Edebî Sanatlar
Anlama
Dayalı Söz Sanatı
İrsâd
İrsâd, seçili ya da kafiyeli bir sözde seci ya da kafiyenin
nasıl devam edeceğine sözün içinde kullanılan bir kelime ile işaret etmektir.
Sözün sonunun nasıl geleceğine bu kelimenin çoğu zaman ses yapısı bazen de
anlamı yol gösterir. Anlamın yol göstermesi hâlinde tekrar öğesi kaybolur ve
sanat, söz merkezli olma özelliğini yitirir; hatta, böyle bir durumda irsâd,
anlam sanatlarına dahil olur. İrsâdda çoğu zaman iştikak sanatından yararlanılır.
Örnekler
Nice bir hidmet-i mahlûk ile mahzûl olalum
Sâ’il-i Hak olalım nâ’il-i mes’ûl olalum
Nice bir hidmet-i mahlûk ile mahzûl olalum
Sâ’il-i Hak olalım nâ’il-i mes’ûl olalum
Akalum pâyına bir bahr-i hamiyyet bulalum
Sıla-i himmetine mâ’ gibi mevsûl olalum
Sıla-i himmetine mâ’ gibi mevsûl olalum
Biz de sûret virelüm kendümüze kabil ise
Girelüm ehl-i safâ bezmine makbûl olalum
Girelüm ehl-i safâ bezmine makbûl olalum
Getür ey sâkî yeter eyledün işgal bizi
Bir zamân da mey-i bî-gışş ile meşgul olalum
Bir zamân da mey-i bî-gışş ile meşgul olalum
Kalmadan hâk-i mezelletde hemân ey
Âsım Âzim-i sûy-ı semâ-sâ-yı Sitanbul olalum
Âsım Âzim-i sûy-ı semâ-sâ-yı Sitanbul olalum
(Âsım Efendi)
Şair kısaca şöyle demektedir: “Ne zamana dek insanlara
hizmet ile hor ve hakir olacağız. Gel, dileyeceğimizi Tanrı’dan dileyelim de
dileğimize kavuşalım. Hamiyet deryası bir şahıs bulalım da onun ayağına bir
nehir gibi akalım. Onun himmetine su gibi ulaşalım. Biz de kendimize mümkün ise
yeni baştan bir suret verelim. Gönlü temiz olanların meclisine girelim de
makbul insan olalım. Ey içki sunan! Yeterince bizi meşgul ettin; artık içkiyi
getir. Bir müddet de saf ve arı olan şarap ile meşgul olalım. Ey Âsım! Zillet
toprağında kalmayıp İstanbul’un semâ gibi yüce olan tarafına doğru yola koyulalım.”
İlk beytin ikinci mısraında “sâ’il” ile “mes’ûl” kafiyesi
arasındaki ilişkiyi gören okuyucu, bundan sonraki beyitlerde de “sıla” kelimesi
geçince kafiyenin “mevsûl”, “kabil” kelimesi geçince “makbûl”, “işgal” kelimesi
geçince de “meşgul” olacağını tahmin eder.
Kabiliyet eserin mahv edelim kabil ise
Biz dahi câhil-i mukbil gibi makbûl olalım
Biz dahi câhil-i mukbil gibi makbûl olalım
(Sünbülzâde Vehbî)
“Eğer mümkün ise kabiliyet eserini ortadan kaldıralım da biz
de ikbal sahibi cahiller gibi toplumda saygı gören insanlar olalım.” anlamında
bir tariz içeren bu beyitte de aynı durum söz konusudur. Söze muhatap olan kişi
“kabil” kelimesi geçince kafiyenin “makbûl” olacağını tahmin eder.
İlm-i nâz ile virdügün fetvâ
Katl-i uşşâka oldı hep ma’lûm
Katl-i uşşâka oldı hep ma’lûm
Zulm-i gamzenle dil helâk oldı
Öldi zâlim elinde ol mazlûm
Öldi zâlim elinde ol mazlûm
Adem iken lebi o gonce-femün
Beni kıldı hayâl ile ma’dûm
Beni kıldı hayâl ile ma’dûm
Rahm idüp Emrî’yi çün öldüresin
Yâd idersin âşinâ diyü merhûm (Emrî)
Yâd idersin âşinâ diyü merhûm (Emrî)
Şiirde kısaca şöyle denilmektedir: “Naz ilmi ile âşıkların
katli için verdiğin fetva malûm oldu. O yan bakışının zulmü ile gönül helâk
oldu. Mazlûm âşık zalim elinde öldü. O gonca dudaklı sevgilinin dudağının
kendisi (hiç görünmeyecek kadar küçük olduğundan) adem, yani yokluk iken beni
hayal ile yok etti. Emrî’yi öldürdüğünde acıyıp merhum tanıdıktı, diye
hatırlarsın.”
Bu şiirde ilk beytin “ilm” ile başlayıp “ma’lûm” ile
bittiğini gören okuyucu, diğer beyitlerin de ilk sözcüklerinden hareketle hangi
sözcükle biteceğini tahmin edebilir. Bu şiir irsâdın Divan şiirindeki en
başarılı örneklerinden biridir.
http://www.turkedebiyati.org/irsad-soz-sanati/
*
İrsâd
İrsâd seci’li
ya da uyaklı bir sözde, seci’nin ve uyağın nasıl olacağını
ya da seci’ ve uyağın kılavuzluğuyla sözün sonunun nasıl biteceğini bir
sözcükle önceden belirtme ve “îmâ” etmektir. Bu sanata teshim de
denir. Örneğin, Sünbülzâde Vehbî’nin:
Şol müstaîn-i lutf-ı
celâlim ki def’aten
Feth-i kelâma kudretimi Müste’ân verir
beytinde, birinci
dizedeki “müstaîn” (yardım dileyen) sözüyle ikinci dizenin uyaklı sözcüğü olan
”Müste’ân” (yardımı istenen, Tanrı) sözcüğüne işaret edilmiştir.
Elemin Kays’a kıyâs etme dil-i mahzûnun
Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnûn’un
(Bakî)
Bakî’nin yukarıdaki beytinde de, birinci dizede “Kays”
adının geçmesi ve ikinci dizede de “yok idi aklı ne derdi var idi” denilmesi,
sözün sonunun “Mecnun” olacağını anımsatmaktadır.
Birinci örnekte görüldüğü gibi, irsâd, iştikak sanatıyla
birlikte kullanılmıştır. Ancak bunu iştikakla karıştırmamak gerekir. Çünkü
iştikakta uyağa işaret olmadığı gibi, kökteş (müştak) sözcükler de beyit içinde
rast gele yerlerde bulunur.
...
Yrd.Doç.Dr.Mehrali Calp
http://www.kompozisyonornekleri.net/irsad.html
============================
Kaynaklar:
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=220448
http://www.kompozisyonornekleri.net/irsad.html
http://www.turkedebiyati.org/irsad-soz-sanati/
İRSÂD
(الإرصاد)
Sözün önünde sonuna delâlet eden bir kısım bulunması anlamında edebî sanat.
Sözlükte irsâd “gözletmek, gözetletmek, yola gözcü koymak” mânasına gelir.
(الإرصاد)
Sözün önünde sonuna delâlet eden bir kısım bulunması anlamında edebî sanat.
Sözlükte irsâd “gözletmek, gözetletmek, yola gözcü koymak” mânasına gelir.
Bedî‘ ilminde anlama güzellik katan sanatlardan olan irsâd
edebî nesirde seci fıkrasının son kelimesine (sec‘a), şiirde ise beytin son
kelimesine (kafiye) işaret eden bir kısmın sözün baş tarafında yer almasıdır.
Sözün başı ile sonu arasında sıkı irtibatın bulunması, biri söylenince diğerini
çağrıştıracak bir işaretin varlığı, lafızlarla mânaların birbirini dinleyiciye
fısıldar mahiyette olması beliğ sözün ve güzel şiirin niteliğidir (Ebû Hilâl
el-Askerî, s. 425). Bu aynı zamanda, Kudâme b. Ca‘fer’in edebî sanatların
temeli olarak gördüğü “uyum” (îtilâf) teorisinin de gereğidir. Bu türde sözün
başıyla sonu arasında sıkı bir irtibat bulunduğundan dinleyici, secili
kafiyenin son harfini (revî) bildiği takdirde sözün başını duyunca nihayetine
varmadan sondaki kelimenin ne olacağını kestirebilir. Teftâzânî sadece revînin
bilinmesinin yeterli olamayacağını, kafiye kelimesinin kalıbının da (sîga)
bilinmesi gerektiğini söyler.
İrsâd, belli bir isim verilmeden ilk defa İbnü’l-Mukaffa‘ (ö. 142/759) tarafından tanımlanmıştır. İbnü’l-Mukaffa‘ bir şiirin en iyi beytinin, başı duyulunca kafiye kelimesinin bilinebileceği beyit olduğunu söyler (Câhiz, I, 116). Bir manzumede yer alan beyitleri estetik açıdan sınıflandıran Sa‘leb “el-ebyâtü’l-muhaccele” ismiyle konuya temas etmiş ve bu tür beyitleri “ilk mısraının son kelimesinden kafiyesi anlaşılabilen, sonu (acüz) söz sahibinin amacını açıklar nitelikle olan beyitler” şeklinde tanımlamıştır. Kudâme b. Ca‘fer, “tevşîh” olarak adlandırdığı bu türü kafiye kelimesinin beytin diğer öğeleriyle uyumu nevinden saymıştır.
Ali b. Hârûn el-Müneccim irsâda “teshîm” adını vermiştir. Ona göre bu özelliği taşıyan şiir (müsehhem), ilk mısraını duyan dinleyicinin son mısraı duymadan kafiye kelimesini tahmin edebileceği şiirdir (Hâtimî, I, 152). Hasan b. Bişr el-Âmidî, belli bir isim vermemekle birlikte tenâsüp veya tezat uyumu ile bölümleme mükemmelliğinin bir gereği olarak parçalarının birbirine delâlet etmesini güzel sözün, beytin başı okununca sonunun nasıl geleceğinin bilinmesini de güzel şiirin niteliği olarak görür. Bu sanata teshîm denmesini uygun bulmayan İbn Vekî‘ ona “mutmi‘” (duyanda benzerini söyleme arzusu uyandıran şiir) adını vermiş ve “lafızları kulağa ulaşmadan anlamı kalbe erişen şiir” olarak tanımlamıştır. Ebû Hilâl el-Askerî buna “tebyîn” denmesini önerdikten sonra onu “başı sonunu haber veren, başı duyulunca sonu tahmin edilebilen beyit” olarak tanımlamış ve en iyi şiiri “başları ile sonlarının, lafızları ile mânaların yarışırcasına birbirine delâlet eden şiir” olarak nitelemiştir (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 425).
Bu sanata irsâd adını ilk veren âlim Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’dir (ö. 637/1239). Ardından Hatîb el-Kazvînî ile onun Telħîśü’l-Miftâĥ’ına şerh yazanlar ve bunlardan sonra gelen belâgat âlimleri aynı terimi kullanmışlardır. İbn Münkız ile Ziyâeddin İbnü’l-Esîr ve İbn Kayyim el-Cevziyye, tevşîhi irsâd karşılığı olarak değil farklı bir edebî tür şeklinde ele almışlardır. Diğer belâgat âlimleri, edebiyat münekkitleri ve bedîiyyât sahipleri çoğunlukla tevşîh, teshîm ve irsâd terimlerine aynı sanatı ifade etmek için yer vermişlerdir. İbn Ebü’l-İsba‘ tevşîh ile teshîm arasında üç fark bulunduğunu söyler. Teshîmde seci ve kafiye bilinmese de sözün başından sonu bilinebilir. Tevşîhte bunlar önceden bilinmedikçe son kelime tahmin edilemez. Teshîmde bazan sözün başı sonuna, bazan da sonu başına delâlet eder; tevşîhte ise sadece baş sona delâlet eder. Teshîmde sözün baş tarafı bazan beytin sonuna, bazan da başka yere delâlet ederken tevşîhte sadece beyit başı kafiyeye delâlet eder (Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 264-265). Nüveyrî de bu iki terimi farklı görmüş ve İbn Ebü’l-İsba‘ın üçüncü sırada andığı farkı zikretmiştir (Nihâyetü’l-ereb, VII, 142).
Anlamın delâleti sebebiyle, şiir nihayete ermeden dinleyici tarafından sonunun tamamlanması Arap geleneğinde kaliteli şiirin özelliğidir. Şairler şiirlerinin bu hususiyetiyle övünmüşlerdir. İbn Nübâte es-Sa‘dî, “Toplumda okunduğunda bir coşku kaynağıdır onlar; kafiyeleri de başları söylenince bilinir” (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 357-358) anlamındaki beytinde şiirlerini bu özelliğiyle övmektedir. Ferezdak’ın, Cerîr’in bazı şiirleri kendisine okunduğunda şiirdeki muntazam dizim ve mükemmel uyum sebebiyle her beytin sonunu daha okunmadan tamamladığı kaydedilir (Tîbî, s. 394-398).
Sözün, baş tarafı okununca nasıl sona ereceğini tahmin ettirecek nitelikte olması arada güçlü bir irtibatın bulunmasından ileri gelir. Bu irtibat taksim, tenâsüp, tezat, mukabele, lüzum, lafız delâleti, anlam delâleti gibi alâkalardır (Âmidî, s. 262). Helâk edilen milletleri anlatan “وما كان الله ليظلمهم ولكن كانوا أنفسهم يظلمون” (Allah onlara asla zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydi) âyetinde (el-Ankebût 29/40), baştaki lafız ve anlam delâleti sondaki fâsıla kelimesini (يظلمون) söylenmeden bilme imkânı verecek derecede baş-son irtibatı sağlamıştır.
”مثل الذين اتخذوا من دون الله أوليآء كمثل العنكبوت، اتّخذت بيتاً، وإنّ أوهن البيوت لبيت العنكبوت“ (Allah’tan başka birtakım dostlar edinenlerin hali örümceğin haline benzer: O bir ev edinmiş, halbuki evlerin en çürüğü örümceğin evidir) âyetinde de (el-Ankebût 29/41) öndeki lafız ve anlam delâleti, sondaki “لبيت العنكبوت” terkibini söylenmeden tahmin etme imkânı verecek irtibatı temin etmektedir. Bu iki örnekte görüldüğü gibi, bazı açık irsâd misallerinde son kelimenin tahmin edilmesinde revînin bilinmesine de gerek kalmaz. Bazı durumlarda da âyette yakın âyetlere, şiirde diğer beyitlere, nesirde yakın fıkra secilerine bakılarak hem revî hem de kafiye / fâsıla sîgasının önceden bilinmesi mümkün olur.”وما كان الناس إلا أمّة واحدة فاختلفوا، ولولا كلمة سبقت من ربك لقضي بينهم فيما فيه يختلفون “ âyetinde (Yûnus 10/19)
İrsâd, belli bir isim verilmeden ilk defa İbnü’l-Mukaffa‘ (ö. 142/759) tarafından tanımlanmıştır. İbnü’l-Mukaffa‘ bir şiirin en iyi beytinin, başı duyulunca kafiye kelimesinin bilinebileceği beyit olduğunu söyler (Câhiz, I, 116). Bir manzumede yer alan beyitleri estetik açıdan sınıflandıran Sa‘leb “el-ebyâtü’l-muhaccele” ismiyle konuya temas etmiş ve bu tür beyitleri “ilk mısraının son kelimesinden kafiyesi anlaşılabilen, sonu (acüz) söz sahibinin amacını açıklar nitelikle olan beyitler” şeklinde tanımlamıştır. Kudâme b. Ca‘fer, “tevşîh” olarak adlandırdığı bu türü kafiye kelimesinin beytin diğer öğeleriyle uyumu nevinden saymıştır.
Ali b. Hârûn el-Müneccim irsâda “teshîm” adını vermiştir. Ona göre bu özelliği taşıyan şiir (müsehhem), ilk mısraını duyan dinleyicinin son mısraı duymadan kafiye kelimesini tahmin edebileceği şiirdir (Hâtimî, I, 152). Hasan b. Bişr el-Âmidî, belli bir isim vermemekle birlikte tenâsüp veya tezat uyumu ile bölümleme mükemmelliğinin bir gereği olarak parçalarının birbirine delâlet etmesini güzel sözün, beytin başı okununca sonunun nasıl geleceğinin bilinmesini de güzel şiirin niteliği olarak görür. Bu sanata teshîm denmesini uygun bulmayan İbn Vekî‘ ona “mutmi‘” (duyanda benzerini söyleme arzusu uyandıran şiir) adını vermiş ve “lafızları kulağa ulaşmadan anlamı kalbe erişen şiir” olarak tanımlamıştır. Ebû Hilâl el-Askerî buna “tebyîn” denmesini önerdikten sonra onu “başı sonunu haber veren, başı duyulunca sonu tahmin edilebilen beyit” olarak tanımlamış ve en iyi şiiri “başları ile sonlarının, lafızları ile mânaların yarışırcasına birbirine delâlet eden şiir” olarak nitelemiştir (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 425).
Bu sanata irsâd adını ilk veren âlim Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’dir (ö. 637/1239). Ardından Hatîb el-Kazvînî ile onun Telħîśü’l-Miftâĥ’ına şerh yazanlar ve bunlardan sonra gelen belâgat âlimleri aynı terimi kullanmışlardır. İbn Münkız ile Ziyâeddin İbnü’l-Esîr ve İbn Kayyim el-Cevziyye, tevşîhi irsâd karşılığı olarak değil farklı bir edebî tür şeklinde ele almışlardır. Diğer belâgat âlimleri, edebiyat münekkitleri ve bedîiyyât sahipleri çoğunlukla tevşîh, teshîm ve irsâd terimlerine aynı sanatı ifade etmek için yer vermişlerdir. İbn Ebü’l-İsba‘ tevşîh ile teshîm arasında üç fark bulunduğunu söyler. Teshîmde seci ve kafiye bilinmese de sözün başından sonu bilinebilir. Tevşîhte bunlar önceden bilinmedikçe son kelime tahmin edilemez. Teshîmde bazan sözün başı sonuna, bazan da sonu başına delâlet eder; tevşîhte ise sadece baş sona delâlet eder. Teshîmde sözün baş tarafı bazan beytin sonuna, bazan da başka yere delâlet ederken tevşîhte sadece beyit başı kafiyeye delâlet eder (Taĥrîrü’t-Taĥbîr, s. 264-265). Nüveyrî de bu iki terimi farklı görmüş ve İbn Ebü’l-İsba‘ın üçüncü sırada andığı farkı zikretmiştir (Nihâyetü’l-ereb, VII, 142).
Anlamın delâleti sebebiyle, şiir nihayete ermeden dinleyici tarafından sonunun tamamlanması Arap geleneğinde kaliteli şiirin özelliğidir. Şairler şiirlerinin bu hususiyetiyle övünmüşlerdir. İbn Nübâte es-Sa‘dî, “Toplumda okunduğunda bir coşku kaynağıdır onlar; kafiyeleri de başları söylenince bilinir” (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 357-358) anlamındaki beytinde şiirlerini bu özelliğiyle övmektedir. Ferezdak’ın, Cerîr’in bazı şiirleri kendisine okunduğunda şiirdeki muntazam dizim ve mükemmel uyum sebebiyle her beytin sonunu daha okunmadan tamamladığı kaydedilir (Tîbî, s. 394-398).
Sözün, baş tarafı okununca nasıl sona ereceğini tahmin ettirecek nitelikte olması arada güçlü bir irtibatın bulunmasından ileri gelir. Bu irtibat taksim, tenâsüp, tezat, mukabele, lüzum, lafız delâleti, anlam delâleti gibi alâkalardır (Âmidî, s. 262). Helâk edilen milletleri anlatan “وما كان الله ليظلمهم ولكن كانوا أنفسهم يظلمون” (Allah onlara asla zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydi) âyetinde (el-Ankebût 29/40), baştaki lafız ve anlam delâleti sondaki fâsıla kelimesini (يظلمون) söylenmeden bilme imkânı verecek derecede baş-son irtibatı sağlamıştır.
”مثل الذين اتخذوا من دون الله أوليآء كمثل العنكبوت، اتّخذت بيتاً، وإنّ أوهن البيوت لبيت العنكبوت“ (Allah’tan başka birtakım dostlar edinenlerin hali örümceğin haline benzer: O bir ev edinmiş, halbuki evlerin en çürüğü örümceğin evidir) âyetinde de (el-Ankebût 29/41) öndeki lafız ve anlam delâleti, sondaki “لبيت العنكبوت” terkibini söylenmeden tahmin etme imkânı verecek irtibatı temin etmektedir. Bu iki örnekte görüldüğü gibi, bazı açık irsâd misallerinde son kelimenin tahmin edilmesinde revînin bilinmesine de gerek kalmaz. Bazı durumlarda da âyette yakın âyetlere, şiirde diğer beyitlere, nesirde yakın fıkra secilerine bakılarak hem revî hem de kafiye / fâsıla sîgasının önceden bilinmesi mümkün olur.”وما كان الناس إلا أمّة واحدة فاختلفوا، ولولا كلمة سبقت من ربك لقضي بينهم فيما فيه يختلفون “ âyetinde (Yûnus 10/19)
öndeki “فاختلفوا” (ihtilâfa düştüler) ve “لقضي” (hüküm
verilirdi) ifadelerinin delâletleri, sondaki “فيما فيه يختلفون” kısmını bilme
imkânı verebilir. Ancak revî harfinin, önünde vâv bulunan nûn harfi olduğu
önceden bilinmezse “يختلفون” yerine “اختلفوا” olarak da tahmin yapılabilir.
Buhtürî’nin şu beytinde “savaşmak / barışmak, aziz / zelil, aziz eylemek /
zelil eylemek” şeklinde zıtlar arasındaki ilgi son kelimeyi söylenmeden
söyletecek güçtedir:”فإذا حاربوا أذلّوا عزيزاً / وإذا سالموا أعزّوا ذليلا
“(Savaştıklarında azizi zelil kılarlar, barıştıklarında ise zelili aziz
eylerler; Mecdî Vehbe Kâmil el-Mühendis, s. 17). Şu hadiste de sözün sonunun
nasıl geleceğini tahminde zıt, karşıt ve taksim ilgisinin etkisi görülür:”من جعله
أمامه قاده إلى الجنّة، ومن جعله خلفه ساقه إلى النّار“(Kim Kur’an’ı önüne
koyarsa onu cennete götürür, kim onu arkasına atarsa onu cehenneme sevkeder;
Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 358-359). Züheyr b. Ebû Sülmâ’nın şu beytinde üç
kısım olarak söz edilen zamanın taksiminin beytin sonunun nasıl geleceğini
bilmede irtibat sağladığı görülmektedir:”وأعلم ما في اليوم والأمس قبله / ولكنّي
عن علم ما في غد، عم “(Bugünde ve ondan önce dünde olanları bilmekteyim, ama ben
yarın olacakların bilgisinden yoksunum).
Nutfe, aleka, mudga, kemiğe ve ete bürünme şekillerinde insanın yaratılış evrelerinden söz edildikten sonra âyetin “ثمّ أنشأناه خلقاً آخر” (Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik; el-Mü’minûn 23/14) kısmına gelince vahiy kâtibi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, öndeki bu lafız ve anlam delâleti sebebiyle kendisini tutamayarak “فتبارك الله أحسن الخالقين” (Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir) şeklinde ekleme yapmış, bunun üzerine Hz. Peygamber de “Yaz, böyle indi” demiştir (Tîbî, s. 396-397).
BİBLİYOGRAFYA:
Tehânevî, Keşşâf, II, 551-552; III, 1450; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 115-116; Sa‘leb, ĶavâǾidü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1948, s. 71; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 167-168; Âmidî, el-Muvâzene (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1363/1944, s. 262-263; İbn Vekî‘, el-Münśıf fî naķdi’ş-şiǾr (nşr. M. Rıdvân ed-Dâye), Dımaşk 1402/1982, s. 68-69; Hâtimî, Ĥilyetü’l-muĥâđara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, I, 152; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 425-428; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 616-620; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 160-161; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), III, 206-216; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 263-267; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 137-138, 142-143; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 492-493; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 394-398; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâžü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 355-359; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1309, s. 422; Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 17.
İsmail Durmuş
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=220448
Nutfe, aleka, mudga, kemiğe ve ete bürünme şekillerinde insanın yaratılış evrelerinden söz edildikten sonra âyetin “ثمّ أنشأناه خلقاً آخر” (Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik; el-Mü’minûn 23/14) kısmına gelince vahiy kâtibi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, öndeki bu lafız ve anlam delâleti sebebiyle kendisini tutamayarak “فتبارك الله أحسن الخالقين” (Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir) şeklinde ekleme yapmış, bunun üzerine Hz. Peygamber de “Yaz, böyle indi” demiştir (Tîbî, s. 396-397).
BİBLİYOGRAFYA:
Tehânevî, Keşşâf, II, 551-552; III, 1450; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 115-116; Sa‘leb, ĶavâǾidü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1948, s. 71; Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 167-168; Âmidî, el-Muvâzene (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1363/1944, s. 262-263; İbn Vekî‘, el-Münśıf fî naķdi’ş-şiǾr (nşr. M. Rıdvân ed-Dâye), Dımaşk 1402/1982, s. 68-69; Hâtimî, Ĥilyetü’l-muĥâđara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, I, 152; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 425-428; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 616-620; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut 1402/1982, s. 160-161; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), III, 206-216; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 263-267; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 137-138, 142-143; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 492-493; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî), Beyrut 1407/1987, s. 394-398; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eŧ-Ŧırâžü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 355-359; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1309, s. 422; Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 17.
İsmail Durmuş
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=220448