Sabahattin Gencal Erzurum Yavuzselim İlköğretmen Okulu 1959/1960 Eğitim ve Öğretim Yılı (En soldaki Sabahattin Gencal, sınıfın yaşça en küçüğü) |
“Karuşuk kuruşuk” ifadesini, oğlum yazar Fuat Gencal çok kullanır. Sözde post modern bir yazı, her nasılsa eline geçerse “karuşuk kuruşuk” der ve tabii ki okumaz. Ben post modern yazmayacağım. “Tost modern” yazacağım. Nasıl mı? Bayağı tost modern. Tost makinesinden kinayeli. Her halde tost makinesini biliyorsunuzdur. Yazımı makinede kızartacağım. Kızarmış ekmek seversiniz değil mi? Güzel. Kızarmış yazımın üstüne Trabzon yayık tereyağı ve Anzer balı çok fiyatlıdır onun için Ancubah balı sürerseniz. Oh! Lezzetine doyum olmaz... Ne? Tereyağı ve bal ağu fiyatı mı? O zaman siz de ekmeğin üzerine sürer gibi yazının üzerine düşüncenizi ve varsa hayal gücünüzü sürersiniz... Aman! Neyi dert ediyorum. Nasıl yerseniz yiyin...
Vay be! Yaş 79. Yaş 35’in iki katından fazla. Allah bilir
neresindeyiz ömrün... Ömrüm boyunca yazdım yazacak kadar...
Yanarım yanarım... Neye yanarım bilir misiniz?
Tek
bir yazımı bile açık seçik yazamadım. Hep kapalı hep kapalı... Neymiş? Sözde
bir Fransız edebiyatçısı öyle tavsiye edermiş. Okuyucuların hakkıymış kapalı
cümleleri açmak. Tüh be. Bana ne Fransız’ın sözünden. Her şeye Fransız olurken
bu kılıf söze tutundum. Evet, kılıftan başka bir şey değildi.
Aslında
ben açık seçik yazmaktan, dobra dobra olmaktan korktum. Okuyucuyu incitmekten
korktum. Egemenlerin nasırına basmaya korktum. Yanlışa düşmekten korttum.
İtibar kaybetmekten korktum. Daha saymaya gerek var mı?
“Yanlış
yapma korkusuyla bırakma işi / Zira yanlışsız bir iş yapamaz kişi” (Gothe-
Böyleleştiren B. Gocul) sözünü de kaç defa yazdığımı hatırlamıyorum.
Doktorlar bana anskiyete / kaygı
bozukluğu teşhisi koydu. Korkularım karşısında anskiyete hiç kalır. Tabii başka
ruhsal rahatsızlıklarım da yok değil. Bu son üç yazımdan da anlamışsınızdır.
2022’ye saçmalamakla girdik ve de ne üzücüdür ki saçmalamaya devam ediyoruz.
Her
halde saçmalamak bulaşıcıdır. Ekonomi allak bullak olurken az saçmalıklar
olmadı. Çin işi dediler, Nas’tan söz ettiler ve de Ortodoks değil heterodoks
politika dediler... Anlıyorum. Bazılarınız konuyu saptırma, siyasete kaydırma
diyeceklerdir. Yukarıda dedim ya saçmalamak bulaşıcı olsa gerek. Bakın
heterodok neymiş? “Heterodoks sözcüğü, "farklı" anlamına gelen
Yunanca heteros ve "öğreti, düşünce" anlamındaki doxa sözcüklerinden
oluşur. Ana akımdan sapmış olan anlamına gelir. (Vikipedi) Sapıyoruz sapacak
kadar...
Olurya
yanlış anlayan olursa açıklayayım: Maliye işlerine bakan, Anayasamıza göre
Bakan sayılan Sayın Bakanımıza zerrece laf dokundurduğum yok. Aksine sempati
duyuyorum. Sempatim nerden mi geliyor? Bilirsinizdir çok duygusal biriyim.
Emekli olmadan önce bir okulda çalışırken bir servis şoförümüz vardı (İ.D.) Ona
o kadar çok benziyor ki... Şoförümüzü severdim. İnanıyorum ki o da beni
severdi. Hatta motive ederdi. “Seninle olduğum sürede sanki bir üniversite
bitirdim.” derdi. Bunu yağcılık olarak
değil bir motive unsuru olarak görmek hoşuma giderdi ve gözlerimiz parlardı. Hafifçe
gülümserdik de. Gülümsemek ne iyi, hele de gözlerin parlaması...
Bu
anda bir deney yaşıyorum. Evet deney yapmıyor, yaşıyorum. Terledim, kızardım.
Çok mahcup oldum. Ben bu son paragrafı yazmamalıydım. Sileyim, dedim. Sana bu
yakışmaz, dedim. Her aklına geleni yazmak ahlaka da uymaz, dedim. Kendi kendime
dediğimi bırakmadım. Ya, ne zamana kadar sürecek bu? Evet, doktora gitmeliyim?
Anlaşılan psikolojik rahatsızlıklarım fena arttı.
İlköğretmen
okulundayken psikoloji dersinde “Bayram haftasından söz ederken bazıları soba
tahtasına geçerse onda şu hastalığı var, derdik. Unuttuğum o hastalık buldu
beni. Diyeceksiniz ki kimi bulmadı ki? Azıcık televizyon izleyenler şahit
olmuştur: Gündemi saptırmak için bir oyana atlıyorlar, bir bu yana. Hem de atlarken
hukuku da devirdiklerinin farkına bile varmıyorlar. Belki de farkına varıyor;
ama takmıyorlar...
Bakın,
bakın sözde kapalı yazmaktan yakınıyordum. Yine kapalı yazmaya devam ediyoruz.
Ne yapalım; hem açık yazacaksın hem de hiç kimsenin kusura bakmadığı bir yazı
yazacaksın işte bunu beceremiyorum. En iyisi günceli bırakalım ve anılara
geçelim. Anıları yarına bırakabilirdim. Ama tam kıvamındayken yazayım.
İsterseniz okumayı yarına bırakın veya...
Psikolojiden
söz ettik değil mi? Ben hastayım psikolojiye. Övünmek gibi olmasın; ben, o eski
ilköğretmen okulu mezunlarındanım. Sene 1959 veya 1960. Psikoloji dersindeyiz. Unutkanlık
başladı bende genel psikoloji mi, eğitim psikoloji mi vb. tam hatırlamıyorum.
Dördüncü sınıftayız (Lise bir) Yazılı notları açıklanıyor: Sabahattin Gencal=0
sıfır. Sınıf şok şok olurken benim başım öne düşüyor. Ben o zamanlarda da hiç
itiraz etmezdim. Gerekçe: kopya. Aaa. Bütün sınıf beni savunmaya başladı. Sağ
olsunlar beni hep savunurlardı. Sabahattin kopya yapmaz. Kopya nedir bilmez;
bilse de yapamaz vb. Benim başım hâlâ eğik. İtirazlardan bunalan değerli
öğretmenimiz Allah (cc) rahmet etsin Gürhan? Bey, sen ne dersin, diye sorunca. Müsaadenizle
cevabımı tahtada vereceğim, dedim. Olay gözlerimin önüne geliyor, aynı heyecanı
duyarak yazıyorum.
Evet,
tahtadayım. Değerli öğretmenimize lütfen
kitabın şu sayfasını açınız, dedim. Arkadaşlarıma siz de açınız dedim. Ve takip
etmeye başlayınız diyerek anlatmaya başladım. Ve ekledim nokta ve virgül
şaşarsam kopyayı kabul edeceğim. Hiç görülmemiş, tabii biraz da gereksiz şov
yaptım. Hocamız dahil herkesin ağzı...
Hocamız
sıfırı 10’na değil 4’e çıkardı ve böyle ezberci olma, dedi. Tabii bu sözü
gerekçe olamazdı; ama 10 alacağım diye ukalalık yapmak istemedim.
Her
ne kadar ukalalık yapmadım, yapmam diyorsam da gençler de alçak gönüllüğün
altında biraz da ukalalık oluyor:
Genel
psikolojiye gelen eğitim şefimizin sınavlarından da, diğer derslerde olduğu gibi yine 10 alırdım.
O kadar ki, arkadaşlar “Senin sınav kâğıtlarını okumadan not veriyor
öğretmenler.” derlerdi. Hatta biri, İlk cümleyi konuyla ilgili yaz daha sonra
Beşiktaş ve Fenerbahçe maçlarından söz et, yine de... Ben hiç öyle yapmadım.
Cevapları uzun uzun yazardım. Şimdi “Uzun yazma hastalığı o günlerden kalma mı?”
diyenler olabilir. Uzun yazdıktan sonra bazı temel cümlelerin altını çizerdim.
Yanına da not düşerdim; istenirse yalnız temel cümlelerin de okunabileceğini...
Yine sular döküldü kafamdan böyle yapmamalıydım...
Benim
anılarım öyle ilginç ki... Rahmetli eşim, defalarca “romanını yaz” demiştir bana. Ben unuttum,
derdim. O da “ben sana hatırlatırım.” derdi. Zamanında ona anlattıklarımı hiç
unutmamıştı. Ama rahmetli olunca benim anılar da onunla beraber gitti.
Başkaları da “anılarını yaz” demiştir bana. Kadıköy’de avukatlık stajı yaparken
Hakim Mehmet? Bey, duruşmalara ara verince beni, diğer stajyerlerden yaşlı
olduğum için çay içmeye davet ederdi. Edebi sohbetlerimiz zevkli olurdu.
Anılarım da dikkatini çekmişti. “Sen bir çiftliğe çekil ve anılarını yaz. Daha
faydalı olursun.” derdi. Nedense diğer hâkimler
de, “Emekli hâkimler de öğretmenler de avukatlıkta pek başarılı olamaz.” sözlerini
hatırlatırlardı bana.
Ara
paragrafı da uzattık. Oysa biz Öğretmen okulundaydık.
Beşinci
sınıftayım. (Lise 2) Kompozisyon öğretmenimiz değişti. Okulumuza yeni gelen Hasan
Bozalp (Allah (cc) rahmet etsin) kompozisyon dersine girmeye başladı. İlk
yazılı sonuçları açıklanıyor: Sabahattin Gencal= 4. Yine herkes şokta, benim
başım önde... Arkadaşlar, sağ olsunlar olamaz, diyor da başka bir şey
demiyorlar. Değerli öğretmenimiz de şaşırdı. Kompozisyon güzel de, ee 4’ün
gerekçesi fazla psikoloji terimi ve benzetmesi kullanmam. Tabii, hocamız fazla
kullandın, demiyor. Her zamanki gibi tok sesle; “Size psikolojiyi yasaklıyorum.”
diyor. Ya, psikolojiden yasaklanan biriyim ben. Son sınıfta teker teker sözlü
sınava giriyoruz. Sınav heyecanı duymazdım; ama bu sınavda heyecanlıyım. Sınav
kapısında beklerken bir gazete gördüm. Huyum çıksın, köşe yazılarını okumadan
edemem. O köşe yazısı rahmetli Fatma Varış’ın eğitimle ilgili bir yazısıydı.
Sınavda aynı konu sorulmasın mı? Demek ki şanslıymışım...
Bozalp
Müdür yardımcısı oldu. Bir ara aynı odada çalıştım onunla. Nasıl mı oldu?
Eğitim Sosyolojisi dersimize gelen rahmeti Mustafa Aydın (Hacettepe öğretim
üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Aydın’ı hatırlayacaksınız.) beni takdir ederdi.
Bir paragrafta bunun için yazayım:
Hocamın
önündeki kitabın takip ettiğimiz ders kitabından farklı olduğunu gördüm.
Kütüphanede aynı kitaptan çalışır oldum. Derslerin başında söz almazdım. Sonuna
doğru söz alır ve onun kitabından öğrendiklerimi söylerdim. Hocamız da dersi
toparlarken “Sabahattin’in dediği gibi” derdi. Bu söz nefsimi okşardı. Ah
nefis, ah gençlik... Valla şimdi utanıyorum. Kabahat mı yaptım acaba? Neyse,
Müdür yardımcısı M. Aydın Bey önemli işleri olduğunda bazı işlerini bana
yaptırırdı. Bozalpla aynı odadaydılar. Masaları da karşılıklı. Dolayısıyla bana
psikolojiyi yasaklayan Bozalpla kısa bir müddet dahi olsa karşılıklı çalışmış
olduk.
Ya,
ne hocalarımız vardı. Hepsine rahmet diliyorum. (Yaşayanlara da hayırlı ömürler
diliyorum) Derya gibiydiler. Sözleri, tutum ve davranışları; dersleri;
sohbetleri; baba gibi, ağabey gibi olmaları kısaca insan gibi insan olmaları...
Bakın,
değerli arkadaşlarım. Son dönemim her türlü saçmalıklarını beraber yaşamamıza
rağmen, dikkat ediyorsanız ben daha fazla etkileniyorum. İşi hastalığa
vuruyorum. Onlara söylemekten korktuklarımı kendi kendime söylüyorum. Niçin
mi? Çünkü hepimizin hayalleri kırıldı; ama benim daha çok kırıldı. Kırılmayan
neyim kaldı. Böyle mi olmalıydı?
Sabahattin
Gencal,
Çekmeköy-İstanbul,
08. 01. 2022