Sabahattin Gencal, 2022 |
Bugün
bana ne oldu biliyor musunuz? Böyle bir soru olmaz, değil mi? Nereden
bileceksiniz. Genel bir deyiş işte: Bugün bana ne oldu biliyor musunuz?
Televizyonda
Görkemli Hatıralar programını izlerken. Evet, izlerken; nasıl oldu farkında
değilim; hâlâ da nasıl olduğunu anlamış değilim. Bir baktım, divanda oturan oldukça
şişman yaşlı bir adamın göğsü şişiyor şişiyor,
sonra şişlik inince gözyaşı dökülüyor. Sora göğüs şişiyor, göğüs inince gözyaşı dökülüyor. Kemençe
eşliğinde oluyor bu. Kemençeye tam uyumlu. Kemençe sesi sanki sağ kulaktan
giriyor. Bir an emme basma tulumbaya1
benzetim. Sağ kulaktaki kemence sesi de tulumbanın dijital kolu gibi... Ben az
yukarıdayım, tavana yaklaşmamışım. Ben çok rahatım. Derler ya kuş gibi hafif. İşte
öyle. Sonra nasıl olduğunu anlayamadım. Bu yaşlı bedene girdim.
Beni
bu hallere sokan duyguları anlatmamın sırası değil. Bedenimden ayrılmam çok
daha önemli. Onun için bunu anlatmam lazım. Mutlaka anlatmam lazım. Nedenini
sorarsanız anlatayım:
Ben
var ya, hem tekinim hem de tekin değilim. Sakinim, rahatım, usluyum vb. Onun
için tekin adam diyebilirsiniz bana. Ama bazen içimde sanki gizli güçler var.
Tam da öyle demeyelim, çok farklı, beklenmedik bir haller, belki
psikiyatristlerin anlayabileceği bir haller... Sıra ile mi anlatayım:
Yedi
yaşımdayım, mesire evinde uyanırken oradakilere yengemin düştüğünü,
yuvarlandığını söylüyorum. İki saat geçmiyor. Yengemin yuvarlandığı ve ayağının
kırıldığı haberi geliyor. Bunun rüyâsını mı gördü? Hayır. Uyanıkken mi gözümün
önüne geldi? Olabilir. Halen de çok rüyâlarım çıkar. Bu ayrı bir konu.
Uyanıkken ekranda görüyormuş gibi olmak da ayrı...
1959
yılındayız. Fatih’te oturmakta olan bir akrabamın misafiriyim. Yanlış söylemiş
olmayayım; ya yatsı namazında ya da sabah namazında Fatih Camisindeyiz. Bir an,
mihraba, mihrabın solunda ve sağında kürsü ve minbere bakıyorum. Aaa. Ben bu
görüntüyü, bir hafta kadar önce Samsun’dayken görmüştüm...
1975
ve sonrası. Bahçecik’te ikamet ediyoruz. Beynimde bir radar var sanki. Yarım
kilometre, bir kilometre öteden tanıdığım bir akraba geçerse radarıma
yakalanıyor. Bazen bize doğru yöneliyor. Biri geliyor, diyorum. Oğlum Ahmet
küçüktü; ama oğlum Fuat canlı şahit.
Yine
Bahçecik’teyim. Sanki bir ekran çıktı karşıma. İstanbul’da oturan
kayınbiraderimi koltuğunda oturmuş, bir şeyler söylediğini görüyorum. Çok
geçmedi; yengem bize geldi. Kendisine;
şu gün şu saatte ağabeyim koltuğunda otururken sizlere... Yengem bu
mevzulardan az çok anlıyordu. Hiç kimseye söyleme yoksa bu özelliğin kaybolur,
dedi.
Yukarıda
bazılarını anlattığım, ne isim vereceğimi bilemediğim özelliklerimi kaybettim
tabii. Zaman zaman bu özelliklerimi geliştiremediğimden söz ettimse de halimden
memnundum.
Ve
bugün yukarıdaki hal oluştu. Derler ki rüyâda ruh ayrılır bedenden. Bilmiyorum;
ama bunu doğru varsayıyorum. Ama dikkat edin lütfen. Ruh bedenden ayrıldı
demiyorum. Ben bedenden ayrıldım diyorum.
Allah
(cc) buyuruyor ki; “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: “Ruh rabbimin
emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (İsrâ Suresi - 85 . Ayet, DİB. Meal,
Kur’an Yolu) Ben de bana az bilgi de yeter dedim ve bu konuda epeyce okudum.
Öyle bir raddeye geldim ki, hiç sormayın. 1970 yıllarında bir din dersi
öğretmeni arkadaş, bana bu konular üzerinde fazla durma, dedi. Demesi normal;
ama bir elini yukarı kaldırıp parmaklarını oynatması canımı sıktı. O gün bugün
Ruh ve Madde, Sevgi Dünyası ve benzeri dergileri ve yayınları okumuyorum.
Bunca
okumama rağmen konuyu anlayamadım, doğrusu. Çok âlimler de anlayamıyor.
Uzatmayalım. Bugün tarihe geçecek küçük bir keşif yapmış bulunuyorum. Ruh benim. Bedense kafesim. Diyeceksiniz ki sufiler hep böyle diyor ya. Neyse
sufileri karıştırmayalım bu işlere.
Şimdi,
bu olağan üstü durumu yaşarken rahmetli yengem aklıma geldi. Kimseye söyleme bu
özelliğin kaybolur, demişti bana. Ben söylüyorum
ki bu özelliğim kaybolsun. Yeri değilken önceki durumlardan bazılarını da
anlattım ki bu özelliğim kaybolsun. Yoksa
bedenimden ayrılmam bir alışkanlık yapar. Yapar da bir daha bu kafese girmez.
İnsanoğlu,
bedenden ayrılmanın huzurunu, rahatlığını, hafifliğini hissetmeme rağmen bu
hasta, obez, bakımsız beden kafesine girmeye razı olmuş durumdayım. Bir an bile
dünyada yaşamak nelere değmez. En azından tövbe ederiz. Allah’tan da, kullardan
da af dileriz. Dileriz demekle kalmayalım: Değerli okurlarım hepinizin affını
diliyorum. Bu konuda ayrıntıya girmiyorum; çünkü çocuklara pozitif olmaya,
ölümden söz etmemeye söz verdim.
Sanki
bedenimle yeniden buluşmuş gibiyim. Çocuklara beni Türk doktorlarına emanet
edin, derim zaman zaman. Şimdi ise duruma şimdilik el koymuş oluyorum. Bu bedenin
sağlık bulması için elimizden geleni yapacağım. Daha sonra da gerekirse
doktorlara emanet ederiz.
Beni
bu hallere sokan programdan hiç söz etmedim. Etmeyeceğim de videosunu
ekliyorum. Merak eden izler. İzleyenler, bu program mı sizi bu hallere soktu,
diyebilirler. Ama unutulmasın ki ben, sadece izlemedim, sadece seyretmedim.
Yaşadım. Onun da ötesinde çocukluğuma ve gençliğime de gittim.
Aklıma
bu anda geldi. Benim bu müthiş çağrışım özelliğim de acaba yukarıda sözünü
ettiğim durumla mı ilgili. Öyle ya çağrışım yapınca seyreder gibi değil
yaşıyormuş gibi oluyorum.
Bu
yazdıklarım benim özelim, bununla okuyucuların zamanını niye alayım? Onun için
bu yazıyı paylaşmayayım, paylaşayım, paylaşmayayım, paylaşayım. Papatya falı
açmadım. İnşallah harcanan zamana değer bu yazı, dedim ve işte paylaşıyorum.
Güzel
günler dileğiyle...
Sabahattin
Gencal,
Çekmeköy-İstanbul,
04. 05. 2022
Fotoğraf: Ümit Balkan |
1.
Tulumba*
Yazabilmek
için çok okumak gerekir. Okumak, sadece kitapları bellemek değildir elbet.
Okumak kitaplar gibi insanları, hayvanları ve doğayı da bellemek ve anlamaktır.
Kitapları
okumasını az çok bilebiliyoruz. Ne okumak gerektiği, niçin ve nasıl okumak
gerektiği konularında bilgi edinebiliyoruz. Ancak hayatı okumasını bildiğimizi
iddia edemeyiz.
Doğayı,
hayvanları okumak çok zor. İnsanları okumak çok daha zor.
İnsanları
doğrudan okumak mümkün olmasa da onları söz ve davranışlarına göre, yaptıklarına
ve verdikleri eserlere göre değerlendirmeye çalışırız. Bu değerlendirmeler
sübjektif olur tabi. İnsan kendini bile tanıyamamıştır, nerde kaldı başkasını
okuyabilsin.
Doğayı
okumak hayvanları okumak kavramları da çok iddialı. Okumak kelimesi yerine
gözlem kelimesini kullansak daha iyi olur belki. O zaman az çok gözlem
yapabildiğimizi söyleyebiliriz.
Böylesine
bir giriş beklentileri artırır mı bilmem. Peşinen belirtelim ki gözlemimi
yazacak değilim. Zaten gözlem de odaklanmayı gerektirir. Biz odaklanmıyoruz;
aksine hızlanıyoruz.
Birkaç
gündür ilçeye, fizik tedavisi görmek için iniyorum. Tabii, yaya gidiyorum.
Doktorlar yürüyüş, yürüyüş diyorlardı ya işte yürüyüş 25 dakikada iniş,
tedaviden sonra 30 dakikada dönüş. Bu gidiş gelişlerde gözlem yapılabilir mi? Olsa
olsa trekking yapılabilir. (Ne yazık ki bu kelimede yerleşti dilimize.)
5-6
gün önce bir köşe yazarı (Onur Baştürk, Hürriyet) “Mevzular Arasında Trekking”
başlıklı bir yazı yazmıştı. Ben de sadece fiziki olarak değil, kafamın içinde
de mevzular arasında trekking yapıyorum. Ama ne trekking. Yediden yetmişine
kadınından erkeğine, fakirinden zenginine birçok insan görüyorum. Şairin (Nazım
Hikmet’in) “Memleketimden İnsan Manzaraları” eseri aklıma geliyor. Aynı
kelimeleri kullanmak doğru olmaz belki; ama gerçek bu, “görülesi insan
manzaraları.” Marifet bu tabloyu yapabilmekte. Ne var ki transit geçerken
manzara da çizilmez ki. Durağan manzara çizilebilir; ama hareketli manzara…
Caddelerden, ara sokaklardan akışım ilginç oluyor; ama asıl ilginçlik beynimde
oluyor. Gördüklerim, hatırladıklarım, düşüncelerim ve hayallerim öyle
harmanlanıyor ki…
Sizin
algılamanızda da bir hareket mi başladı?
Hareketi
bir an için durdurmaya çalışalım. Duralım bir evin önünde. Ben her gidiş
gelişte bir nefeslik dururum bu evin önünde. Dikkat çekmemek için fazla durmam.
Bu bir nefeslik gözlemimi yazmaya çalışayım:
Evin
önündeyim; ama evi gördüğüm yok. Sadece bahçedeki su tulumbasını görüyorum.
Bayağı tulumba. Kuyudan emme basma
düzeneği ile su çekilen tulumba.
Aslında
tulumbaların bir birinden farkı pek yok. Fark benin anılarımdaki tulumbada:
Sene
1960, Aylardan Temmuz. Trabzon’daki dedemin yanından ikamet ettiğimiz Bursa’ya
giderken Samsun’daki teyzemlere de uğradım. Samsun’da birkaç gün kaldım. Bir
ara, Teyzemin kızıyla evin arka bahçesindeki tulumbanın yanına su çekmek için
gittik.
Ben
su çekmesini beceremiyordum. Islandık, sırılsıklam olduk. Bu andan 3 sene sonra
nişanlandık. Bir sene sonra da evlendik… Bu konuyu geçiyorum. Aslında kuyuda su
biter; fakat anılar bitmez. Anı dinleyecek halimiz yok ya.
Biz
yine tulumbaya göz atalım. Objektif olarak bakalım. Yani canlandırdığı anılar,
çağrıştırdığı hayalleri bırakalım. Eskiden kelimelerle resim çizmek derlerdi.
Şimdi kamera var ya zahmete gerek kalmıyor. Kameramız olmadığına göre şöyle bir
iki çizgi çizelim. Oda büyüklüğünde bir üzüm çardağının altında kırmızı renkli
tulumba. Yakın zemin beton. Suyun döküldüğü yerde akıntı yerleri var. Yani
çevre fazla ıslanmıyor. Çardaktı, üzüm asmasıydı, kullanılan tahtalar ve
çıtalardı diye uzatmanın anlamı yok. Nasıl yok. Benim için anlamı yok; ama
hayalleri tetiklenenler için her şeyin anlamı var…
Bir
an durup aklımıza geleni söyleyelim:
Biz
çok boyutlu görüyoruz: Canlanan anılar, şimdiki durum ve tetiklenen hayaller.
Ayrıca sarmaşıklaşan düşünce ve duygular…
Tulumba
ile ilgili sizlerin de anıları, hayalleri vardır kuşkusuz. Bir ara bunları
erteleyip yine okumaya devam edelim: Tulumbanın ön kısmında iki taş var. Taşlar
arasında kül var, kömür var. Belli ki ateş yakılmış. Ne pişirildi acaba? Mısır
pişirilmiş olmasın. Tulumbanın arka kısmındaki bahçede karalahanaları da
görüyorum.
Karalahanadan
başka bir sebze görmüyor gözlerim.
Mısırın,
karalahananın sadece bende değil tüm Karadenizlilerde hatırlatacakları mutlaka
vardı. Benim ek olarak dikkatimi çeken dışarıdaki iki taş arasındaki kömürler
ve kül oldu. Çocukken komşu çocuklarıyla evcilik oynarken yaktığımız ateşi,
ateşleri canlandırdım.
Bayağı
da ısındım. Teyzemin kızıyla ıslanışımı geçtim, anılardaki bu ateşi, bu
sıcaklığı da geçelim.
Fazla
bencil davrandım değil mi? Kendi anılarımdan söz edeceğime bu çardak altında
kimler oturmuş, kimler tulumbadan su çekmiş, ya da ıslanmış falan filan diye
kurgu yapsak daha mı iyi olurdu.
Biliyor
musunuz insan düşündüğünü uygulayamıyor. Bu tulumba hakkında böyle şeyler
yazmak yerine bu tulumbayı yapan kişiyle konuşmak gerekirdi. Benim
gözlemlerimden, sizin hayallerinizden daha önemlisi bu tulumbayı yapan kişinin
duygu ve düşünceleriydi.
Eskiden
tulumba zorunlu olarak kullanılıyordu. Bugün zorunluluk olmadığına göre zevk
için kullanılıyor. Bu tulumbayı kuran zevk sahibini görmek isterdim. Kendisini
görmedim; ama zevklerinin tıpa tıp bana benzediğini söyleyebilirim. Adamın
genel olarak zevkleri bizi ilgilendirmiyor; tulumba ile ilgili gözlemleri ve
duygularını bilsek…
Sabahattin GENCAL,
Yuvacık, 10. 10. 2011
__________________
* Gencal, Sabahattin;
Dünya Labirentinde Ben / Biz; Cinius Yay., sayfa: 297, 2018
https://cinius.shop/product/dunya-labirentinde-ben-biz/