(Sevgili
öğretmen arkadaşlarım, bendenizin bu anılarını okuyunuz; ama kendi bildiğinizi
yapınız. Çünkü devir değişti...)
Bir
kaymakam beyin, bir öğretmenin şahsında tüm öğretmenlere saygısızlık ettiğini
üzüntüyle öğrendim. Sözü edilen kaymakamın, üzüntülerini belirterek öğretmenden
özür dileğini de öğrendim. Kaymakam Bey hakkında hiçbir mütalaada
bulunmayacağım. Zaten hakkım yok. Haddim de değil. Valilik elbette gereğini yapacaktır.
Bu
konuda bazı kişilerin ve kurumların tepkilerini de okudum. Yalnız Sayın Milli
Eğitim Bakanımızın ve Sayın İçişleri Bakanımızın tepkilerini okumadım. Daha
doğrusu tepkileri olup olmadığını da bilmiyorum. Eğer tepki vermişlerse o
tepkileri okumakla yetinin ve benim anılarımı okumayınız. Yok, eğer tepki
vermemişlerse yazacaklarımı, lütfen düşünerek, muhakeme ederek okuyunuz:
Yıl
1965, Karadeniz kıyısında güzel bir kasaba ortaokuluna öğretmen olarak atandım.
Dersteyim.
Sınıf kapısı tıklanıyor. Okul Başmuavini, bana falanca kızı Kaymakam Bey
istiyor, der. Bu sırada çocuklardan biri sessizce, baldızını dövecek dediğini
duydum. Başmuavin arkadaşa öğrenci veremeyeceğimi nezaketle söylüyorum. Muavin
gidiyor ve biraz sonra geliyor. Kaymakam Bey, bu ne biçim öğretmen, bu da kim
oluyor vb. sözler söylediğini ve kızı istediğini söylüyor. Ben de başmuavine,
kusura bakmamasını kaymakam istedi diye bir öğrenciyi dışarı çıkarmam; ama siz
başmuavinsiniz. Bir izin kâğıdı yazarsanız mesele kalmaz, dedim. Başmuavin biraz
sonra izin kâğıdını getirdi...
Okulumuza
Yurttaşlık dersleri veren Kaymakam Bey bu derslerini bıraktı. Çok sürmedi başka
bir ilçeye verildi. Allah rahmet etsin, çok çalışkan bir kaymakamdı. 1960
İhtilâlinden sonra aynı zamanda belediye başkanlığı da yaptı. İlçedeki bütün
binaları boyattırdı. Eksiklikleri tamamlattırdı. Bir dediği iki edilmeyen,
herkesi titreten bu kaymakam beyle konuşmam nasip olmadı.
Bu
cesareti nereden aldığımıza gelince; rahmetli öğretmenlerimiz bize daima şunu
söylerlerdi: “Dershanenin tek hakimi öğretmendir.” İzin almadan yalnız
Cumhurbaşkanı içeri girebilir. Böyle olduğu halde Atatürk daima kapıyı
tıklatarak ve izin alarak sınıflara girerdi.
Başka
bir örnek: Sene 1974. Doğu Anadolu’nun güzel bir ilçesinin ortaokulunda
öğretmenim. İlkokula müstahdem alınacak.
Ben de sınav komisyonundayım. Değerlendirmeleri
yaptık. Bir kişi 6 alarak işe girmeye hak kazandı. Bu sıra da Maarif Müdürü,
Devlet Bakanı falancının iki kadro açtırdığını ve şu iki kişinin alınması
gerektiğini söyledi. Kesinlikle red ettim ve o garibanın hakkını
yedirmeyeceğimi söyledim. Sonradan öğrendiğime göre Devlet bakanının sözlü
talimatını benden başka herkes biliyormuş. Hatta bazı guruplar Sınav
Komisyonunu basmak için toplanmışlar. Bu sırada X Müdürü arkadaşımız;
Dağılmalarını söylemiş ve eklemiş: Sabahattin Bey oradaysa hiçbir haksızlık
olmaz. Emin olun ve dağılın...
(Sonrasını merak edenler
için yazalım: İki kadro da iptal edildi...)
Kendimi
öğünüyor değilim. Eminim ki bizim kuşak hep aynıdır. Öğretmenlerimiz bizi böyle
yetiştirdi. Bir sınıf arkadaşımla, mezun
olduktan 27 sene sonra buluştuğumuzda, “Sabahattin biz b...’u yedik.” dedi. Ben
hiç argo kullanmam; ama rahmetli olan bu arkadaşımın sözünü de yazmadan edemem.
35
yıllık meslek hayatında dershanenin ve öğretmenin kutsallığını korumak için
yaptıklarımız anlatmakla bitmez.
Ben
ki, arkadaşlarım arasında en sessiz, en sabırlı, en hoşgörülü, en alçakgönüllü biriyken
“kendimi adadım.” Varın siz diğer arkadaşlarımı düşünün. Ölenlere rahmet, bizim
gibi emekleyenlere de sabırlar diliyorum. Ve de tekrar ediyorum: Dershane, bilim yeri olduğu için kutsaldır.
Öğretmenlik ha keza. Bu kutsallara dokunulan yerde eğitim de biter öğretim de.
Bu
anda çalışmakta olan değerli öğretmen arkadaşlarım. Cahiller atak olur derler
ki ben bunu hareketlerimle doğrulamış
biriyim. Hiçbir öğrencime, öğretmenime, velime vb. yüksek sesle konuşmayan
bendeniz zaman oldu genel müdürlüğe çıktım, zaman oldu Milli Eğitim Bakanlığına
mektup yazdım. Zaman oldu müfettişlere kızdım... Ama dikkat ediniz şahsımla
ilgili değil. Sırf dershanenin ve öğretmenliğin kutsallığı için. Ama ne oldu?
Ne
olacak, hak ettiğim halde, maaşlı izinli olarak okuduğum halde bakanlığın üst
düzey yöneticiliklerinde görevlendirilmedik. İlkin, kırıldım doğrusu. Mevla’m
neylerse güzel eyler, dedim. Şimdi de diyorum ki; iyi ki meslekten men
edilmedik. Onun için yazının başında not yazdım. Ne olur ne olmaz...
Şunu
da ekleyelim: İnanıyorum ki dershanenin kutsallığı ve öğretmenliğin kutsallığı
konusunda görüşlerimiz bugün de devam ediyor. Ama ne var ki bugün durum,
anladığım kadarıyla pekiyi değil. Ancak öğretmenlerin bireysel olarak
yapacakları bir şey de yok. Yalnız öğretmen kurulları toplanabilir. Öğretmenler
kurulu idarecilerin tebliğleri için yapılmaz. Bu konudaki öneriler geliştirilir
ve hiyerarşik yolla bakanlığa ulaştırılır. Gazetelerden okuduğuma göre bir
Milli Eğitim Şurası yapılacak. Bu şuraya herkesin bir katkısı olmalı.
(...)
Özür
dileyen Kaymakam Beye samimiyetle teşekkür ederim. Bu hadise, eminim ki başta
öğretmenler olmak üzere tüm aydınlara ders olacak ve “artık yeter!” denilmesine
neden olacaktır. Atatürk’ün veciz sözleri hatırlanacak ve umarım ki gereği
yapılacaktır:
Milletleri
kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir
millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır. (Atatürk)
Güzel
günler dileğiyle...
Sabahattin
Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 03.10.2021