4 Mayıs 2022 Çarşamba

Ruhum Kafesine Geri Döndü

 

Sabahattin Gencal, 2022

Bugün bana ne oldu biliyor musunuz? Böyle bir soru olmaz, değil mi? Nereden bileceksiniz. Genel bir deyiş işte: Bugün bana ne oldu biliyor musunuz?

Televizyonda Görkemli Hatıralar programını izlerken. Evet, izlerken; nasıl oldu farkında değilim; hâlâ da nasıl olduğunu anlamış değilim. Bir baktım, divanda oturan oldukça şişman yaşlı bir adamın göğsü şişiyor şişiyor,  sonra şişlik inince gözyaşı dökülüyor. Sora göğüs şişiyor,  göğüs inince gözyaşı dökülüyor. Kemençe eşliğinde oluyor bu. Kemençeye tam uyumlu. Kemençe sesi sanki sağ kulaktan giriyor. Bir an emme basma tulumbaya1 benzetim. Sağ kulaktaki kemence sesi de tulumbanın dijital kolu gibi... Ben az yukarıdayım, tavana yaklaşmamışım. Ben çok rahatım. Derler ya kuş gibi hafif. İşte öyle. Sonra nasıl olduğunu anlayamadım. Bu yaşlı bedene girdim.

Beni bu hallere sokan duyguları anlatmamın sırası değil. Bedenimden ayrılmam çok daha önemli. Onun için bunu anlatmam lazım. Mutlaka anlatmam lazım. Nedenini sorarsanız anlatayım:

Ben var ya, hem tekinim hem de tekin değilim. Sakinim, rahatım, usluyum vb. Onun için tekin adam diyebilirsiniz bana. Ama bazen içimde sanki gizli güçler var. Tam da öyle demeyelim, çok farklı, beklenmedik bir haller, belki psikiyatristlerin anlayabileceği bir haller... Sıra ile mi anlatayım:

Yedi yaşımdayım, mesire evinde uyanırken oradakilere yengemin düştüğünü, yuvarlandığını söylüyorum. İki saat geçmiyor. Yengemin yuvarlandığı ve ayağının kırıldığı haberi geliyor. Bunun rüyâsını mı gördü? Hayır. Uyanıkken mi gözümün önüne geldi? Olabilir. Halen de çok rüyâlarım çıkar. Bu ayrı bir konu. Uyanıkken ekranda görüyormuş gibi olmak da ayrı...

1959 yılındayız. Fatih’te oturmakta olan bir akrabamın misafiriyim. Yanlış söylemiş olmayayım; ya yatsı namazında ya da sabah namazında Fatih Camisindeyiz. Bir an, mihraba, mihrabın solunda ve sağında kürsü ve minbere bakıyorum. Aaa. Ben bu görüntüyü, bir hafta kadar önce Samsun’dayken görmüştüm...

1975 ve sonrası. Bahçecik’te ikamet ediyoruz. Beynimde bir radar var sanki. Yarım kilometre, bir kilometre öteden tanıdığım bir akraba geçerse radarıma yakalanıyor. Bazen bize doğru yöneliyor. Biri geliyor, diyorum. Oğlum Ahmet küçüktü; ama oğlum Fuat canlı şahit.

Yine Bahçecik’teyim. Sanki bir ekran çıktı karşıma. İstanbul’da oturan kayınbiraderimi koltuğunda oturmuş, bir şeyler söylediğini görüyorum. Çok geçmedi; yengem bize geldi. Kendisine;  şu gün şu saatte ağabeyim koltuğunda otururken sizlere... Yengem bu mevzulardan az çok anlıyordu. Hiç kimseye söyleme yoksa bu özelliğin kaybolur, dedi.

Yukarıda bazılarını anlattığım, ne isim vereceğimi bilemediğim özelliklerimi kaybettim tabii. Zaman zaman bu özelliklerimi geliştiremediğimden söz ettimse de halimden memnundum.

Ve bugün yukarıdaki hal oluştu. Derler ki rüyâda ruh ayrılır bedenden. Bilmiyorum; ama bunu doğru varsayıyorum. Ama dikkat edin lütfen. Ruh bedenden ayrıldı demiyorum. Ben bedenden ayrıldım diyorum.

Allah (cc) buyuruyor ki; “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: “Ruh rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (İsrâ Suresi - 85 . Ayet, DİB. Meal, Kur’an Yolu) Ben de bana az bilgi de yeter dedim ve bu konuda epeyce okudum. Öyle bir raddeye geldim ki, hiç sormayın. 1970 yıllarında bir din dersi öğretmeni arkadaş, bana bu konular üzerinde fazla durma, dedi. Demesi normal; ama bir elini yukarı kaldırıp parmaklarını oynatması canımı sıktı. O gün bugün Ruh ve Madde, Sevgi Dünyası ve benzeri dergileri ve yayınları okumuyorum.

Bunca okumama rağmen konuyu anlayamadım, doğrusu. Çok âlimler de anlayamıyor. Uzatmayalım. Bugün tarihe geçecek küçük bir keşif yapmış bulunuyorum. Ruh benim. Bedense kafesim. Diyeceksiniz ki sufiler hep böyle diyor ya. Neyse sufileri karıştırmayalım bu işlere.

Şimdi, bu olağan üstü durumu yaşarken rahmetli yengem aklıma geldi. Kimseye söyleme bu özelliğin kaybolur, demişti bana. Ben söylüyorum ki bu özelliğim kaybolsun. Yeri değilken önceki durumlardan bazılarını da anlattım ki bu özelliğim kaybolsun. Yoksa bedenimden ayrılmam bir alışkanlık yapar. Yapar da bir daha bu kafese girmez.

İnsanoğlu, bedenden ayrılmanın huzurunu, rahatlığını, hafifliğini hissetmeme rağmen bu hasta, obez, bakımsız beden kafesine girmeye razı olmuş durumdayım. Bir an bile dünyada yaşamak nelere değmez. En azından tövbe ederiz. Allah’tan da, kullardan da af dileriz. Dileriz demekle kalmayalım: Değerli okurlarım hepinizin affını diliyorum. Bu konuda ayrıntıya girmiyorum; çünkü çocuklara pozitif olmaya, ölümden söz etmemeye söz verdim.

Sanki bedenimle yeniden buluşmuş gibiyim. Çocuklara beni Türk doktorlarına emanet edin, derim zaman zaman. Şimdi ise duruma şimdilik el koymuş oluyorum. Bu bedenin sağlık bulması için elimizden geleni yapacağım. Daha sonra da gerekirse doktorlara emanet ederiz.

Beni bu hallere sokan programdan hiç söz etmedim. Etmeyeceğim de videosunu ekliyorum. Merak eden izler. İzleyenler, bu program mı sizi bu hallere soktu, diyebilirler. Ama unutulmasın ki ben, sadece izlemedim, sadece seyretmedim. Yaşadım. Onun da ötesinde çocukluğuma ve gençliğime de gittim.

Aklıma bu anda geldi. Benim bu müthiş çağrışım özelliğim de acaba yukarıda sözünü ettiğim durumla mı ilgili. Öyle ya çağrışım yapınca seyreder gibi değil yaşıyormuş gibi oluyorum.

Bu yazdıklarım benim özelim, bununla okuyucuların zamanını niye alayım? Onun için bu yazıyı paylaşmayayım, paylaşayım, paylaşmayayım, paylaşayım. Papatya falı açmadım. İnşallah harcanan zamana değer bu yazı, dedim ve işte paylaşıyorum.

Güzel günler dileğiyle...

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 04. 05. 2022

 _______________________________________________________________________________ 


 GÖRKEMLİ HATIRALAR

 

 

Fotoğraf: Ümit Balkan

1.

Tulumba*

Yazabilmek için çok okumak gerekir. Okumak, sadece kitapları bellemek değildir elbet. Okumak kitaplar gibi insanları, hayvanları ve doğayı da bellemek ve anlamaktır.

Kitapları okumasını az çok bilebiliyoruz. Ne okumak gerektiği, niçin ve nasıl okumak gerektiği konularında bilgi edinebiliyoruz. Ancak hayatı okumasını bildiğimizi iddia edemeyiz.

Doğayı, hayvanları okumak çok zor. İnsanları okumak çok daha zor.

İnsanları doğrudan okumak mümkün olmasa da onları söz ve davranışlarına göre, yaptıklarına ve verdikleri eserlere göre değerlendirmeye çalışırız. Bu değerlendirmeler sübjektif olur tabi. İnsan kendini bile tanıyamamıştır, nerde kaldı başkasını okuyabilsin.

Doğayı okumak hayvanları okumak kavramları da çok iddialı. Okumak kelimesi yerine gözlem kelimesini kullansak daha iyi olur belki. O zaman az çok gözlem yapabildiğimizi söyleyebiliriz.

Böylesine bir giriş beklentileri artırır mı bilmem. Peşinen belirtelim ki gözlemimi yazacak değilim. Zaten gözlem de odaklanmayı gerektirir. Biz odaklanmıyoruz; aksine hızlanıyoruz.

Birkaç gündür ilçeye, fizik tedavisi görmek için iniyorum. Tabii, yaya gidiyorum. Doktorlar yürüyüş, yürüyüş diyorlardı ya işte yürüyüş 25 dakikada iniş, tedaviden sonra 30 dakikada dönüş. Bu gidiş gelişlerde gözlem yapılabilir mi? Olsa olsa trekking yapılabilir. (Ne yazık ki bu kelimede yerleşti dilimize.)

5-6 gün önce bir köşe yazarı (Onur Baştürk, Hürriyet) “Mevzular Arasında Trekking” başlıklı bir yazı yazmıştı. Ben de sadece fiziki olarak değil, kafamın içinde de mevzular arasında trekking yapıyorum. Ama ne trekking. Yediden yetmişine kadınından erkeğine, fakirinden zenginine birçok insan görüyorum. Şairin (Nazım Hikmet’in) “Memleketimden İnsan Manzaraları” eseri aklıma geliyor. Aynı kelimeleri kullanmak doğru olmaz belki; ama gerçek bu, “görülesi insan manzaraları.” Marifet bu tabloyu yapabilmekte. Ne var ki transit geçerken manzara da çizilmez ki. Durağan manzara çizilebilir; ama hareketli manzara… Caddelerden, ara sokaklardan akışım ilginç oluyor; ama asıl ilginçlik beynimde oluyor. Gördüklerim, hatırladıklarım, düşüncelerim ve hayallerim öyle harmanlanıyor ki…

Sizin algılamanızda da bir hareket mi başladı?

Hareketi bir an için durdurmaya çalışalım. Duralım bir evin önünde. Ben her gidiş gelişte bir nefeslik dururum bu evin önünde. Dikkat çekmemek için fazla durmam. Bu bir nefeslik gözlemimi yazmaya çalışayım:

Evin önündeyim; ama evi gördüğüm yok. Sadece bahçedeki su tulumbasını görüyorum. Bayağı tulumba.  Kuyudan emme basma düzeneği ile su çekilen tulumba.

Aslında tulumbaların bir birinden farkı pek yok. Fark benin anılarımdaki tulumbada:

Sene 1960, Aylardan Temmuz. Trabzon’daki dedemin yanından ikamet ettiğimiz Bursa’ya giderken Samsun’daki teyzemlere de uğradım. Samsun’da birkaç gün kaldım. Bir ara, Teyzemin kızıyla evin arka bahçesindeki tulumbanın yanına su çekmek için gittik.

Ben su çekmesini beceremiyordum. Islandık, sırılsıklam olduk. Bu andan 3 sene sonra nişanlandık. Bir sene sonra da evlendik… Bu konuyu geçiyorum. Aslında kuyuda su biter; fakat anılar bitmez. Anı dinleyecek halimiz yok ya.

Biz yine tulumbaya göz atalım. Objektif olarak bakalım. Yani canlandırdığı anılar, çağrıştırdığı hayalleri bırakalım. Eskiden kelimelerle resim çizmek derlerdi. Şimdi kamera var ya zahmete gerek kalmıyor. Kameramız olmadığına göre şöyle bir iki çizgi çizelim. Oda büyüklüğünde bir üzüm çardağının altında kırmızı renkli tulumba. Yakın zemin beton. Suyun döküldüğü yerde akıntı yerleri var. Yani çevre fazla ıslanmıyor. Çardaktı, üzüm asmasıydı, kullanılan tahtalar ve çıtalardı diye uzatmanın anlamı yok. Nasıl yok. Benim için anlamı yok; ama hayalleri tetiklenenler için her şeyin anlamı var…

Bir an durup aklımıza geleni söyleyelim:

Biz çok boyutlu görüyoruz: Canlanan anılar, şimdiki durum ve tetiklenen hayaller. Ayrıca sarmaşıklaşan düşünce ve duygular…

Tulumba ile ilgili sizlerin de anıları, hayalleri vardır kuşkusuz. Bir ara bunları erteleyip yine okumaya devam edelim: Tulumbanın ön kısmında iki taş var. Taşlar arasında kül var, kömür var. Belli ki ateş yakılmış. Ne pişirildi acaba? Mısır pişirilmiş olmasın. Tulumbanın arka kısmındaki bahçede karalahanaları da görüyorum.

Karalahanadan başka bir sebze görmüyor gözlerim.

Mısırın, karalahananın sadece bende değil tüm Karadenizlilerde hatırlatacakları mutlaka vardı. Benim ek olarak dikkatimi çeken dışarıdaki iki taş arasındaki kömürler ve kül oldu. Çocukken komşu çocuklarıyla evcilik oynarken yaktığımız ateşi, ateşleri canlandırdım.

Bayağı da ısındım. Teyzemin kızıyla ıslanışımı geçtim, anılardaki bu ateşi, bu sıcaklığı da geçelim.

Fazla bencil davrandım değil mi? Kendi anılarımdan söz edeceğime bu çardak altında kimler oturmuş, kimler tulumbadan su çekmiş, ya da ıslanmış falan filan diye kurgu yapsak daha mı iyi olurdu.

Biliyor musunuz insan düşündüğünü uygulayamıyor. Bu tulumba hakkında böyle şeyler yazmak yerine bu tulumbayı yapan kişiyle konuşmak gerekirdi. Benim gözlemlerimden, sizin hayallerinizden daha önemlisi bu tulumbayı yapan kişinin duygu ve düşünceleriydi.

Eskiden tulumba zorunlu olarak kullanılıyordu. Bugün zorunluluk olmadığına göre zevk için kullanılıyor. Bu tulumbayı kuran zevk sahibini görmek isterdim. Kendisini görmedim; ama zevklerinin tıpa tıp bana benzediğini söyleyebilirim. Adamın genel olarak zevkleri bizi ilgilendirmiyor; tulumba ile ilgili gözlemleri ve duygularını bilsek…

Sabahattin GENCAL,

Yuvacık, 10. 10. 2011

__________________ 

* Gencal, Sabahattin; Dünya Labirentinde Ben / Biz; Cinius Yay., sayfa: 297, 2018

https://cinius.shop/product/dunya-labirentinde-ben-biz/

 


Paylaşmak güzeldir.