Edebî sanatlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebî sanatlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2015 Pazar

Delâlet

Edebî Sanatlar 


Delâlet

Delâlet, herhangi bir söz, durum ve hareketin belli bir anlam ve hükümle bağlantısını ifade eden bir kavramdır. Klâsik eserlerdeki tanımı ise şöyledir: Bir şeyin anlaşılmasının başka bir şeyin daha anlaşılmasını gerektirmesi durumudur.

Şu hâlde burada iki unsur söz konusudur: Biri herhangi bir söz, durum veya hareket gibi var olan bir şey; diğeri de onun gösterdiği, işaret ettiği anlam, kavram, hüküm gibi başka bir şeydir. Bu iki unsurdan ilkine dâll (=delâlet eden, gösteren, işaret eden), ikincisine demedlûl (=delâlet edilen, gösterilen, işaret edilen) denir.

Delâletin türleri: Dâll anlamlı bir söz olabileceği gibi, söz dışı bir şey de olabilir. Bu nedenle delâleti biri lafzî delâlet (=sözlü delâlet) ve diğeri gayr-i lafzî delâlet (=söz dışı delâlet) olmak üzere ikiye ayırıyoruz:

1. Lafzî delâlet: Kendi içinde üçe ayrılır:

a) Aklî delâlet (=akla dayalı delâlet): Zihnin gösteren/işaret eden ile gösterilen/işaret edilen arasında var olan zorunlu ve doğrudan bir ilişki aracılığıyla bir bilgiye ulaştığı akla dayalı delâlettir: Kendisini görmediğimiz hâlde insan sesinin onun varlığını göstermesi gibi.

b) Tabî’î delâlet (=doğal delâlet): Zihnin gösteren/işaret eden ile gösterilen/işaret edilen arasındaki psikolojik, fizyolojik bir ilişki aracılığıyla bir bilgiye ulaşmasıdır: Bir insanın “Off!” demesinin onun sıkıldığını, “Ah!” demesinin acı çektiğini göstermesi gibi.

c) Vaz’î delâlet (=uzlaşıya dayalı delâlet): Gösteren/işaret eden ile gösterilen/işaret edilen arasındaki -yukarıda belirtilen ilişkiler dışında- örf, müşterek kültür, ortak ve kabul görmüş bir iletişim, kullanım ve bir uzlaşıya dayalı ilişki ile zihnin bir bilgiye ulaşmasıdır: “Kalem” sözünün yazı yazan aleti göstermesi gibi.

İrsâd

Edebî Sanatlar 

Anlama Dayalı Söz Sanatı
İrsâd  

İrsâd, seçili ya da kafiyeli bir sözde seci ya da kafiyenin nasıl devam edeceğine sözün içinde kullanılan bir kelime ile işaret etmektir. Sözün sonunun nasıl geleceğine bu kelimenin çoğu zaman ses yapısı bazen de anlamı yol gösterir. Anlamın yol göstermesi hâlinde tekrar öğesi kaybolur ve sanat, söz merkezli olma özelliğini yitirir; hatta, böyle bir durumda irsâd, anlam sanatlarına dahil olur. İrsâdda çoğu zaman iştikak sanatından yararlanılır.
Örnekler
Nice bir hidmet-i mahlûk ile mahzûl olalum
Sâ’il-i Hak olalım nâ’il-i mes’ûl olalum
Akalum pâyına bir bahr-i hamiyyet bulalum
Sıla-i himmetine mâ’ gibi mevsûl olalum
Biz de sûret virelüm kendümüze kabil ise
Girelüm ehl-i safâ bezmine makbûl olalum
Getür ey sâkî yeter eyledün işgal bizi
Bir zamân da mey-i bî-gışş ile meşgul olalum
Kalmadan hâk-i mezelletde hemân ey
Âsım Âzim-i sûy-ı semâ-sâ-yı Sitanbul olalum
(Âsım Efendi)

Şair kısaca şöyle demektedir: “Ne zamana dek insanlara hizmet ile hor ve hakir olacağız. Gel, dileyeceğimizi Tanrı’dan dileyelim de dileğimize kavuşalım. Hamiyet deryası bir şahıs bulalım da onun ayağına bir nehir gibi akalım. Onun himmetine su gibi ulaşalım. Biz de kendimize mümkün ise yeni baştan bir suret verelim. Gönlü temiz olanların meclisine girelim de makbul insan olalım. Ey içki sunan! Yeterince bizi meşgul ettin; artık içkiyi getir. Bir müddet de saf ve arı olan şarap ile meşgul olalım. Ey Âsım! Zillet toprağında kalmayıp İstanbul’un semâ gibi yüce olan tarafına doğru yola koyulalım.”

İlk beytin ikinci mısraında “sâ’il” ile “mes’ûl” kafiyesi arasındaki ilişkiyi gören okuyucu, bundan sonraki beyitlerde de “sıla” kelimesi geçince kafiyenin “mevsûl”, “kabil” kelimesi geçince “makbûl”, “işgal” kelimesi geçince de “meşgul” olacağını tahmin eder.

Kabiliyet eserin mahv edelim kabil ise
     Biz dahi câhil-i mukbil gibi makbûl olalım
(Sünbülzâde Vehbî)
“Eğer mümkün ise kabiliyet eserini ortadan kaldıralım da biz de ikbal sahibi cahiller gibi toplumda saygı gören insanlar olalım.” anlamında bir tariz içeren bu beyitte de aynı durum söz konusudur. Söze muhatap olan kişi “kabil” kelimesi geçince kafiyenin “makbûl” olacağını tahmin eder.
İlm-i nâz ile virdügün fetvâ
Katl-i uşşâka oldı hep ma’lûm
Zulm-i gamzenle dil helâk oldı
Öldi zâlim elinde ol mazlûm
Adem iken lebi o gonce-femün
Beni kıldı hayâl ile ma’dûm
Rahm idüp Emrî’yi çün öldüresin
Yâd idersin âşinâ diyü merhûm (Emrî)
Şiirde kısaca şöyle denilmektedir: “Naz ilmi ile âşıkların katli için verdiğin fetva malûm oldu. O yan bakışının zulmü ile gönül helâk oldu. Mazlûm âşık zalim elinde öldü. O gonca dudaklı sevgilinin dudağının kendisi (hiç görünmeyecek kadar küçük olduğundan) adem, yani yokluk iken beni hayal ile yok etti. Emrî’yi öldürdüğünde acıyıp merhum tanıdıktı, diye hatırlarsın.”
Bu şiirde ilk beytin “ilm” ile başlayıp “ma’lûm” ile bittiğini gören okuyucu, diğer beyitlerin de ilk sözcüklerinden hareketle hangi sözcükle biteceğini tahmin edebilir. Bu şiir irsâdın Divan şiirindeki en başarılı örneklerinden biridir.
http://www.turkedebiyati.org/irsad-soz-sanati/
*
İrsâd 

İrsâd   seci’li  ya da  uyaklı  bir sözde, seci’nin ve uyağın nasıl olacağını ya da seci’ ve uyağın kılavuzluğuyla sözün sonunun nasıl biteceğini bir sözcükle önceden belirtme ve “îmâ” etmektir. Bu sanata teshim de denir. Örneğin, Sünbülzâde Vehbî’nin:

 Şol müstaîn-i lutf-ı celâlim ki def’aten
Feth-i kelâma kudretimi Müste’ân verir

 beytinde, birinci dizedeki “müstaîn” (yardım dileyen) sözüyle ikinci dizenin uyaklı sözcüğü olan ”Müste’ân” (yardımı istenen, Tanrı) sözcüğüne işaret edilmiştir.


Elemin Kays’a kıyâs etme dil-i mahzûnun
Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnûn’un
(Bakî)


Bakî’nin yukarıdaki beytinde de, birinci dizede “Kays” adının geçmesi ve ikinci dizede de “yok idi aklı ne derdi var idi” denilmesi, sözün sonunun “Mecnun” olacağını anımsatmaktadır.
Birinci örnekte görüldüğü gibi, irsâd, iştikak sanatıyla birlikte kullanılmıştır. Ancak bunu iştikakla karıştırmamak gerekir. Çünkü iştikakta uyağa işaret olmadığı gibi, kökteş (müştak) sözcükler de beyit içinde rast gele yerlerde bulunur.

...
Yrd.Doç.Dr.Mehrali Calp

http://www.kompozisyonornekleri.net/irsad.html
============================
Kaynaklar:
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=220448
http://www.kompozisyonornekleri.net/irsad.html
http://www.turkedebiyati.org/irsad-soz-sanati/





Ek okuma



İRSÂD

(الإرصاد)

Sözün önünde sonuna delâlet eden bir kısım bulunması anlamında edebî sanat.

Sözlükte irsâd “gözletmek, gözetletmek, yola gözcü koymak” mânasına gelir.
Bedî‘ ilminde anlama güzellik katan sanatlardan olan irsâd edebî nesirde seci fıkrasının son kelimesine (sec‘a), şiirde ise beytin son kelimesine (kafiye) işaret eden bir kısmın sözün baş tarafında yer almasıdır. Sözün başı ile sonu arasında sıkı irtibatın bulunması, biri söylenince diğerini çağrıştıracak bir işaretin varlığı, lafızlarla mânaların birbirini dinleyiciye fısıldar mahiyette olması beliğ sözün ve güzel şiirin niteliğidir (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 425). Bu aynı zamanda, Kudâme b. Ca‘fer’in edebî sanatların temeli olarak gördüğü “uyum” (îtilâf) teorisinin de gereğidir. Bu türde sözün başıyla sonu arasında sıkı bir irtibat bulunduğundan dinleyici, secili kafiyenin son harfini (revî) bildiği takdirde sözün başını duyunca nihayetine varmadan sondaki kelimenin ne olacağını kestirebilir. Teftâzânî sadece revînin bilinmesinin yeterli olamayacağını, kafiye kelimesinin kalıbının da (sîga) bilinmesi gerektiğini söyler.

İrsâd, belli bir isim verilmeden ilk defa İbnü’l-Mukaffa‘ (ö. 142/759) tarafından tanımlanmıştır. İbnü’l-Mukaffa‘ bir şiirin en iyi beytinin, başı duyulunca kafiye kelimesinin bilinebileceği beyit olduğunu söyler (Câhiz, I, 116). Bir manzumede yer alan beyitleri estetik açıdan sınıflandıran Sa‘leb “el-ebyâtü’l-muhaccele” ismiyle konuya temas etmiş ve bu tür beyitleri “ilk mısraının son kelimesinden kafiyesi anlaşılabilen, sonu (acüz) söz sahibinin amacını açıklar nitelikle olan beyitler” şeklinde tanımlamıştır. Kudâme b. Ca‘fer, “tevşîh” olarak adlandırdığı bu türü kafiye kelimesinin beytin diğer öğeleriyle uyumu nevinden saymıştır.

Ali b. Hârûn el-Müneccim irsâda “teshîm” adını vermiştir. Ona göre bu özelliği taşıyan şiir (müsehhem), ilk mısraını duyan dinleyicinin son mısraı duymadan kafiye kelimesini tahmin edebileceği şiirdir (Hâtimî, I, 152). Hasan b. Bişr el-Âmidî, belli bir isim vermemekle birlikte tenâsüp veya tezat uyumu ile bölümleme mükemmelliğinin bir gereği olarak parçalarının birbirine delâlet etmesini güzel sözün, beytin başı okununca sonunun nasıl geleceğinin bilinmesini de güzel şiirin niteliği olarak görür. Bu sanata teshîm denmesini uygun bulmayan İbn Vekî‘ ona “mutmi‘” (duyanda benzerini söyleme arzusu uyandıran şiir) adını vermiş ve “lafızları kulağa ulaşmadan anlamı kalbe erişen şiir” olarak tanımlamıştır. Ebû Hilâl el-Askerî buna “tebyîn” denmesini önerdikten sonra onu “başı sonunu haber veren, başı duyulunca sonu tahmin edilebilen beyit” olarak tanımlamış ve en iyi şiiri “başları ile sonlarının, lafızları ile mânaların yarışırcasına birbirine delâlet eden şiir” olarak nitelemiştir (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 425).

Bu sanata irsâd adını ilk veren âlim Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’dir (ö. 637/1239). Ardından Hatîb el-Kazvînî ile onun Telħîśü’l-Miftâĥ’ına şerh yazanlar ve bunlardan sonra gelen belâgat âlimleri aynı terimi kullanmışlardır. İbn Münkız ile Ziyâeddin İbnü’l-Esîr ve İbn Kayyim el-Cevziyye, tevşîhi irsâd karşılığı olarak değil farklı bir edebî tür şeklinde ele almışlardır. Diğer belâgat âlimleri, edebiyat münekkitleri ve bedîiyyât sahipleri çoğunlukla tevşîh, teshîm ve irsâd terimlerine aynı sanatı ifade etmek için yer vermişlerdir. İbn Ebü’l-İsba‘ tevşîh ile teshîm arasında üç fark bulunduğunu söyler. Teshîmde seci ve kafiye bilinmese de sözün başından sonu bilinebilir. Tevşîhte bunlar önceden bilinmedikçe son kelime tahmin edilemez. Teshîmde bazan sözün başı sonuna, bazan da sonu başına delâlet eder; tevşîhte ise sadece baş sona delâlet eder. Teshîmde sözün baş tarafı bazan beytin sonuna, bazan da başka yere delâlet ederken tevşîhte sadece beyit başı kafiyeye delâlet eder (Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 264-265). Nüveyrî de bu iki terimi farklı görmüş ve İbn Ebü’l-İsba‘ın üçüncü sırada andığı farkı zikretmiştir (Nihâyetü’l-ereb, VII, 142).

Anlamın delâleti sebebiyle, şiir nihayete ermeden dinleyici tarafından sonunun tamamlanması Arap geleneğinde kaliteli şiirin özelliğidir. Şairler şiirlerinin bu hususiyetiyle övünmüşlerdir. İbn Nübâte es-Sa‘dî, “Toplumda okunduğunda bir coşku kaynağıdır onlar; kafiyeleri de başları söylenince bilinir” (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 357-358) anlamındaki beytinde şiirlerini bu özelliğiyle övmektedir. Ferezdak’ın, Cerîr’in bazı şiirleri kendisine okunduğunda şiirdeki muntazam dizim ve mükemmel uyum sebebiyle her beytin sonunu daha okunmadan tamamladığı kaydedilir (Tîbî, s. 394-398).

Sözün, baş tarafı okununca nasıl sona ereceğini tahmin ettirecek nitelikte olması arada güçlü bir irtibatın bulunmasından ileri gelir. Bu irtibat taksim, tenâsüp, tezat, mukabele, lüzum, lafız delâleti, anlam delâleti gibi alâkalardır (Âmidî, s. 262). Helâk edilen milletleri anlatan “وما كان الله ليظلمهم ولكن كانوا أنفسهم يظلمون” (Allah onlara asla zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydi) âyetinde (el-Ankebût 29/40), baştaki lafız ve anlam delâleti sondaki fâsıla kelimesini (يظلمون) söylenmeden bilme imkânı verecek derecede baş-son irtibatı sağlamıştır.

”مثل الذين اتخذوا من دون الله أوليآء كمثل العنكبوت، اتّخذت بيتاً، وإنّ أوهن البيوت لبيت العنكبوت“ (Allah’tan başka birtakım dostlar edinenlerin hali örümceğin haline benzer: O bir ev edinmiş, halbuki evlerin en çürüğü örümceğin evidir) âyetinde de (el-Ankebût 29/41) öndeki lafız ve anlam delâleti, sondaki “لبيت العنكبوت” terkibini söylenmeden tahmin etme imkânı verecek irtibatı temin etmektedir. Bu iki örnekte görüldüğü gibi, bazı açık irsâd misallerinde son kelimenin tahmin edilmesinde revînin bilinmesine de gerek kalmaz. Bazı durumlarda da âyette yakın âyetlere, şiirde diğer beyitlere, nesirde yakın fıkra secilerine bakılarak hem revî hem de kafiye / fâsıla sîgasının önceden bilinmesi mümkün olur.”وما كان الناس إلا أمّة واحدة فاختلفوا، ولولا كلمة سبقت من ربك لقضي بينهم فيما فيه يختلفون “ âyetinde (Yûnus 10/19)

öndeki “فاختلفوا” (ihtilâfa düştüler) ve “لقضي” (hüküm verilirdi) ifadelerinin delâletleri, sondaki “فيما فيه يختلفون” kısmını bilme imkânı verebilir. Ancak revî harfinin, önünde vâv bulunan nûn harfi olduğu önceden bilinmezse “يختلفون” yerine “اختلفوا” olarak da tahmin yapılabilir. Buhtürî’nin şu beytinde “savaşmak / barışmak, aziz / zelil, aziz eylemek / zelil eylemek” şeklinde zıtlar arasındaki ilgi son kelimeyi söylenmeden söyletecek güçtedir:”فإذا حاربوا أذلّوا عزيزاً / وإذا سالموا أعزّوا ذليلا “(Savaştıklarında azizi zelil kılarlar, barıştıklarında ise zelili aziz eylerler; Mecdî Vehbe Kâmil el-Mühendis, s. 17). Şu hadiste de sözün sonunun nasıl geleceğini tahminde zıt, karşıt ve taksim ilgisinin etkisi görülür:”من جعله أمامه قاده إلى الجنّة، ومن جعله خلفه ساقه إلى النّار“(Kim Kur’an’ı önüne koyarsa onu cennete götürür, kim onu arkasına atarsa onu cehenneme sevkeder; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 358-359). Züheyr b. Ebû Sülmâ’nın şu beytinde üç kısım olarak söz edilen zamanın taksiminin beytin sonunun nasıl geleceğini bilmede irtibat sağladığı görülmektedir:”وأعلم ما في اليوم والأمس قبله / ولكنّي عن علم ما في غد، عم “(Bugünde ve ondan önce dünde olanları bilmekteyim, ama ben yarın olacakların bilgisinden yoksunum).

Nutfe, aleka, mudga, kemiğe ve ete bürünme şekillerinde insanın yaratılış evrelerinden söz edildikten sonra âyetin “ثمّ أنشأناه خلقاً آخر” (Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik; el-Mü’minûn 23/14) kısmına gelince vahiy kâtibi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, öndeki bu lafız ve anlam delâleti sebebiyle kendisini tutamayarak “فتبارك الله أحسن الخالقين” (Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir) şeklinde ekleme yapmış, bunun üzerine Hz. Peygamber de “Yaz, böyle indi” demiştir (Tîbî, s. 396-397).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, II, 551-552; III, 1450; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 115-116; Sa‘leb, ĶavâǾidü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1948, s. 71; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 167-168; Âmidî, el-Muvâzene (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1363/1944, s. 262-263; İbn Vekî‘, el-Münśıf fî naķdi’ş-şiǾr (nşr. M. Rıdvân ed-Dâye), Dımaşk 1402/1982, s. 68-69; Hâtimî, Ĥilyetü’l-muĥâđara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, I, 152; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 425-428; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 616-620; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 160-161; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), III, 206-216; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 263-267; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 137-138, 142-143; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 492-493; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 394-398; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâžü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 355-359; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1309, s. 422; Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 17.

İsmail Durmuş  
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=220448


Lastikli söz

Edebî Sanatlar 


Lastikli söz

Lastikli söz, sözlü veya yazılı bir deyişin tasarlanarak veya istemeden değişik anlamlara gelmesine yol açan konuşma biçimi.
Genelde anlamlardan biri açık olurken, diğerinin çözümü daha zordur. Açık olmayan anlam bazen müstehcen olabilir.
Lastikli sözler edebiyatta, sahne performanslarında, sinemada, müzikte, radyo ve televizyonda kullanılmaktadır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Lastikli_s%C3%B6z
*

Türkçenin lastikli kelimeleri

Fotoğraftaki Japon kızının gülüşünü çok beğendim. Muzır bir şekilde gülüyordu. Acaba bizim Türkçemizdeki lastikli kelimelere gülüyor olabilirmiydi? O gülüşten yola çıkarak tanık olduğum bazı olayları yazmak istedim. Aslında burada söylenilen cümleler tamamen masumane bir şekilde söylenmiştir. Söyleyenlerin hiçbirinde art niyet olmadığına eminim.

Tanık olduğum bu olaylara editörlerin onay verip vermeyeceklerini de bilmeden hoşgörülere sığınarak yazıyorum.

Hüsnütabir

Edebî Sanatlar 


Hüsnütabir (güzel ifade)

Hüsnütabir (güzel ifade), kaba, çirkin ve sakıncalı nesneleri veya kavramları, başka sözcüklerle daha uygun bir biçimde ifade etme sanatıdır. Edebiyatta ve özellikle hitabet sanatında bu söz sanatına sıklıkla başvurulur. Türkçede edebi kelâm, örtmece olarak da geçer. Batı edebiyatındaki karşılığı ise "öfemizm"dir.

Örneğin;
Ölmek yerine vefat etmek
Zenci yerine siyahi
Vasat yerine fena değil

Ayrıca bakınız
Siyaseten doğruluk
Konotasyon

https://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCsn%C3%BCtabir
*
Konotasyon

Konotasyon[1] veya konnotasyon,[2] bir sözcüğün birincil ve edebî anlamlarının yanı sıra insanda uyandırdığı duygu ve düşüncelerdir.[3] Genellikle olumsuz veya olumlu konotasyona sahip olmak şeklinde kullanılır.
Örneğin Türkçede "şişko" sözcüğü olumsuz bir konotasyona sahipken -ve bazı durumlarda hakaret kabul edilebilirken- aynı anlamdaki "kilolu" sözcüğü daha nötrdür. Benzer şekilde "tombul" sözcüğü de sevimlilik duygusu uyandırır ve daha olumlu bir konotasyona sahiptir.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Cezâlet

Edebî Sanatlar 


Cezâlet

Cezalet (1. anlamı)
(Divan edebiyatı terimi) Bazı kelimelerin kulağa kuvvetli gelmesi hali.
BSTS / Edebiyat ve Söz Sanatı Terimleri Sözlüğü

Cezalet  (2. anlamı)
Sözcüklerin, savaş ve benzeri konulardaki sertliğe -sesleriyle- uygun düşerek kulağı okşamaları:
Kemend-i can-gündazı ejder-i kahrolsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencir-i esaretten
Namık Kemal
BSTS / Yazın Terimleri Sözlüğü

Cezâlet şiirde söyleyişleri kulağa sert gelen sözcükleri tanımlar.

Uyumu konuya göre ayarlayan önemli bir anlatım şeklidir. Örneğin, sanatçı şiddet, büyüklük, vakar, ölüm, korku, savaş gibi konuları anlatırken ya da işlerken, sözcükleri de anlattığı konuya uygun düşecek kalın sesliler arasından seçer. Savaşı anlatırken çekâçâk, gülbank gibi sözcüklerin kullanılması gibi. Bu tür kalın seslilere elfâz-ı cezele, taşıdıkları niteliğe de cezâlet denir.
Edebiyat terimi olarak cezalet nedir?
Sertlik. Söylendiklerinde kulağa sert, kaba gelen kelimelerin bir ifade veya yazı içinde bir araya gelmesi durumu. Rikkâtin (bkz.) tersidir. Belâgatçılar, kelimelerin bir kısmını (toprak, ağaç, çarh, arz vb.) “elfâz-ı cezle”, bir kısmını da (şiir, edîb, sevgili, sen vb.) “elfâz-ı rekîka” diye nitelemişlerdir.
‘Eda’nın ‘müedda’ ile, yani lafzın mana, daha açığı üslûbun ‘mevzu’ ile muvafık olması için kelimelerin rikkat ve cezaletine dikkat etmek gerektiğini” öğütleyen Tahir’ül Mevlevîbu hususta bir de örnek verir: “Beşikteki bir yavrucuğunuyuduğunu anlatmak için ‘mışıl mışıl’ tabiri kullanılır. Çünkü mevzuun rikkati öyle bir rikkati gerektirir. Onun yerine ‘horul horul’ tabiri kullanılacak olsa o kelimelerin cezâleti, adeta çocuğu uykudan uyandırır ve korkutur.”?

14 Ağustos 2015 Cuma

Atf-ı tefsir

Edebî Sanatlar 


Atf-ı tefsir

Atf-ı tefsir, edebiyatta, aynı anlamda olan iki sözcüğün yan yana kullanılmasıdır.

Türk Edebiyatının her döneminde hem ahenk sağlamak, anlamı pekiştirmek, güçlendirmek ve kavramı zenginleştirmek amacıyla hem de hafızada kalmasını kolaylaştırmak amacıyla çeşitli tekrarlardan yararlanılmıştır. Osmanlıcada “atf-ı tefsir?”, İngilizcede “hendiadyoin, reduplication dual”, Almancada “Verdoppelung, Zwilligsformen, hendiadyoin”, Fransızcada “redoublement, hendiadyoin” terimleriyle karşılanan bu oluşumla ilgili ülkemizde hem tarihi metinler üzerinde hem de deyimler ve atasözleri üzerinde birçok çalışma yapılmıştır. Göktürk metinlerinde “altun kümüş” (altın gümüş), “arkış tirkiş” (kervan kafile), “at kü” (ad ün), “kurt ko?uz” (börtü böcek), “yabız yablak” ( sefil ve perişan) vb. bir çok ikilemeye rastlamaktayız. Uygur Türkçesi metinlerinde de “akuru akuru” (yavaşça, sessizce), “asan tükel” (sağ ve selamet) “birin birin” (birer birer) gibi örnekler bulunmaktadır.
Bu gün de deyimlerde,
aşağı yukarı
borç harç
köşe bucak
paldır küldür gibi sayısız ikileme kullanılmaya devam etmektedir.

Atf-ı tefsir Sanatına diğer Örnekler:

Zehir zıkkım,
deli divane,
yazık günah
İhsan ve kerem
hüzün ve keder  ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.)
==============
Kaynaklar:
http://www.tekedergisi.com/English/DergiTamDetay.aspx?ID=258&Detay=Ozet
http://osmanlica.ihya.org/atf-i-tefsir-nedir-ne-demek.html
https://tr.wikipedia.org/wiki/Atf-%C4%B1_tefsir


Aporia

Edebî Sanatlar 


Aporia

Aporia: Çıkmazlık (İkilem), şüphe ifadesi (söz sanatı); kuramsal zorluk, aykırılık (mantık)

Başka tanımlar:

Aporia çözülemez nitelikteki felsefî bir meseleyi belirlemek için kullanılan eski Yunanca bir kelimedir.  Sokratçı (Socratic) metodun asıl amacı bir meseleyi aporia ile yüz yüze getirmektir. Sorgulayıcı bilmediği herhangi bir meseleyi ancak aporiayla ortaya koyabilir. Bilinmeyenin ortaya konulması bölümler halinde yapılması gereken bir araştırmanın başlangıcını oluşturur. Aristo’ya göre, aporia birbiriyle çelişen iddiaların dengeli bir geçerliliğini ortaya koyar.

Aporia, genel olarak konuşmacının konunun hangi yönü takip etmesi gerektiği, konuya nereden başlanıp nerede bitirileceği, ne deneceği hakkında yolunu yitirdiği durumun adı olarak ya da konuşmacının ne söyleyeceğini ya da düşüneceğini bilmediği bir durumda başvurduğu, genellikle yapmacıklı kuşku ifadesi olarak tanımlanır.

18. yüzyıl İngiliz düşünce dünyasının önemli isimlerinden Samuel Johnson’a göre aporia, “retorikte, konuşmacının çok yönlü bir konuya nereden başlayacağını ya da tuhaf ve belirsiz bir konu hakkında ne diyeceğini bilemediği ve böylece durumu kendi kendisine tartıştığı durumun adıdır.”

Terimin “muamma karşısında kilitlenme ya da kafa karışıklığı” anlamı özellikle İlkçağ felsefesinin yöntemsel gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Erken dönem Platon diyaloglarında Socrates, çözümlerini sunmadığı sorular ortaya koymuş ve sorduklarının makul çözümleri olmadığını da göstermişti. Aporetik yöntem, daha sonradan Sokrates’in gerçeği ortaya çıkarmak için kullandığı diyalektik yöntemin önünü açmıştı.

Anjanbman

Edebî Sanatlar 


Anjanbman (ulantı)

Anjanbman ya da ulantı, şiirde cümlelerin bir dize ya da beyitte bitmeyip diğer dize, beyit veya bendlere kaymasıdır.
Türk şiirine Fransız şiirinden geçmiştir. Servet-i Fünun döneminde yaygınlaşmıştır. Düzyazıyı şiire yaklaştıran önemli bir üsluptur. Yani söz işlemesidir.
 Öyküye yaslanan manzumelerde tercih edilen anjanbman, nazmı nesre yaklaştıran bir üslûp özelliği olarak kabul edilir.
Yeni bir ritme ve ses açısından yeni bir söyleyişe ulaşmak kaygısıyla başvurulan anjanbman, edebiyatımıza ilk geçtiği dönemde, Fikret’in ve Mehmed Âkif ’in manzumelerinde ustalıkla kullanılmıştır.

Anjanbman Sanatına örnekler:

O süslü haclelerin sine-i muattarına
Koşanlar! İşte bir insan ki inliyor nefesi
Tevfik Fikret
*

13 Ağustos 2015 Perşembe

Yansıma (Onomatopoeia)

Edebî Sanatlar 


Yansılama anlamı İng. onomatopoeia Osm. lafz-ı taklîdî, savt-ı taklîdî Alm. Onomatopöie, Lautbild, Schallnachahmung Fr. onomatopée
Doğadaki insan dışı canlı ve cansız varlıkların çıkardığı ses ve gürültüleri taklit yolu ile yansıtan sözler: gür gür, çat pat, pat pat, küt küt, hır hır, gürül gürül, hav hav, civ civ, ciyak ciyak, mışıl mışıl, zırıl zırıl, parılda-, patırda-, hırılda- vb.
BSTS / Gramer Terimleri Sözlüğü
http://www.sozce.com/nedir/334840-yansilama
*

Yansıma (Onomatopoeia)

Yansıma veya yansıma ses, doğadaki seslerin bir nesne, olay veya durum ile bağdaştırılmasına denir. Sesleri tasvir etmeye yarayarak bir söz sanatı olarak düzyazı, karikatür ve şiirlerde kullanılabilir. Küçük çocukların ifadelerinde ve karikatürlerde sıkça rastlanılır. Yansıma sözcükleri tek başına anlam taşımaz.
Kalıplaşmış yansıma sözcükler olduğu gibi (ai, bum, çat, güm, hav, miyav, pat, v.s.) yazar tarafından söz konusu durumu belirtmek için yeni sözcükler de oluşturulabilir.
Gösterge olarak tasvir edilenle tasvir eden arasındaki ses benzerliği ilişkisinden ötürü ikon grubuna girer.

Türkçeden örnekler “dere şırıl şırıl akıyordu”, “köpek hav dedi”, “kavakların hışırtısı kulakların pasını siliyordu” ve “top "pat" diye patladı” cümlelerindeki taklitçi kelimelerdir. Bu kelimelerden başka kelimeler de türetilir: havlama, miyavlamak gibi.
Kaynakça
Best, Otto F. (1984) (Almanca). Handbuch literarischer Fachbegriffe. Frankfurt am Main: Fischer Handbücher.
*

Anakroni

Edebî Sanatlar 


Anakroni (zaman dışılık)

Anakroni, (Yunanca ανά, "karşısında," ve χρόνος, "zaman") tarihi kesin olarak bilinen bir olayı değişik bir tarihte gerçekleşmiş; yaşadığı zaman belli olan bir kişiyi de değişik bir tarihte yaşamış gibi göstermedir.
Bu kavram Türkçeye zaman dışılık olarak çevrilmiştir. Çok basit bir açıklama ile Irak’ı işgal eden ABD askerlerinin mancınık kullanması, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethine Rolex saatine bakarak başlaması anakronizme örnek gösterilebilir.

Anakroni kişi, nesne, adet, uygulama, olay vb. unsurları ait oldukları tarihsel dönemin dışındaki bir döneme yerleştirme hatasıdır.
Nasrettin Hoca’nın Timur ile ilgili fıkraları gibi. Bu durum bilgi eksikliğinden kaynaklanabilir ya da bir amaç için bilinçli olarak yapılabilir.
Bilerek yapılan anakronizm sanatsal anlamda bir teknik olarak, farklılık, mistizm, ilginçlik, espri yaratmak adına kullanılmış olabilir.
Farkında olmadan, sehven yapılan anakronizm ise genelde dikkatsizlik, özensizlik ve akıl kıtlığı nedeni ile ortaya çıkmış olabilir.
Eski Yunancada olayları yanlış zamanlandırma anlamına gelen "anakhronismos" kelimesinden türetilmiştir. edebi eserlerde okuyucunun dikkatini konuya çekmek, olayları daha renkli ve çarpıcı olarak ortaya koymak için başvurulan bir yöntemdir. Özellikle trajedilerde anakronizme çokça yer verilir. Ayrıca Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu Türk tarihçiliğinde anakronizm'in ciddi bir "tarihselleştirememe" veya "tarihsizlik" sorunu ortaya çıkardığını söyler.
***

Ad hominem, safsata

Edebî Sanatlar 

 Ad hominem

Ad hominem (/æd ˈhɒmənəm -ˌnɛm, ɑd/) ya da argumentum ad hominem, kalıplaşmış bir Latince deyimdir. Bir reaksiyonun, belirli bir kişinin herhangi bir konudaki duruşu yerine şahsına yöneltilmesidir.[1] Örneğin bir argümana cevap verirken, argümanı eleştirmekten ziyade, argümanı ortaya atan kişinin alakasız bir özelliğini gündeme getirerek fikirlerini çürütmeye çalışmaktır. Önerme yerine, önerme yapan kişi tartışma konusu edilerek iddialara karşı çıkmak suretiyle yapılır. Ad hominem, mantıksal bir safsata kabul edilir.

Etimoloji
Ad hominem kavramı birebir çevrildiğinde "kişiye" anlamına gelir.[1]

Kaynakça
Alev Alatlı, Safsata Kılavuzu, Ocak 2001, Boyut Yayınları. (ISBN 975-508-076-7)
^ a b "ad hominem." Oxford Dictionary of English 2e, Oxford University Press, 2003.
Ayrıca bakınız
Safsata

*
Niteliksel Adam Karalama (Circumstantial Ad Hominem)

Tanım:  Bir kimsenin görüşlerinin yanlış olduğuna dair delil sunmak yerine, o kimsenin niteliklerine (kişiliğine, karakterine, niyetlerine, vasıflarına vs) saldırarak, reddetmek veya karşı iddiada bulunmak.

Örnek 1:     Başkan bu konuda haklı olamaz. Çünkü kanının son damlasına kadar liberal.

Tedric

Edebî Sanatlar 


Tedric (Dereceleme)


“Tedriç” sözcük anlamıyla “derecelendirme” demektir. Edebiyatta ise bir düşünceyi derece derece yükselten veya indiren bir düzen içinde sıralamaya tedriç denir.
Başka tanımlar:
Kavramları belli bir mantığa göre (büyükten küçüğe, küçükten büyüğe; yüksekten alçağa, alçaktan yükseğe vs.) sıralayarak söylemeye “tedriç” denir.
Söyleyişte, anlatımda büyüyen veya küçülen, çoğalan yahut azalan, yükselen ya da alçalan bir dereceleme yapmak. Recaizâde Mahmud Ekrem Ta‘lîm-i Edebiyat isimli kitabında bu sanatı şöyle açıklar: “Bu bir nevi mecazdır ki onunla müellif hayalden hayale, fikirden fikre derece derece çıkarak veya inerek istediği noktaya vasıl olur.”
(Prof.Dr.Turan Karataş / Edebiyat Terimleri Sözlüğü)

Tedriç iki türlüdür:

a) Yükselen Dereceleme:
Anlatımda, kavramların küçükten büyüğe, azdan çoğa doğru sıralanmasıdır.
« Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar Zaman sanki bir rüzgar ve bir su gibi aksın.”(Enis Behiç Koryürek)
Makber (mezar), makber değil bir türbe, türbe değil bir mabet, mabet değil bir küre, küre değil bir sonsuz uzay olmalıydı.”(Abdülhak Hamit Tarhan)

b) Alçalan Dereceleme:
Anlatımda kavramların büyükten küçüğe, çoktan aza doğru sıralanmasıdır.
İki asker mızrak mızrağa, kılıç, kılıca, hançer hançere vuruşmaya başladılar.”
(Namık Kemal)

Elinin dokunmuş olduğu şeyler
Ürperir, canlanır, güler
(Ahmet Necdet)













Test


1.     Geçsin günler, haftalar, aylar, yıllar.
Bu cümlede belirgin olan söz sanatı aşağıdaki­lerden hangisidir?
A) Terdid                                        
B) Tedriç
C) Teşbih                                       
D) Tezat
E) Tecahül arif

*
2.   Gözüm, canım efendim; sevdiğim, devletli
sultanım!
Yukarıdaki dizede anlatılmak istenen düşünce derece derece yükseltilmiştir.
Bu şekilde oluşan söz sanatı aşağıdakilerden hangisidir?

A) Teşbih                      
B) Nida                        
C) Akis
D) Tekrir                        
E) Tedriç

*

Cevap anahtarı: 1.B, 2. B,
========================
Kaynaklar:
http://www.kocar.org/yazilar/resulullahta-muhataba-gore-hareket-ve-tedric-prensipleri-2-prof-dr-ibrahim-canan/
http://www.samanyoluhaber.com/bilgi/soru/Edebiyatta-Tedric-Nedir_2515/
http://www.edebiyatogretmeni.info/tedric-sanati.htm
http://www.edebiyatfakultesi.com/edebi-sanatlar/tedric-dereceleme-sanati

Ek okuma


Resulullah’ta “Muhataba Göre Hareket’ ve “Tedriç Prensipleri (2)-
Prof. Dr. İbrahim Canan
UMUMÎ DAVET
Bir âyette “Şehirlerin anası (bulunan Mekke) ile bütün çevresindeki (insanlardan) azab ile korkutmak” maksadıyla indirildiği belirtildiğine göre (En’âm 92) Hz.Muhammed’in peygamberliği Araplara mahsus değildi. Ve Resulullâh, bi’setinin bidayetinden itibâren bütün insanlığın hidâyetiyle vazifeli olduğunu biliyordu. Ancak insanlığın geri kısmı demek olan komşu, diyarları İslam’a çağırma işini sistemli olarak ele almayı, Hudeybiye Sulhü’ne kadar te’hir edecekti. Yani. Hicret’in altıncı yılında Mekkelilerle sulh antlaşması yapıp siyâsî varlığını fiilen ve resmen kabul ettirdikten sonra Hudeybiye’den döner dönmez civar hükümdarlara elçiler göndererek onları İslam’a dâvet etti. Bir günde altı elçi yola çıkarmıştı. Biri Mısır’a, biri Gassân Şefine, biri Bizans Kayseri ne, biri İran Kisrası’na, biri Yemâme’ye, biri de Bahreyn’e idi . Elçilere verdiği mektuplarda İslam’a ve Sulh’e dâ’vet vardı.
TABYESİ (=TAKTİĞİ): Resulullâh, sulh ve hürriyetten ibaret olan hedefe gitmede, görünüşte birbirine zıt olan ve fakat aslında, “yaşanan zaman ve şartlara göre” eşit değerde olan üçlü bir taktik tâkibetti:
1-            SABIR:Bu, sayıca ve maddî güç itibariyle zayıf olunan dönemin taktiği idi.
2-            HİCRET: Bu, düşman tehdidinin, sabırla mukâvemet edilemeyecek kadar ezici bir hal aldığı, hiçbir insani ölçü tanımayan zulme dönüştüğü zamanın taktiği idi. Ya dönmek, ya da ölmek noktasında hicret makuldü.
3-            SAVAŞ: Bu, düşman tehdidine mukavemet edilebilecek maddî güce sahip olunduğu zamanın taktiği idi.
HEDEF ise “Sulh”dü, Sulh, İslam’ın kalb ve gönülleri fethettiği ortamdı. Sabr’ın, hicretin ve savaş’ın hedefi de buna ulaşmaktı.
Nitekim, Resulullâh aleyhissalatu vesselam vefat ettiği zaman, geride 1,5 milyon kilometre kareden fazla araziye sâhip bir devlet bırakmıştı. Bu büyük arazinin fethi on yıllık Medine hayatı içerisinde cereyan etmişti. Günde ortalama 274 milkarelik bu yayılma için öldürülen toplam düşman sayısı sâdece 150 kişi idi. Müslüman taraftan ölenlerin nisbeti de vasatı ayda bir kişi olmuştu.
MUHTEVADA TEDRİÇ    .
İslamın tebliğinde, muhteva tedrici de mühim bir yer tutar. Hz. Aişe, İslam’ın teşri ettiği meselelerin sırayla neler olduğunu belirten bir açıklamasının sonunda, bu tertibin ehemmiyetine de dikkat çeker: “İlk nâzil olan sure, mufassal surelerden biri idi ve içerisinde cennet ve cehennemin zikri geçiyordu. İnsanlar İslama dönünce haram ve helal hükümleri indi. Eğer ilk defa: “İçki içmeyin.” emri inseydi “Biz içkiyi asla bırakmayız” derlerdi Eğer “zina etmeyin” emri inseydi “Asla zinayı bırakmayız” derlerdi. Ben Mekke’de, oynayan bir çocuk iken Muhammed aleyhissalatu vesselama: “(Muhtevasında hiç bir ahkâm bulunmayan Kamer suresi İnmişti. Surede) ”Daha doğrusu onlara vadolunan asıl (azabın) vakti, kıyamet saatidir. O saat(in azabı) daha belalı daha acıdır” (116.âyet) buyrulmaktaydı .
Hülasa ilk nâzil olan âyetler, tevhîd’e dâvet, mü’minleri ve mutileri cennetle müjdeleme, kâfirlere ve âsilere cehennemi haber verme üzerine dayanıyordu, insanlar bu hususta ikna olunca, ahkâm inmeye başladı. Çünkü “İnsanlar alışkanlıklarına bağlılık üzerine yaratılmıştı, alışkanlığın terki birden olamazdı, bunu talep nefrete sebep olurdu.
İMANİ MUHTEVADA TEDRÎC:
Bazı rivâyetlerde, imanın tebliğ edildiği bu ilk safhada da bir tedrice yer verildiğini, mesela önce münhasıran İslam itikadı üzerinde durulup, müşrik inançların tenkidine girilmediğini görmekteyiz. Müşrikler de bu safhada müslümanlara karşı muhalefette şiddet göstermemişler, daha anlayışlı davranıp, en azından söylenenleri dinlemişlerdir. Kabul etmeyenler, muhalefette şiddete yer vermemiş, sâdece istihza ile yetinmiştir. İbnu Sa’d’da şöyle denir: ‘Taptıkları putlan ele alıp, onların bâtıl olduğunu ve küfür üzerine olan atalarının cehenneme gittiklerini söyleyinceye kadar, Kureyşliler istihzada kaldılar ve Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam’ı dinlediler. Gençlerden ve halkın zayıf takımlarından bir kısmı, bu suretle ikna olup müslüman oldu, gittikçe sayılan çoğaldı. Buna rağmen Kureyş kâfirleri Resulullâh’ın sözlerini inkâr etmediler. Sadece istihzâî bir tavır takındılar. Aleyhissalatu vesselam, yanlarına uğrayınca birbirlerine işâret edip: “İşte Abdulmuttalib oğullarının gökten haber getiren oğlu.” diyerek alay ediyorlardı  .
Ama bu hal böyle devam etmedi. Putların bâtıl olduğunu, put inancı üzere ölenlerin ebedî bir helake maruz kalacaklarını dile getiren vahiyler gelmekte gecikmedi. Ondan sonra tavır değiştiren müşrikler, maddî ve manevî her çeşit işkencelere baş vurdular. Bir kısmını öldürdüler, bir kısmım hicrete mecbur ettiler.
İtikadı meselelerdeki tedriçle ilgili olarak şunu da belirtmek isteriz, İtikadın merkezini teşkil eden Allah telakkisi ve bilhassa İlahî sıfatların teşriî, belli bir sıra ve tedriç takip etmiştir. Az ilerde besmele’nin gelişi ile ilgili vetirede bunu kısmen göreceğiz.
AHKAMDA TEDRİÇ :
Tedriç meselesinde dikkati çeken diğer bir husus, Medine’de, mü’min muhatablara inen ahkâmda dahi tedrice yer verilmiş olmasıdır. Bilhassa eski alışkanlıkların ta’dili veya tahrimi veya yeni tatbikat ve alışkanlıkların teşriine giren hemen hemen her hususta bir tedrice yer verilmiştir. Bu tedriç de çoğu durumda azdan çoğa, hafiften ağıra, çok vazıh ve anlaşılır olandan biraz daha kapalı, anlaşılması zor olana doğru cereyan etmiştir. Çoğu meselede bu böyle olmuştur.
Bu meselenin şumûlünü, bâzı rivayetlerde Resulullâh aleyhissalatu vesselam’a vahiy olarak İnen ilk şey olduğu söylenen besmele’den vereceğimiz örnekle göstermek isteriz. İbnu Sa’d’ın bir rivâyeti şöyle:”Resul ullâh, bidayette, tıpkı Kureyşliler gibi, besmele makamında “Bismikallâhûmme” formülünü yazıyordu. Bu tatbikat
وَقَالَ ارْكَبُوا فِيهَا بِسْمِ اللهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَحِيمٌ
Âyeti” Nuh, (gemiye alınacaklara) “Gemiye binin!” dedi. “Onun akıp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır (O’nun gücü, kuvveti ve izniyledir; onu Bismillâh der çalıştırır, Bismillâh der durdururuz.) Hiç şüphesiz Rabbim, (kullarının günahlarını ve hatalarını) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.”(Hûd 41) gelinceye kadar devam etti.
Şu âyetten sonra “Bismillâh” diye yazmaya başladı. Bu tatbikat
قُلِ ادْعُوا اللهَ أَوِ ادْعُوا الرَّحْمَنَ أَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الأَسْمَاءُ الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
“De ki : (Rasûlüm,) de ki: “O’na ister Allah diyerek dua edin, ister Rahmân diyerek dua edin. Hangi ismiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O’nundur ve O, her ismin nihayetsiz güzel mertebelerinde tecelli eder. Namazında ise sesini çok yükseltme ve bütün bütün de kısma; bu ikisi ortasında bir yol takip et. (İsra 11O) âyeti nâzil oluncaya kadar devam etti. Bundan sonra “bismillâhirrahman” diye yazmaya başladı. Bu tatbikât
إِنَّهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
“Süleyman’dan geliyor ve Rahman, Rahîm Allah’ın Adı’yla diye başlıyor.”âyeti(Neml 30) nazil oluncaya kadar devam etti. Bu âyetten sonra“Bismillâhirrahmanirrahim” diye yazmaya başladı .
Bu tedrîc, muhatablarının Allâh’la ilgili olarak İslam’ın getirdiği sıfatları bilmemelerinden ileri geliyordu. Nitekim, Hudeybiye sulhü yazılırken, müşrikler. Besmele’yi, “Biz, Allah’ı tanıyoruz, ama er- Rahmân er-Rahim’i tanımıyoruz!‘ diyerek reddetmişler, Hz. Peygamber de “Bismikallâhûmme” yazılmasını kabul etmişti .
NAMAZ ÖRNEĞİ: İslâmda dinin direği kabul edilen en önemli farz olan namazın teşriinde de tedrîc görülmektedir. Zira, Resulullâh’a fetretü’l-vahy’den sonra müddessir suresinin nüzûlüyle sabah ve akşamda ikişer rek’at olmak üzere günde iki vakit namaz farz kılınmış, bilâhare Müzzemmil suresiyle gece namazı emredilmiş, bi’setin 11. yılı içerisinde Mi’râc’Ia birlikte, öncekiler neshedilerek beş vakit namaz farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum’a ve Bayram namazları teşri edilecektir .
Burada, zikri gereken bir hâdiseyi, Nasr Ibnu Âsim anlatmaktadır. Buna göre, Aleyhissalatu vesselamca günde iki sefer namaz kılmak şart ıyla müslüman olmayı teklif eden bir kimsenin müslümanlığını kabul etmiştir. Rivâyetin bir başka tarîkinde adam bir vakit kılmayı teklif etmiş, yine de Resulullâh kabûl etmiştir.
Sakîflilerin müslüman olmak için koştukları şartlardan bir kısmını Resulullâh kabul etmiştir. Bunlar arasında “cihâda katılmamak”, “zekat vermemek” de vardı. Bunların kabul edilmesi karşısında hayrete düşenlere Aleyhissalatu vesselam : “(Hakîki mânada) müslüman oldukları vakit zekât da verecekler, cihâda da gidecekler” der ve dediği gibi olur.
İÇKİ YASAĞI ÖRNEĞİ: Tedriç meselesinde uzun ve hesaplı bir vetirenin içki yasağında takip edildiği görülür. Zira bu mesele, Mekke döneminde ele alınmış, Resulullâh’ın hayatının sonlarına doğru sonuçlandırılmıştır. Meseleyle ilgili olarak gelen ilk vahiyde, asma ve hurmadan elde edilen sarhoş edici rızık üzerinde düşünmeye sevk edilmiş (Nahl 67), daha sonra bunun fayda ve zararlarına dikkat çekilmiş, zararının faydasından çok olduğu belirtilmiş (Bakara 219), üçüncü kademede sarhoşken namaza yaklaşılmaması emredilmiş (Nisa 43), dördüncü ve son kademede ise kesin olarak ve şiddetle haram ilan edilmiştir (Mâide 90-91). Bu vahiy Hz. Peygamber’in hayatının sonlarına rastlar. Bu vetirenin sonunda, hiç bir mukavemete rastlanmadan, içki istihlaki önlenmiştir.
ORUÇ ÖRNEĞİ : Cessâs, oruçla ilgili gelen ihtilaflı hadîs   ve âyetleri değerlendirerek orucun üç mertebede farz kılındığını belirtir Önce ﴿
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ               (Bakara 183)
âyetiyle, her ayda üç gün oruç farz kılınmıştır.
وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ           (Bakara 184)
âyetiyle dileyenin fidye verip fakir doyuracağı teşri edilmiştir. Son olarak
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ (Bakara 185)
âyeti İle de Ramazan orucu herkese farz kılınmıştır. Orucun gün içerisindeki başlama ve bitim anlarıyla ilgili gelişmeler de aynı hadislerde geçmektedir.
ZİNANIN YASAKLANMA ÖRNEĞİ: Zina suçuna verilecek ceza da kademeli gelmiştir. İlk önce zâniye eziyet yapmak takdir edilmiş (Nisa 16), sonra hapis cezası emredilmiş (Nisa 15), en son safhada da dayak (ve recrn) teşri edilmiştir. (Nur 2-10).
Hadîs âlimleri, emirlerde pek çok meselede muttarıd şekilde hafiften ağıra olan bu gelişmeyi tesbit ettikleri için, ihtilafla hadîslerin çözümünde şu kaideyi koymuşlardır;“Daha ,ağır bir hüküm, daha hafif olandan evladır. Zira, zann-ı gâlibe göre, ağır olan, hafif olana nisbetle müteahhirdir. Çünkü şeriat hafifle işe başlamış, sonra ahkâm, tedricî bir surette gelmiş ve ağırlaşmıştır” .
TAKVİM ÖRNEĞİ : Son bir enteresan örneğimiz takvimle ilgili tadilattır. Aleyhissalatu vesselam, veda hutbesine kadar, o zamanın Arap cemiyetinde câri bir takvime uyuyordu. “Nesi” denen ve hac mevsimini her yıl yaz aylarına rastlatmayı sağlayan bir oyun’u ihtiva eden bu sistemi Kur’ân-ı Kerîm yasakladığı zaman küfürden bir artış ilan etmiştir “Nesi (haram ayları geciktirmek) ancak küfürde bir artış (sebebidir. Onunla kâfirler şaşırtırlar. Onlar bunu bir yıl helal bir yıl haram sayarlar ki Allah’ın haram kıldığına sayıca uysunlar da (varsın) Allah’ın haram ettiğini helal kılmış olsunlar. Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah o kâfirler güruhunu hidayete erdirmez”(Tevbe 37).

SONUÇ
Resulullâh aleyhissalatu vesselam’ın her bir sünneti, insanlık için, “her yerde ve her devirde” uyulması gereken en güzel davranış örneğini teşkil eder. Onlar rıza-yı ilâhinin nerede olduğunu gösteren işaretler ve saadet-i dâreynin şaşmaz rehberleridir.
Resulullâh’ın sünneti, sadece ibâdet hayatımıza, komşuluk veya âile içi münâsebetlerimize, yahut da ticârî ve örfî muâmelelerimize müteallik değildir. Dinin neşri, insanlara İslam inancının götürülmesi müslümanların siyâsî mahkumiyetten kurtarılıp, hürriyetlerine kavuşturulması ve hatta hâkim duruma getirilmesi gibi başka meselelere de şâmildir.
Dünyanın her tarafında müslümanların esaretten kurtulma mücâdelesi verdiği içinde yaşadığımız şu asırda, daha temkinli, daha müessir adımlar atabilmek için Resulullâh’ın bu paralelde sunduğu örneklerin bilinmesi ve onlara uyulması her zamankinden daha çok ehemmiyet kazanmıştır.
Zamanımızda, İslam’a hizmet heyecanına kapılan genç nesiller, Aleyhissalatu vesselam’m vazettiği İslami hizmet metodlarını bilmedikleri için, Batı menşeli ve insan fıtratının bir kısım zaaflarını istismara dayanan “Hitler tipi’ veya “Komünist tipi”propagandanın cazibesine kapılmaktadırlar. Halbuki İslama hizmet İslamî metodla mümkündür. İslam dışı metodlar, ne kadar mutantan, ne kadar cafcaflı, ne kadar göz kamaştırıcı olursa olsun, saman alevi misali, neticesi akimdir. İşte faşistlerin âklbeti ve nihâyet komünistlerin âkibeti. İslam âleminde de islamî olmayan prensiplerle atılan adımlar akim kalmış, heyecanlar çabuk boğulmuştur. Mısır’da, Suriye’de ve en son Tunus ve Cezayir’de islamî hareketlerin yedikleri darbeler, büyük ölçüde, hizmet vetiresinde yer verilen gayr-i islamî unsurlardan ileri gelmiştir. Resulullah hiç bir zaman akşamdan sabaha hâkimiyet peşinde koşmamış, sokağa dökülmemiş, zemin teşekkül etmeden tepeden inmeciliğe yer vermemiştir. O’nun metodunda gelişmeye tâbi olmak, muhatabın ve çevrenin ahvâline göre adım atmak esastır. İcabında üç yıl boyu gizli kalmak, beş yıl boyu gece gündüz çalışmaya karşı kazanılan kırk kişiyi az görmemek, onüç yıl boyu her çeşit istihza, işkence, eziyet, hakaret ve hayatî tehditlere karşı sabretmek esastır.
Muhammedi tebliğde sunulan muhteva, muhataba göre esnektir. Zamana zemine göre farklıdır. Aynı meseleye temas eden aynı sorulara cevap olarak gelen teferruat, pek çok durumda, en azından zahirde değişiktir. Tıpkı aksiyonda görülen sabır, hicret, cihad farklılıkları gibi.
Zımnında asırlara ve nesillere çare olma kapasite ve zenginliği meknuz, bu rahmani vetireyi bilmeyenler veya anlamayanlar hadîslerde tenakuz iddia edebilir ve hatta, vürûd şartlarına bakmadan işine gelen birini rastgele seçme dalaletine düşebilir. Bu davranışlar samimi de olsa, İslamî zaferi geciktirmeden başka bir fonksiyon icra edemez.
Öyle ki bizler, hem ferdî kurtuluşumuz, hem de çevremizin ve insanlığın kurtuluşu için Resulullâh aleyhissalatu vesselam’ın sünnetini anlamaya her zamankinden daha muhtacız. Zira Ezelî Kelâm bize “Allah’ın Resulünde sizier için (her hususta) en güzel örnek vardır.” diye seslenmektedir.
17.08.1991 M.Ü. İlahiyat Dergisi

http://www.kocar.org/yazilar/resulullahta-muhataba-gore-hareket-ve-tedric-prensipleri-2-prof-dr-ibrahim-canan/


Paylaşmak güzeldir.