Dilin Doğuşu
Kavimlerin, milletlerin ayrı ayrı
dillerinin olması, düşünce tarzlarının, kulaklarının ve hançerelerinin, zevk ve
eğilimlerinin ayrılığındandır. Her millet, kâinatı kendisine göre seslendirmiş,
aynı eşyaya ayrı seslerle karşılık bulmuştur.
Dili meydana getiren gizli
anlaşmaların ne zaman ve nasıl olduğu bilinmemektedir.
Dilin doğuşunda, kelimelerin ilk
oluşumunda, doğadaki sesleri taklit etmenin önemli bir yeri olduğu
sanılmaktadır. Bugün her dilde ses taklidinden doğdukları açık olan bazı
kelimelerin bulunması da bu düşünceyi güçlendirmektedir.
Dillerin Doğuşu
Dillerin doğuşuyla ilgili birçok teori vardır:
1) Tanrısal Teori: Allah Adem'i yaratmıştır ve Adem'in seslendirdiği her canlının ismi o olmuştur. Birçok dinde insanların lisanları ile yaratıldıkları inancı vardır. Teoriye göre insan denilen varlık tek bir atadan gelmişse, insanla birlikte gelişen dil de tek bir kökenden gelmiş olmalıdır
2) Yansıma Teorisi: İlk insanlar, çevrelerindeki sesleri taklit ederek ilkel dilleri oluşturmuşlardır. Modern bütün dillerde doğal ses yansımalarına karşılık gelen kelimeler bulunmaktadır. Bu da yansıma teorisini desteklemektedir. Türkçede vızıltı, mırıltı, fısıltı, gürültü, çatırtı, patırtı, havlama, horlama... gibi kelimeler yansıma kelimelerdir. Buna rağmen somut olmayan, ses olgusuna sahip olmayan kelimelerin oluşumunu bu teori ile açıklamak zordur.
3) Ünlemler Teorisi: İlk insanlar, korkularını, acılarını, sevinçlerini, ruh hâllerini dışa vuran sesler oluşturmuşlar, böylece dil oluşmuştur.
4) Birlikte İş Teorisi: İlk insanlar, işleri birlikte yapmaya başlamışlar, birlikte tempo oluşturmuşlardır.
KAYNAKÇA
Prof. Dr. Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, Bayrak Basım, İstanbul, 2008, s. 3 Konuşma Dili, Yazı Dili
Dilin Bilimsel Tanımı [1]
Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, Atatürk Döneminde Türkçe ve Türk Dil Kurumu Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Merkezi
http://www.turkcede.org/turk-dili/775-dillerin-dogusu.html
*
https://www.google.com.tr/search?
Ek Okuma
Dillerin Doğuşu / Ortaya Çıkması
Dilbilimle, dil konusuyla ilgili olalım olmayalım, hemen
hepimiz zaman zaman kendi kendimize “Acaba dil nasıl doğmuştur, dünyada en eski
dil hangisidir?” diye sormuşuzdur. Çok eskiden beri, pek çok kimsenin zihnini
kurcalayan ve günümüze gelinceye kadar birçok araştırıcının üzerinde çaba
harcadığı dilin doğuşu sorununun değişik yönleri, aydınlatılması gereken
noktalan vardır:
— Acaba konuşan ilk insan ne zaman yaşamıştır; insan dilinin
tarihi nereye kadar götürülebilir?
— tik konuşmalar ne biçimde gerçekleşmiş, anlaşma nasıl bir
dille sağlanmıştır?
— Diller tek bir kaynaktan mı, yoksa başka başka
kaynaklardan mı türemiştir?… gibi.
Birbirleriyle yakından ilgili bu sorunların, bugün de
kesinlikle aydınlatılabildiğini söyleyecek durumda değiliz. Ancak bugüne değin
birtakım ilerlemeler olmuş, ilgi çekici yargılara varılmış, varsayımlar ileri
sürülmüştür. Biz, bütün bunların aydınlatabildikleri noktaları, kabul
edilebilecek yönlerini belirteceğiz.
Şurasını özellikle belli etmek gereklidir ki, konumuzun
kesinlikle açıklığa kavuşmasını güçleştiren, hatta bunu zaman zaman olanak dışı
bir duruma getiren gerçeklerden biri, yazıma ve elimizdeki en eski yazılı orhun
yazıtları belgelerin, çok yeni bir evreye ait olması, insanlık tarihinin ancak
çok yakın bir evresini aydınlatabilecek durumda bulunmasıdır, örneğin en eski
belgeler sayılan, Sümercenin yazılı metinleri, bundan ancak 5500 yıl öncesine
kadar uzanmakta, Türkçenin en eski ürünleri –bir çok dilden daha eski
olmalarına karşın– ancak M.S. VII.-VIII. yüzyıla kadar gitmektedir. Halbuki
yapılan en son araştırmalar, ilk insanların bundan 1 milyon yıl kadar önce
yaşadıklarını ortaya koymaktadır.
Burada belirtilmesi gereken bir konu dilin doğuşu sorununun
insanbilim ve ruhbilim alanındaki araştırmaların sonuçlarından yararlanmakta
olduğu, daha çok bu bilim dallarının yardımıyla aydınlatılabileceğidir.
Dilbilim uzmanlarının, karşılaşılan güçlükler yüzünden, uzun yıllardan beri
ilgilenmemeye başladıkları, bir yana bıraktıkları dilin doğuşu sorunu, son yıllarda
insanbilim ve ruhbilimin verilerinden faydalanılarak yeniden ele alınmaktadır.
Bu arala, çocuk dili üzerindeki araştırmalar da dilin doğuşunu aydınlatmaya
yarayacak ipuçları vermektedir. Bu konuyu aşağıda yer vereceğiz.
Ünlü Fransız dil bilgini J. YENDRYES, Le Langage adlı
kitabında (s. 6 ve ötesi) dilin doğuşu konusunda yapılan bazı gereksiz
tartışmalara değindikten sonra dil (langue) ve söz (parole) arasındaki farkı
belirtmekte, sözün doğuşu konusunun insanbilim alanını ilgilendirdiğini,
dilbilim, dili ancak yakın evrelerde ele alabildiği için insanbilimcilerle
birlikte çalışılması gerektiğini ileri sürmekteydi.
Gerçekten, ilk konuşmaların nasıl gerçekleştiği, anlaşmanın
nasıl bir dille sağlandığı, dilin nasıl doğduğu, tek bir kaynaktan mı, yoksa başka
kaynaklardan mı çıktığı sorunları üzerinde günümüze değin yerli yersiz pek çok
tartışma yapılmış, birçok varsayımlar ileri sürülmüştür.
Dünyada konuşulan ilk dilin hangisi olduğunu kestirmek için
deneyler de yapılmıştır. Ünlü tarihçi HERODOT’un heredot, viki kaydettiğine
göre, İ.Ö. VII. yüzyılda Mısır hükümdarı Psammetik, yeni doğmuş iki çocuğu,
yanlarında hiçbir söz söyletmeden büyüttürmüş, 2 yıl sonra çocukların ilk
sözcüğü duyulmuştur: bekos. Araştırılınca, bu sözcüğün Frigya dilinde ‘ekmek’
anlamına geldiği bulunmuştur”‘. Buna benzer deneyler başkalarınca da
yapılmıştır”1′. Kutsal kitaplarda da, nesnelerin adlandırılışıyla ilgili,
çeşitli pasajlar vardır.
Psammetik’in yaptığı deney gibi deneylerin gerçeği meydana
çıkarmakta yararlı olamayacağı ortadadır. Zaten bugünkü bilgilerimize göre,
hiçbir söz duymamış bir çocuğun konuşmasına olanak yoktur. Bu gibi efsaneler
bize ancak konunun çok eskiden beri insanların ilgisini çektiğini
göstermektedir. Yakın yüzyıllara kadar birçok bilgin de en eski dilin ibranca
olduğunu kabul etmiştir ki, bunu da benimseyenleyiz.
Dilin doğuşunu aydınlatmaya çalışan çeşitli varsayım ve
görüşlere buıada kısaca değinmek istiyoruz:
Yansımaları Temel Alan Görüş
Hangi dili ele alırsak alalım, doğadaki sesleri yansıtmaya,
taklit etmeye yönelen öğelere rastlarız. Bu öğeler insan ve ses bağır mal
arıyla kükreme, havlama gibi hayvan seslerini yansıttıkları gibi, ses çıkaran
her türlü varlığın seslerini vermeye de yönelirler. Türkçemizdeki miyavlamak,
havlamak, böğürmek, kükremek, gıdıklamak, melemek… gibi hayvan seslerini
gösteren eylemlere eğilirsek bunların temelde belli seslerin taklidine
dayandığı, sonradan dilin belli kalıplarına dökülerek eylemleştiğini görürüz.
Üflemek, holdamak, horlamak, inlemek gibi, insan seslerini gösteren eylemlerde
de durum aynıdır. Sözvarlığı içindeki öteki öğelerden birçoğu da yine bir belli
sesin betimlenmesinden ortaya çıkmıştır: takır tukur, takırtı, çatırtı,
şırıldamak, şarıldamak, gümbürdemek, gümbürtü, çatır çutur (farklarına dikkat
ediniz) öğeleri bunlann yalmzca birkaç örneğidir.
Dillerin ortaya çıkması Latince tintinnare ya da tintinnere
eylemi Türkçede tınlamak ya da ses vermek biçiminde karşılanabilir. Arapçada
“tani:n” (tınlama), “tanna:n” (tınlayan) demektir. Türkçede kedi için
kullanılan miyavlamak eyleminin başka dillerdeki, karşılıkları (örneğin Alm.
miauen, Fr. miauler) göz önünde bulundurulursa konunun bütün dillerde görülen
ortak bir eğilimin, özelliğin belirtisi olduğu ortaya çıkar. Buna yansıma
(onomatopee onomatopoeia, Onomatopöie) adım veriyoruz. XIX. yüzyıhn sonlarıyla
XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkan yansıma varsayımı, işte bu olayın insan
dilinin doğuşunu aydınlattığını benimsemekte, dil öğelerinin yansımalardan
oluştuğunu kabul etmektedir.
Alman dilcisi W. OEHL’ün aralarında bulunduğu kimi bilginler, dilin doğuşunu bu tür sözcükleıe dayatırken bunların her dilde sözvarlığının ancak küçük bir bölümünü oluşturduğunu göz önünde bulundurmamışlardır. örneğin Türkçede bu türden öğelerin sayısı, olsa olsa birkaç yüz kadardır. Dildeki öteki öğelerin varlığı bu durumda nasıl açıklanabilir? Öte yandan dilin sözcüklerinin genellikle birer soyutlama ürünü olduklarını, nesneyle sözcük arasında ses açısından bir uygunluk bulunmadığını da gözden uzak tutmamalıdır.
Alman dilcisi W. OEHL’ün aralarında bulunduğu kimi bilginler, dilin doğuşunu bu tür sözcükleıe dayatırken bunların her dilde sözvarlığının ancak küçük bir bölümünü oluşturduğunu göz önünde bulundurmamışlardır. örneğin Türkçede bu türden öğelerin sayısı, olsa olsa birkaç yüz kadardır. Dildeki öteki öğelerin varlığı bu durumda nasıl açıklanabilir? Öte yandan dilin sözcüklerinin genellikle birer soyutlama ürünü olduklarını, nesneyle sözcük arasında ses açısından bir uygunluk bulunmadığını da gözden uzak tutmamalıdır.
Ünlemleri Temel Alan Görüş
Kimi bilginler de dilin doğuşunu ünlemlere dayatmış,
insanların çeşitli olaylar karşısında ruh ve bedenle ilgili duygularının
etkisiyle çıkardıkları ünlemlerin sonradan sözcüklere dönüştüğünü,
çeşitli kavranılan karşıladığını ileri sürmüşlerdir. Tıpkı yansıma sözcükler
gibi, ünlemlerin de her dilin sözvarlığında yerleşmeleri olağandır, örneğin
dilimizdeki oflamak, inlemek gibi eylemleri bu türden sayabiliriz. Ancak bu
öğelerin sayısının çok az obuası, dilin doğuşunu bunlara bağlanmanın da yerinde
olmadığına tanıktır.
İş Kuramı
Yine XIX. yüzyılın sonlarında kimi bilginler, dilin
doğuşunda ortak çalışma, birlikte iş yapmanın etkili olduğu görüşünü
benimsemişlerdir. Bunlardan örneğin L. NOIRE, insanda düşünce ve konuşma
yeteneğini uyandıran genel etkenin ortak çalışma olduğunu ileri sürüyor, yapılan
ilk işlerin katmak olduğunu, ilk insan seslerinin bununla ilgili bulunduğunu
varsayıyordu.
Bizce, insanların toplu halde iş görürken, yapılan işi
kolaylaştırmak üzere birtakım ritmik sesler çıkardıkları bir gerçektir (örn.
ağır bir kütüğü ya da boruyu bir yere çekerken, ağır bir aracı iterken
çıkarılan hây-kop gibi sesler), ilkel kavimlerde iş yapılırken ritmik seslerin
çıkarıldığı, basit şarkıların söylendiği de görülen bir olaydır. Ancak iş
yapılırken çıkan sesler gibi, bu seslerin de dilin kaynağım oluşturduğunu kabul
etmek kolay değildir. Herhangi bir iş yaparken çıkan sesin neye ait olduğu da
(örneğin taş kırılırken çıkan ses taşa mı, çekice mi ait olacak, hangisinin adı
sayılacaktır?) düşünülmesi gereken bir noktadır.
Dilin kökeni konusunda daha birçok varsayımlar, görüşler
vardır. Bunlar arasında, dille müziğin aynı kaynaktan çıktığını ileri
sürenlere, sözcüklerin sesleriyle anlamları arasında ilişki bulunduğu görüşünü
benimseyenlere de rastlanır.
Völkerpsychologie
adlı büyük yapıtının ilk cildini (Stuttgart, 1921) dil konusuna ayıran
tanınmış Alman bilgini Wilhelnı WUNDT’un wundtkuramı ve kimi bilginlerin
sonradan ona eklenen katkıları, dilin doğuşu sorununun kimi noktalarının
aydınlatılmasını sağlayan yargılara varılmasına yol açmıştır. Wundt, ruhbilimin
verilerinden yararlanmakta, jest dilini derinlemesine incelemekte, dil
seslerini, hayvanlar arasındaki canlı sesler, çocuktaki dil sesleri, dildeki
doğa sesleri ve yansımalar açısından ele aldıktan sonra söyleyiş denen şeyi,
ağzın içini de kapsayan geniş anlamda bir mimik hareketi olarak kabul
etmektedir. Dil seslerinin ilk aşaması, bilgine göre, ses aygıtının meydana
getirdiği fiziksel ve ruhsal anlamlılık taşıyan hayvansal ses belirtilerinden
oluşmuştur. Bu belirtiler önce içgüdüsel iken daha sonra, zaman zaman bilinçli
olarak kullanılan anlatım aracı olmuşlardır. Bağırma durumundaki ilk sesler,
sonradan perdeli sese dönüşmüştür. Wundt, çocuğun dili öğrenmeye başlarken ilk
aşamada çıkardığı, hayvan seslerine benzeyen bağırmalara dikkati çekmektedir.
Wundt’un görüşüne yaklaşan ya da katılan bilginler çoktur.
J. VENDRYES’e göre de insan, başlangıçta doğal refleksler biçiminde bazı sesler
çıkarmış, bunları, belirtme değerlerini farkederek sonradan bilinçli olarak
kullanmıştır.
Philosopkie der symbolisclıen Formen adlı (Berlin, 1923)
ünlü kitabın yazan Enis t CASSIRER de dilin bugünkü duruma gelinceye kadar üç
anlatım basamağından geçtiğini kabul etmektedir; Mimik, analojik anlatım,
sembolik anlatım (I. cilt, s. 137). tik aşamada çıkarılan sesler, duygulan
yansıtır. İkinci evrede, öncekilere benzetilerek yeni işaretler meydana
getirilir; üçüncüsünde, sembolik anlatımda kavramlar, sembollerle
anlatılmaktadır (bugünkü dillerde olduğu gibi).
Bu kuram ve görüşlerden her birinin hiç değilse birer parça
gerçek payı taşıdığı kuşkusuzdur: Her ne kadar, dilde ses taklidi öğelerin
sayısı fazla değilse de söz varlığının bir bölümünün bu yolla meydana geldiği,
herkesçe benimsenen bir gerçektir. Buna –küçük sayıda olmakla birlikte–
ünlemlere dayanan öğeleri de katabiliriz. Ancak, söz varlığının geri kalan
bölümleri, nesneyle, gösterdikleri şeyle aralarında ses yönünden hiç bir
bağlantı bulunmayan, bir uzlaşma, uyuşma ürünü olan öğelerden kurulur. Dilin
doğuşu bir bakıma, sözcüklerin doğuşu demek olduğundan, bu konu üzerinde
Anlambilim bölümünün Sözcük bahsinde (III. cilt) ayrıca duracağız.
Dilin doğuşu konusuna son yıllarda yeniden ilgi duyulmakta
oluşunda, insanbilim ve ruhbilim alanında yeni ilerlemeler kaydedilmiş
olmasının etkisi vardır. Çocuk dili üzerindeki araştırmalar da sorunun
aydınlatılmasında yardımcı olacak niteliktedir. Bugün çocuğun anadilini
öğrenişi ruhbilimci ve dilcilerce ayrıntılı deneylere dayanılarak
aydınlatılmaya çalışılmaktadır.
Roman JAKOBSON‘un çocuk dilini, sözyitimi ve ses yasalarım inceleyen yapıtından sonra bu konuyla ilgili yayımlar artmış, özellikle çocuğun anadilini kazanışı üzerinde pek çok çalışma yayımlanmıştır. Yeni doğmuş çocukların ilk aylardan başlayarak çıkardıkları seslerin saptanarak incelenmesine, kurdukları ilk tümcelerin niteliklerinin belirlenmesine ve söz varlığının çocuklarca öğrenilmesine değgin çalışmalar dikkati çekmektedir.
Roman JAKOBSON‘un çocuk dilini, sözyitimi ve ses yasalarım inceleyen yapıtından sonra bu konuyla ilgili yayımlar artmış, özellikle çocuğun anadilini kazanışı üzerinde pek çok çalışma yayımlanmıştır. Yeni doğmuş çocukların ilk aylardan başlayarak çıkardıkları seslerin saptanarak incelenmesine, kurdukları ilk tümcelerin niteliklerinin belirlenmesine ve söz varlığının çocuklarca öğrenilmesine değgin çalışmalar dikkati çekmektedir.
Gerçekten, dilin doğusuyla çocuğun ilk sesleri, ilk sözleri
ve bu sözlerin anlattığı kavramlar arasında bir koşutluk olmalıdır. Daha Wundt’un
çalışmasında belirtildiği gibi, konuşmaya başlamadan önce çocukta birtakım
bağırmalara rastlanır’. Bilginin “hayvan seslerine benzer bağırmalar” olarak
nitelendirdiği bu sesler her halde konuşan ilk insanların yıldırım, vahşi
hayvan saldırısı ve duyulan acılar karşısında çıkardıkları sesler gibi
içgüdüseldir; zamanla başka insanlar önünde yinelendikçe belli kavramların
temsilcisi durumuna gelebilirler. Böylece, zamanla sözcüklere dönüşen sesler ve
ses birleşimleri bir toplumun anlaşma aracı, bir toplumun dili durumuna gelmiş
olmalıdırlar.
Tarih öncesinin insanları, insan toplulukları arasındaki
ilişkilerin ve ulaşım olanakların sınırlılığı da kanımızca bir dilin yerleşmesi
ve yayılmasına olanak verecek durumda değildir. Bu yüzden, dillerin bir
kaynaktan çıkmış obuası akla yakın bir görüş olmayacaktır. Ama bütün bu
sorunların aydınlanması, doğaldır ki, insanlık tarihinin en eski evrelerinin
aydınlatılabilmesine bağlıdır.
http://www.cokbilgi.com/yazi/dillerin-dogusu-ortaya-cikmasi/
*
Fatih BAĞCIOĞLU
Filolojiye, dil mevzuuna alâka duysun veya duymasın her insanın aklına zaman zaman "Dil acaba nasıl doğmuştur, dünyada en eski dil hangisidir?" soruları takılmıştır. Yine hemen hemen her insan "Diller tek bir kaynaktan mı, yoksa başka başka kaynaklardan mı gelişmiştir? " sorusuna cevap aramıştır ve bu mevzu filolojinin de (dilbilim) temel meselelerinden biri olmuş, yıllardan beri bir çok filolog bu sorulara cevap bulmaya çalışmıştır.
Son senelerde bu mevzuda yapılan en enteresan araştırmalardan biri Richard Fester'in yaptığı çalışmadır. Karl-Heinz Farni'nin Almanca P.M. Dergisinde yazdığı uzun makalede Fester'in bu ilgi çekici çalışmaları anlatılmaktadır.
Richard Fester 25 senedir 200 muhtelif dünya dili üzerinde incelemeler yapmış ve bu dillerdeki ortak kelimeleri tesbit etmeye çalışmıştır. Bu çalışmada kendisine 30 filolog yardımcı olmuştur. Fester ve arkadaşlarının modern filolojinin metodlarına uygun olarak yaptığı incelemeler, birbirleriyle ilgisi yokmuş gibi görünen muhtelif dillerin (*), müşterek tarafları olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.
Bu çalışmalarda Fester'in bilhassa kelimeler arasındaki ses benzerlikleri dikkatini çekti. İlk olarak coğrafik isimleri ele aldı. Bunun neticesinde diller arasında inşanı şaşırtan bir benzerlik meydana çıkıyordu: Federal Almanya'da Ren nehri vardı. Fransa'da Rhone, Garonne ve Roanne, İtalya'da Reno, Norveç'te Rena, İsveç'te ise Ronne nehri bulunuyordu. Burada isimlerden başka bir müşterek taraf ta bunların hepsinin akarsu oluşudur. Verilen misâllerin tamamının Hint-Avrupa dilleri ailesine ait olduğu düşüncesi ileri sürülebilir. Fakat yapılan araştırmalar, Hint-Avrupa dilleri ailesine girmeyen dillerde de buna benzer isimlerin olduğu gerçeğini ortaya koydu. Meselâ, Amerika'da Washington yakınlarında bir nehrin ismi Kızılderili dilinde Raanoke'dir. Buradaki Mepucha yerlileri "çağıldamak, akmak" kelimesini rinun ile karşılamaktadırlar. Bu kelime Almanca'da rinnen'dir. Binlerce kilometre uzaklıkta Hindistan'da buna rina, Tibet'te ran, Japonya'da ryu Afrika'da baharini denmektedir.
Richard Fester'in tesbitlerine göre Japonlar, Amerika yerlileri ve Afrikalılar birbirleriyle münasebet kurmayan topluluklardır. Fakat bu kavimler nehri ve onunla alâkalı "akmak, çağıldamak" kelimesini aynı şekilde ifade etmektedirler.
Fester'e göre genç kadını ifade eden kelime ise bu mevzuda ayrı bir delildir. İskoçya'da genç kadına cwen denmektedir. Kuzey Germenler'de Kwinn, İngilizce'de queen, Ortaçağ Almanya’sında ise kvenne denirdi. Grekçe'de kadın gyne kelimesiyle anlatılır. Indo-Germen dil gruplarına girmeyen Baskca'da Gune ve Norveç dilinde Kuna kelimesiyle ifade edilir. Asıl şaşırtıcı olan Peru'daki Inkalar'da kadın Kuna, Avustralya'da 40.000 seneden beri yasayan yerlilerin dilinde Guna diye adlandırılır.
Fester "yuvarlaklığı" ifade eden Kail kelimesi üzerinde de durarak birçok dünya dilinde bu kelimenin de ortak olduğunu ispatlamıştır. İspanyolca'da Callao yuvarlak demektir. İbranice'de gal'gal tekerlek mânâsına gelir. Tibet dilinde Kyal yuvarlaklığı karsılar.
Ayrıca birinci teklik şahıs zamiri (ben) Almanca'da leh, İngilizce'de I, Latince'de ego, Avustralya dilinde ygo, Arapçada “ene”dir. Yine Latince tintinnare veya tintinnere fiili Türkce'de tınlamak veya ses vermek şeklinde karşılanır. Arapçada ise tanin tınlama, tannan tınlayan demekdir.
Bu birbirleriyle hiç bir münasebeti olmayan muhtelif dillerin bazı nesneleri ifade etmekteki paralelliği, bir çok araştırmacıyı şaşırtmaktadır. Bugün filologların bir kısmına göre bütün dünya dillerinin hepsi aynı kaynaktan, bir tek dilden ayrılmış, ortaya çıkmıştır. Yani bütün dünya dillerinin menşei birdir.
İşte Richard Fester bugünkü ve yok olmuş bütün dillerin hepsinin tek bir dilden geldiği görüsüne katılmakta ve yaptığı araştırmalar, verdiği misâllerle bunu ispatlamaktadır. O zaman da zaruri olarak müşterek orjin, yani bütün insanların aynı anne babanın çocukları olduğu fikri akla gelmektedir. Böyle, orjin i (menşei) bir olan ve hiç bir nakil vasıtasına sahip olmayan o zamanki insanların bütün yeryüzüne nasıl yayıldığı sorusuna Richard Fester, zaman ağırlığıyla ikna edici bir cevap vermektedir. Ona göre devamlı büyüyen ve lisanı ile üstün bir grup, her nesilde sadece 3 km. uzaklaşsa 100 000 sene sonra bulunduğu yerden 10 000 km. uzaklaşmış olur. Böylece zaten dünyanın yarısı iskan edilmiş olur.
Fester sonunda "Lisan insanın kendisi kadar eskidir." hükmünü veriyor ve onun bu araştırmaları en tanınmış filologları bile düşündürüyor. Zaten Yüce Beyan'da öyle demiyor mu: "Siz aynı anne babanın çocuklarısınız. "
______________
(*) Filoloji (Dil ilmi), yeryüzündeki dilleri menşe bakımından başlıca dört büyük âilede toplar:
1— Hint-Avrupa Dilleri Ailesi: Bu ailenin iki büyük kolu vardır. I. Avrupa Kolu; Avrupa kolu da kendi içinde üç kola ayrılır, a. Germen Kolu (Almanca, İngilizce, Flemenkçe), b. Romen Kolu (Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Romence), c. İslav Kolu (Rusça, Sırpça, Bulgarca), II. Asya Kolu (Farça ve Hindistanda konuşulan diller).
2— Sami Dilleri Ailesi (Arapça, Akatça, İbranice).
3— Bantu Dilleri Ailesi (Güney ve Orta Afrika dilleri).
4— Çin - Tibet Dilleri Ailesi (Çince, Tibetçe ve Uzak - Doğu dilleri).
Bunun dışında Amerika'daki Avustralya'daki diller bu aileler dışında; aileden küçük dil gruplarını meydana getirirler.
Türkçe ise, Macarca, Fince, Moğolca ile birlikte Ural - Altay dilleri grubuna girer.
Dillerin Doğuşu
Filolojiye, dil mevzuuna alâka duysun veya duymasın her insanın aklına zaman zaman "Dil acaba nasıl doğmuştur, dünyada en eski dil hangisidir?" soruları takılmıştır. Yine hemen hemen her insan "Diller tek bir kaynaktan mı, yoksa başka başka kaynaklardan mı gelişmiştir? " sorusuna cevap aramıştır ve bu mevzu filolojinin de (dilbilim) temel meselelerinden biri olmuş, yıllardan beri bir çok filolog bu sorulara cevap bulmaya çalışmıştır.
Son senelerde bu mevzuda yapılan en enteresan araştırmalardan biri Richard Fester'in yaptığı çalışmadır. Karl-Heinz Farni'nin Almanca P.M. Dergisinde yazdığı uzun makalede Fester'in bu ilgi çekici çalışmaları anlatılmaktadır.
Richard Fester 25 senedir 200 muhtelif dünya dili üzerinde incelemeler yapmış ve bu dillerdeki ortak kelimeleri tesbit etmeye çalışmıştır. Bu çalışmada kendisine 30 filolog yardımcı olmuştur. Fester ve arkadaşlarının modern filolojinin metodlarına uygun olarak yaptığı incelemeler, birbirleriyle ilgisi yokmuş gibi görünen muhtelif dillerin (*), müşterek tarafları olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.
Bu çalışmalarda Fester'in bilhassa kelimeler arasındaki ses benzerlikleri dikkatini çekti. İlk olarak coğrafik isimleri ele aldı. Bunun neticesinde diller arasında inşanı şaşırtan bir benzerlik meydana çıkıyordu: Federal Almanya'da Ren nehri vardı. Fransa'da Rhone, Garonne ve Roanne, İtalya'da Reno, Norveç'te Rena, İsveç'te ise Ronne nehri bulunuyordu. Burada isimlerden başka bir müşterek taraf ta bunların hepsinin akarsu oluşudur. Verilen misâllerin tamamının Hint-Avrupa dilleri ailesine ait olduğu düşüncesi ileri sürülebilir. Fakat yapılan araştırmalar, Hint-Avrupa dilleri ailesine girmeyen dillerde de buna benzer isimlerin olduğu gerçeğini ortaya koydu. Meselâ, Amerika'da Washington yakınlarında bir nehrin ismi Kızılderili dilinde Raanoke'dir. Buradaki Mepucha yerlileri "çağıldamak, akmak" kelimesini rinun ile karşılamaktadırlar. Bu kelime Almanca'da rinnen'dir. Binlerce kilometre uzaklıkta Hindistan'da buna rina, Tibet'te ran, Japonya'da ryu Afrika'da baharini denmektedir.
Richard Fester'in tesbitlerine göre Japonlar, Amerika yerlileri ve Afrikalılar birbirleriyle münasebet kurmayan topluluklardır. Fakat bu kavimler nehri ve onunla alâkalı "akmak, çağıldamak" kelimesini aynı şekilde ifade etmektedirler.
Fester'e göre genç kadını ifade eden kelime ise bu mevzuda ayrı bir delildir. İskoçya'da genç kadına cwen denmektedir. Kuzey Germenler'de Kwinn, İngilizce'de queen, Ortaçağ Almanya’sında ise kvenne denirdi. Grekçe'de kadın gyne kelimesiyle anlatılır. Indo-Germen dil gruplarına girmeyen Baskca'da Gune ve Norveç dilinde Kuna kelimesiyle ifade edilir. Asıl şaşırtıcı olan Peru'daki Inkalar'da kadın Kuna, Avustralya'da 40.000 seneden beri yasayan yerlilerin dilinde Guna diye adlandırılır.
Fester "yuvarlaklığı" ifade eden Kail kelimesi üzerinde de durarak birçok dünya dilinde bu kelimenin de ortak olduğunu ispatlamıştır. İspanyolca'da Callao yuvarlak demektir. İbranice'de gal'gal tekerlek mânâsına gelir. Tibet dilinde Kyal yuvarlaklığı karsılar.
Ayrıca birinci teklik şahıs zamiri (ben) Almanca'da leh, İngilizce'de I, Latince'de ego, Avustralya dilinde ygo, Arapçada “ene”dir. Yine Latince tintinnare veya tintinnere fiili Türkce'de tınlamak veya ses vermek şeklinde karşılanır. Arapçada ise tanin tınlama, tannan tınlayan demekdir.
Bu birbirleriyle hiç bir münasebeti olmayan muhtelif dillerin bazı nesneleri ifade etmekteki paralelliği, bir çok araştırmacıyı şaşırtmaktadır. Bugün filologların bir kısmına göre bütün dünya dillerinin hepsi aynı kaynaktan, bir tek dilden ayrılmış, ortaya çıkmıştır. Yani bütün dünya dillerinin menşei birdir.
İşte Richard Fester bugünkü ve yok olmuş bütün dillerin hepsinin tek bir dilden geldiği görüsüne katılmakta ve yaptığı araştırmalar, verdiği misâllerle bunu ispatlamaktadır. O zaman da zaruri olarak müşterek orjin, yani bütün insanların aynı anne babanın çocukları olduğu fikri akla gelmektedir. Böyle, orjin i (menşei) bir olan ve hiç bir nakil vasıtasına sahip olmayan o zamanki insanların bütün yeryüzüne nasıl yayıldığı sorusuna Richard Fester, zaman ağırlığıyla ikna edici bir cevap vermektedir. Ona göre devamlı büyüyen ve lisanı ile üstün bir grup, her nesilde sadece 3 km. uzaklaşsa 100 000 sene sonra bulunduğu yerden 10 000 km. uzaklaşmış olur. Böylece zaten dünyanın yarısı iskan edilmiş olur.
Fester sonunda "Lisan insanın kendisi kadar eskidir." hükmünü veriyor ve onun bu araştırmaları en tanınmış filologları bile düşündürüyor. Zaten Yüce Beyan'da öyle demiyor mu: "Siz aynı anne babanın çocuklarısınız. "
______________
(*) Filoloji (Dil ilmi), yeryüzündeki dilleri menşe bakımından başlıca dört büyük âilede toplar:
1— Hint-Avrupa Dilleri Ailesi: Bu ailenin iki büyük kolu vardır. I. Avrupa Kolu; Avrupa kolu da kendi içinde üç kola ayrılır, a. Germen Kolu (Almanca, İngilizce, Flemenkçe), b. Romen Kolu (Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Romence), c. İslav Kolu (Rusça, Sırpça, Bulgarca), II. Asya Kolu (Farça ve Hindistanda konuşulan diller).
2— Sami Dilleri Ailesi (Arapça, Akatça, İbranice).
3— Bantu Dilleri Ailesi (Güney ve Orta Afrika dilleri).
4— Çin - Tibet Dilleri Ailesi (Çince, Tibetçe ve Uzak - Doğu dilleri).
Bunun dışında Amerika'daki Avustralya'daki diller bu aileler dışında; aileden küçük dil gruplarını meydana getirirler.
Türkçe ise, Macarca, Fince, Moğolca ile birlikte Ural - Altay dilleri grubuna girer.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/dillerin-dogusu.html
.
.