Erdoğan Teke- Sabahattin Gencal |
Bilindiği üzere rekor bir spor
terimidir. Sporun herhangi bir dalında erişilmiş derecelerin en üstünü
anlamında kullanılmaktadır. Bu terim bazen mecaz anlamında da kullanılmaktadır.
Herhangi bir işte elde edilmiş olan
sonucu aşan, bir öncekinin üstüne çıkan yeni sonuç ki çoğu kez bu rekor
kırmak deyimiyle ifade ediliyor.
Deylemi’nin Hz. Ali’den merfu olarak -zayıf bir senetle- rivayet ettiği bir hadis vardır: “İki günü eşit olan aldanmıştır, zarardadır.” Meslek hayatımda ilke edindiğim, çalışmayı, daha ileri gitmeyi teşvik eden, tavsiye eden bu hadisi, inşallah bundan sonraki hayatımızda da ilke edineceğiz.
Bugün Cuma. Cuma deyince
dostlarımızın aklına Erdoğan Teke Bey’le 14.02’de başlayan sohbetlerimiz
gelmektedir. Kolay değil tam dört yıldır, istisnalar dışında aralıksız hem de
tam saatinde başlayan sohbetlerimiz oldu Erdoğan Bey’le. Bu bile başlı başına
bir rekordur; ama sözünü edeceğimiz rekor süre rekorudur. Mevsimlere ve havanın
durumuna göre iki saatten az olmayan sohbetlerimizin süresi gündüzlerin
uzamasıyla uzuyordu. Bugün ise rekor tazeledik. Evet, tam dört saat sürdü sohbetimiz.
Bu sohbetlerimizde bir sır var; ama
şimdilik çözemiyorum. “Cenab-ı Hak şükredenlere nimetlerini artıracağı
hususunda şöyle buyurmaktadır: “Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: And olsun, eğer
şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç
şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) Şükür nimetin artmasına,
bereketlenmesine vesile olur.” Tekrar tekrar şükrediyorum ki nimetlerin
arttığını yaşayarak görüyoruz. Maddi nimetlerden söz etmiyoruz. Bir kere sabrımız artıyor. Birbirimizi pür
dikkat dinliyoruz. Ayrıca sağlık nimetine de kavuşuyoruz. Kendimden örnek
vereyim, bu son senelerimde hiçbir zaman dört saat oturamadım. Bir iki saat
olmadan ayaklarım şişmeye başlar, vücudumda bir sıkıntı hissederim Ama sohbette
vücudum da hafifliyor. Arkadaşıma, benim kahrımı çekiyorsunuz, derim bazen
onlar da samimi olarak sohbetlerden memnun olduklarını söylüyorlar. Erdoğan
Bey’den söz ediyordum, farkında olmaksızın onlar kelimesini kullandım. Benim
bir de Çarşamba günlerinde sohbet ettiğim bir arkadaşım var. Ondan da söz
etmiştim: Hüseyin Yıldız. Ona da Erdoğan Bey’e dediğim gibi, benim kahrımı
çekiyorsunuz, diyorum. Sağ olsunlar. Erdoğan Bey Cumayı iple çekiyorum, diyor.
Hüseyin Bey, sizinle görüşünce ufkum açılıyor, diyor. İlk yıllarımızda böyle
demiyordum; çünkü sağlıklıydım. Bir hafta bir kafede, öteki hafta başka bir
kafede ya da lokantadaydık. Ümraniye’ye hamsi yemeğe bile gidiyorduk. Şimdi ise
bana en yakın bir kafeyiz; ama inşallah iyi olursam Erdoğan Bey’le planlarımızı
gerçekleştireceğiz. Boğaziçi turlarıyla başlayacağız, ada turlarıyla
turlayacağız. Parklarda, bahçelerde; sahillerde kütüphanelerde derken
günlerimizi değerlendireceğiz.
Gerçi bugün de şükür olsun
değerlendirdik günümüzü. Dört saat konuştuk. Dile kolay dört saat. Bu sadece
kendi rekorumuz mu onu bilemem artık.
Bu dört saati videoya alsak güzel
olurdu; ama ne kadar güzel olursa olsun dört saati bize ayıran olmazdı; zaten biz
de bu kadar zaman almak istemeyiz hiçbir zaman. Çünkü biliyoruz dört dakika
bile tahammülü olmuyor, özellikle gençlerin. Tabii, onların da bir mazeretleri
vardır elbette.
Şimdi mazereti olmayanlara görüşmemiz
dört dakikada okunabilecek uzunlukta anlatacağız. Saat tuttunuz mu? Evet,
başlıyoruz:
Merhaba ve hal hatır sorma faslından
sonra sohbet atmosferine girdik. Bu atmosfer kelimesini unutuverin. Çünkü Feto
elebaşının Sohbet Atmosferi diye bir kitabı varmış. Nerden mi öğrendim? Çünkü
atmosfer kelimesini şöyle kıyak, albenili, içinde bulunduğumuz durumu
aksettirecek bir deyiş diye yazdım. Sonra Google baktım. İyi ki bakmışım.
Google söyledi F. Gülen’in böyle bir kitabı olduğunu. Diyecektim ki öyle bir
atmosfer oldu ki kafeye gelip gidenleri görmediğimiz gibi sesleri de
duymuyorduk. Kafede aynı zamanda ekmek de satıldığını düşünürseniz nasıl bir
havaya girdiğimizi tahmin edebilirsiniz.
Bakın, ne güzel su gibi akıp giderken
Feto çıktı karşımıza. Doğrusu bugün siyasi konulara da giriş yaptık. İlk defa
oluyor bu. Önceleri dolaylı bir biçimde siyasete girince sağ olsun Erdoğan Bey,
özür dilerim, diyerek konuyu değiştirirdi. Allah Allah, bugün ne oldu da biz bile siyasete bulaştık? Buradan bile ne halde
olduğumuz anlaşılabilir. Nerden söz ediyorduk?
Bu Feto meselesinin neden
çözülemediği konusunda fikrimi sordu Erdoğan Bey. Ben de medyadan
öğrendiklerimi anlattım. Özetle Feto hareketinin ABD ve CİA hareketi olduğunu
söyledim. Analistliğim yok elbette; ama genel kanaat öyle.
Yine başa dönelim. Bu merhabalaşma
çok önemli. Bileceksiniz, “... Aranızda selâmı yayınız.” İle ilgili bir hadis
var.
Ali Erbaş, “Aranızda Selâmı Yayınız”
başlıklı bir köşe yazısında; “Başlık
esasında bir hadis-i şerifin son kısmının mealidir. Akıllarda daha iyi kalsın
diye yazıya başlık yaptık. Zira İslam'ın en büyük alâmet-i fârikalarından
birisi olan “selâm”a toplumumuzda hak ettiği değerin verilmediği kanaatindeyiz.
“selam” da “barış”, “kurtuluş”, “esenlik” gibi anlamlara gelir. Yani iki Müslüman selam alıp verdiği zaman
“barış, huzur, kurtuluş, esenlik” üzerine olsun diye birbirlerine dua etmiş
olmaktadırlar.” demektedir. Yazısının sonlarında da; “Selam Arapça diye
“merhaba” demeyi tercih edenlere, merhabanın da Arapça olduğunu, ancak selamın
yerini tutmayacağını, selamlaştıktan sonra merhaba demenin daha uygun olacağını
bu vesileyle hatırlatmış olalım.” demektedir. (Yeni Şafak, 03 Tem 2015)
Ali Erbaş bu andaki Diyanet İşleri
Başkanımızdır. Ondan da sırası geldi söz ettik. Arada bir iyi yazıları da
oluyor. Arada bir ifadesi için, lütfen kınamayınız beni. Elimde değil. Gönlüm
toplumu kutuplaştırmadan aydınlatabilecek bir başkan arzu ediyor da ondan
söyledim.
Aslında Erdoğan Bey’le ne yazacağımızı,
nasıl yazacağımızı kararlaştırmıştık. Birinci bölümde toplumun nasıl mizah
yapmaktan alıkonulduğunun üzerinde duracaktık. Bu arada Allah rahmet etsin
önceki liderlerimizin bu konulardaki hoş görüsünden söz ettik. Hoş görü, sevgi ve saygı olmayan toplumdan
ne beklenir. Bu arada ünlü profesörlerimizin mizahı vitamin kadar yararlı
ve önemli gördüklerini, Mizaha M
vitamini dediklerini vb. benzeri sözleri üzerinde durduk. Mizahın kültür
ölçütü olduğu konusunu, daha önce de konuşmamıza rağmen konuştuk. Bu arada Erdoğan
Bey’in mizah yeteneğinin çok üstün olduğunu da ekleyelim.
Bir ara Sokrat vari, yani soru cevap
biçiminde devam ettik sohbete. 23 yıl İsviçre’de kalan Erdoğan Bey, bu süre
zarfında bütün Avrupa’yı gezdi. Bu tecrübelerine dayanarak bizim toplumumuzda liyakatin olmadığını hâlâ hemşericilik, mezhepçilik,
particilik gibi ayrışmaların olduğunu söyledi. Hepimiz söylüyoruz; ama Erdoğan
Bey örneklerle anlatıyor. Hollanda, Fransa, Almanya, Belçika, İsviçre vb.
ülkelerde parlamentoda olan, bakan olan Türkleri tek tek saydı. Bizde, yok,
efendim o şeymiş, şeylerde oy alamaz. Şu şeymiş...
Bu “şey” kelimesini kasıtlı olarak
kullandım. Erdoğan Bey bir fıkra anlattı da:
Türkiye Cumhuriyeti’nin yedinci
başbakanı meşhur Hasan Saka başbakanlık koridorundan geçip bir yere giderken
bir kapının yarı açık olduğunu gördü. İster istemez baktı İçerde iki kişi
çalışıyor. Erkek memurun masasındaki dosyalar o kadar çok ki adam zor
görünüyor. Amir olan Bayan da masanın açık çekmecesine bir kitap koymuş onu
okuyor. Elinde de elişi. İşte zihniyetin resmi. Canı sıkıldı
Saka’nın. İçeri girdi. Tabii hemen ayağa kalktılar. Ne yaptıklarını sordu.
Cevapları aldıktan sonra Başbakan amire dönerek hiç düzeltmediği veya düzeltemediği
Karadeniz şivesiyle bayana; Seni şey yaptum, onu da şey yaptum, dedi. Sonra
erkek memura seni şey yaptum, onu da şey yaptum. Siz de şeyi şey yapun...
Amir hanım ve memur bey hiçbir şey
anlamamışlar. Memuriyetten çıkarılacağı korkusuna kapılmışlar. Yan taraftaki
memurlara sormuşlar, onlar da anlamamışlar. Bir Trabzonlu ’ya sormaya karar
vermişler. Trabzonlu amirin yanına gitmişler. Ona başbakan bizi basmış,
demişler. Trabzonlu da şey mi yapayudunuz, demiş. Yok demişler, sizin
anladığınız gibi değil, diyerek durumu anlatmışlar. O da amir hanımefendiye
seni memur, memur beyi de amir yaptığını söylemiş. Memura da aynı şeyi
söylemiş. Siz de şeyi şey yapın ifadesini bu değişikliği hemen yapın, olarak
açıklamış. Keşke bunu Erdoğan Bey yazsaydı da benim gibi siz de
gülebilseydiniz. Valla bu toplum gülmeyi unuttu. Gerçi bu şey meselesi bugün de
var. Kaç sene önce olduğunu hatırlamıyorum, meclis başkanlığı ve başbakan
yardımcılığı yapmış bir bey efendi de; “Şeyini şey yaptığımın şeyi...” sözünü
kullanmıştı. Bizde böyle bir cümle duyulmaya görsün herkes kullanmaya başladı.
Gördünüz mü yine siyasete bir kapı açıldı. Erdoğan Bey’e, toplum içinde
gezdiğini durumu nasıl gördüğünü sordum. Dedi ki millet üç ana gruba ayrıldı.
Kimileri şimdiki yöneticiler katiyen tasvip etmediğini söylüyor. Kimileri de tasvip
ettiklerini beyan ediyor; ama seçilecek kimse yok. Şeylerini ancak kendileri
temizler diyor. Bir grup da var ki kâh öyle kâh böyle... Bu arada bazı
bakanların devletin kurucularını suçlamalarının hiç de iyi olmadığı üzerinde
durduk Yine dinci geçinenler ile dindar üzerinde durduk. Tabii hukukumuzun
yerlerde süründüğü konusunda şey yaptuk.
Yanlış anlaşılmaması için çokları
gibi yazılı ve görsel basından öğrendiklerimizi papağan gibi tekrarladığımız
sanılmasın. Bu arada ikimizin tıpatıp aynı düşüncede olduğumuz da sanılmasın.
İnsan aynı tornadan çıkan bir nesne değildir. Elbette farklılıklarımız
olacaktır. Her insan biriciktir. Sözün burasında Emperyalistlerin ve yerli
işbirlikçilerin insanımızda mizah yapma yeteneği bırakmadı gibi sanatın da
damarlarını kurutmaya çalıştıklarını gözlüyoruz. Aklıma robotlar geldi.
Biliyorsunuz robot işçiler kullanılıyor. Hatta robot yargıçlar da varmış. Ama
robotun duygularını olmadığını biliyorduk. Geçende bir yerde okudum, ne derece
doğru olduğunu bilemiyorum. Duyguları olan robotlar da yapıyorlarmış veya
yapacaklarmış. İşe bak robotlar insanlaşırken eşrefi mahlûk, en güzel biçimde
yaratılan insanlarımız robotlaşıyor. Bu eğitimsizlikten kaynaklanıyor tabii.
İşin püf noktasını bulmuş olduk. Türkiye’nin bu acınası duruma düşmesinin en
önemli sebebi robotlaşmadır. Düşünün bakalım. Mecliste el kaldır, el indir.
Ya mahkemelerde? Kukla nedir bilir misiniz?
Erdoğan Bey olsa hiç uzatmazdı.
Tecrübeyle biliyorum. Bir şey soruyorum ona, cevaben bir fıkra anlatıyor bana:
Meyhaneci şarap alacak. Ona üç beş
çeşit örnek getirmişler. Tabii en kalitesini almak gerekir. Dışarıdan geçmekte
olan bir bektaşıyı çağırmışlar. Bu iki bardak şaraptan hangisinin daha iyi
olduğunu söyle demişler. Bektaşı bir bardağı ağzına getirmesiyle şarabı
püskürtmesi bir olmuş. Öteki bardağı içmemiş. Daha diğerine bakmadınız,
demişler. Bakmama gerek yok, bundan daha
kötüsü olamaz demiş.
Evdeki hesap çarşıya uymaz. Kafede
plan yapmıştık. Başta mizah olmak üzere kültür ve sanat diye bir şey
kalmadığını anlatacaktık. Sonra siyasetin
artık vatana ve millete hizmet yarışı olmaktan çıktığı üzerinde duracak ve
insan onuruna en elverişle tam demokrasiye nasıl geçileceğin anlatacaktık.
Erdoğan Bey’e elimde bir inceleme dosyası var. Onu bitirdikten sonra rahat
rahat yazarım, dedim. Sonra daha iyi yazacağız diye yazdıklarımızı da büsbütün
unutmadan korktum ve rekor bir sürede işte bu satırları yazdım. Gerçi şeyin
üzerinde, korkudan duramadık. Şeyleri de inceleyemedik. Ama olsun gene de
şeylerin yazılarından daha şey olmuştur umarım.
Sabahattin Gencal,
Çekmeköy-İstanbul,
13. 05. 2022