamayacağımız olumsuz bir özellik ekler. Şiir elbette ki fikirler, yani
zihinsel imgeler uyandırır, yoksa sesten başka bir şey olmazdı. Bu yüzden biz
burada kendimizi şu öneriyle sınırlıyoruz: »Şiir sözcüklerle kurulur.”
Okuyucu bu temel özelliğin gerçekte bir
önceki temel özellikten: »Şiirin başka dile çevrilmesi zordur« özelliğinden
doğduğunu görecektir. Çünkü şiir yalnızca fikirlerle, yani dinleyicide yalnızca
fikirler uyandırma amacıyla yazılmış olsaydı, bir başka dilde kafada aynı
fikirleri uyandıran sözcüklerin seçilmesiyle çevrilebilir olurdu. Böyle
olmadığına göre, sözcük, uyandırdığı
fikirden ayrı birtakım öğeleri de taşımalıdır içinde sözcük olarak.
Dolayısıyla nesnel olarak sözcük demek olan ses-simgesinin ya da kara kara
işaretlerin kendi içlerinde özel bir büyü taşıdıklarını söylemeksizin şiir,
romandan ayrı bir tarzda sözcüklerle yazılır, diyebiliriz. Gerçekten de sözcük,
fikirden başka, çeviriyle dile getirilemeyen özellikte duygusal bir »coşku«
yaratır.
5) Şiir
simgesel değildir:
Basmakalıp bir söz söylemiş olmakla
suçlanamayız artık. Tersine, alışılagelen ideal şiir kavramı belli belirsiz
simgesel bir şey olduğu için basmakalıplığın tam tersini ileri sürmüş oluyoruz
belki de. Ama şiirin usa aykırı oluşunun hemen ardından, zorunlu olarak, onun
simgesel olmayışı gelir.
a) Sözcüklerin
bu göstericilik özelliği üzerine Ogden ve Richards’ın »Anlamın Anlamı« adlı
eserinde güzel bir tartışma vardır.
b) Peano
tarafından bulunmuş ve Russell ile Whitehead tarafından geliştirilmiştir. Ek:
»Principia Mathematica«. Bulucularının umutlarını gerçekleştirememiştir henüz.
Şiir, niteliklerinden bir kısmı başka bir
dile aktarılabildiği ölçüde bir simgecilik (sembolizm) öğesi taşıyor demektir.
Şiir,
dibe çökmüş toplumsal tarihtir, insanın doğayla mücadelesinin coşkusal alın
teridir.
6) Şiir
somuttur:
Bundan önceki olumsuz ifadeye denk düşen
olumlu bir ifadedir bu. Ama somutluk, simgeselliğin otomatik olarak ters anlamı
değildir.
Matematiğin genelliği dış gerçekliğin bir genelliğidir;
dolayısıyla matematiğin özeliliği de dış gerçekliğin bir özeliliği olmuş olur;
ve dış gerçeklik içinde nesnelerin sayısı sonsuz olduğuna göre matematik genel
olmak zorundadır. Matematik, en genelleştirilmiş şey olduğu için dış
gerçeklikle uğraşmada en elverişli bir araçtır. Yalnızca sıralamalarla, yani
sınıflarla uğraştığı için evrenin sonsuz özeliliğiyle baş edebilir. Sonsuzluğun
matematikte o kadar çok karşımıza çıkışı bir rastlantı değildir.
Şiirle karşılaştırın bunu. Onun vatanı
öznel tavırlardır. Yani bilinç alanı, gerçek nesnelerle, onlar karşısındaki
öznel tavırlardan ibarettir. Bu gerçek nesneleri en genel tarzda sıralamakla
matematik sonsuzca : bütün dış gerçekliği kavrayabilen bir tek simgeye varır.
Ama şiir bütün bu öznel tavırları en genelleştirilmiş tarzda sıralarsa egoya:
bütün öznel gerçekliği kavrayabilen tek simge olan egoya varır.
Gerçekte soyut olan, öznel gerçekliğe
bakarak genelleştirilmiş olan müziktir, şiir değil; tıpkı dış gerçekliğe
bakarak matematiğin soyut oluşu gibi. Müzikte çevre kaybolur gider, ego büyür,
genişler, bütün dram onun duvarları içinde geçer. Matematik, dıştan soyut ve
genelleştirilmiştir; müzikse içten.
Ama şiir bilimsel kanıt gibidir,
»katkılı«dır. Coşkuları gerçek nesnelere başlanmıştır ve bu onlara bir kendine
özgülük verir. Gerçeklik, egonun görüşü içinde dolanıp durur. Bu demektir ki şiir, tıpkı bilimsel kanıtın somut ve
özelleştirilmiş oluşu gibi somut ve özelleştirilmiştir; ama tabiî her iki
durumda da somutluk ve genellik, gerçekliğin farklı alanlarını gösterir.
Ama şiir soyut değil de simgesel olmayan
somut bir dil olduğuna göre, yazdığımız ikinci bir şiirde “Sevgilim beyaz,
beyaz bir güldür.” ya da “Çiçekler açıyor madem, sevgilim gül değildir.”
demek hakkını kazanırız.
Ama simgesel olmayan soyut bir dille bu
ifadeyi ancak ilkinden başka bir şiir yapısı içinde, yani başka bir dilde
yeniden kurmak hakkına sahip olabilirdik. Bu noktanın yanlış anlaşılması,
Plato’yu bütün şairlere yalancı gözüyle bakmaya götürür : ama bu noktayı
anlamış olan Sidney, şairin »yalancı olmadığını, çünkü hiçbir şey demediğini,
hiçbir şeyi olumlamadığını« açıklayarak ona cevap verir.
Bu »katkılılık«, ne bilimin ne de şiirin
»gerçekten« doğru olmadıkları demek midir? Tam tersine. Çünkü hakikat yalnız gerçekliğe, gerçek somut :
yaşama uygulanabilir, ve gerçek somut yaşam ne tümden öznel ne de tümden nesnel
değil, iki şey arasındaki (insanla Doğa) bir diyalektik etkin ilişki olduğu
içindir ki bizim »doğru« ölçütünü uygulayabileceğimiz, mücadelenin bu »katkılı«
ürünleridir yalnız.
Hakikat daima toplumsal insanı gösterir
-insanla ilişkili olarak »doğru«dur bir şey. Dolayısıyla, Russell’ın da
gösterdiği gibi, matematiğin ölçütü hiçbir zaman »doğru« değildir,
değişmezliktir. Aynı şekilde müziğin ölçütü »güzellik«dir. Dilin, bütün ürünlerinde
her ikisinin karışımını taşıması insanın yaşamında daima Keats’in öngörüsünü
gerçekleştirmeye can atmasındandır: Güzellik hakikattir, hakikatse güzellik;
çevreyi içgüdüye, değişmezliği güzelliğe ve gerekliliği arzuya uydurmaya -bir
kelimeyle, özgür olmaya çabalamaktadır insan. Dil bu mücadelenin ürünüdür,
çünkü bir insanın değil, bir araya gelmiş insanların mücadelesidir yapılan; dil
ise bu birleşik mücadelenin aracıdır; onun için dilde, her yerde, insanın çevresinin olduğu kadar insanlığın da damgası
vardır.
Bilim nasıl çevre kutbuna yakınsa şiir de
içgüdüsel kutba yakındır. Değişmezlik, bilimin, güzellikse şiirin erdemidir –
hiçbiri hiçbir zaman saf güzellik ya da saf değişmezlik olamaz, ama onları
gelişme yolunda ileri iten de bunu başarmak için verdikleri mücadeledir. Bilim matematiğe, şiirse müziğe özlemdir
daima.
7) Şiir
yoğun etkilenmelerle tanımlanır:
Matematiğin sonsuzu, maddi dünyanın :
bütün insanların algı dünyalarınca ortak dünyanın sonsuzudur. Şiirin Ben’i ise
bir arada yaşayan bütün insanların coşkusal dünyalarınca ortak bir »Ben«dir.
»Uygar toplumdaki birey« görüşünün hiçbir zaman üstüne çıkamamış olan burjuva
eleştirisi, estetik nesneler ve coşkuları diğerlerinden ayıran şeyin ne olduğu
sorununu nasıl çözebîlir? Estetik nesneler, bireysel insana değil bir arada
yaşayan insanlara özgü coşkular uyandırdıkları sürece estetiktirler. Estetik
coşkunun tarafsız, kesinliksiz ve nesnel özelliği de buradan gelmektedir.
**********************************************************