Sabahattin Gencal |
Bugün 22. 03. 2022 Salı. Oğlum Fuat, sabahleyin beni Mimarsinan Mahallesi’ndeki bir bankaya götürdü. Bankada işimiz bitince bu sefer Hamidiye’deki Aile Sağlık Merkezine götürdü. Oradan eczanelere uğradık. Sonra Ümraniye’ye indik. Dönercide yedikten sonra Vergi dairesine gittik. İşlerimiz bittikten sonra sağ salim yuvamıza döndük. “İmanım gevredi” der bazıları. Bizim yörede de “Sanki Ancumah’tan (şahane bir mesire yeri) yük indirdim.” deriz. Öylesine çok yoruldum. Sanki dersin, yaya yürüdüm de soluğum kesildi. Eve gelir gelmez kafayı hemen yere vurdum.
Biraz önce otomatik olarak kalktım. Benim vücudum otomatiğe bağlıdır. Yorgunluk morgunluk tanımaz.
Ve
şimdi klavyenin başındayım. Saat 19.16. Namaz vaktine kadar birkaç dakika
klavye muhabbeti yaptıktan sonra bir karara varırım inşallah.
Efendim
içimden, bugünkü gözlemlerimi yazmalıyım, diyorum. Yine içimden zerrece bir
yararı olmayacak şeyleri yazmanın âlemi ne? diyorum. Hem sonra Allah’a şükürler
olsun durumun iyi. Allah devlete ve millete bir zeval vermesin emekli aylığı
alıyorsun. Sağlık giderlerini de karşılıyor devlet. Kirâ vermediğin gibi ek
gelirlerin de var. Çocukların bir dediğini iki etmiyor... Daha belânı mı
arıyorsun? Yazmayayım değil mi?
Bir
de şu var: Bu yüce devlet beni, aziz milletimin parasıyla senelerce parasız
yatılı okuttu. Yine parasız izinli sayarak okuttu. Ölünceye dek emekli aylığı
da az çok veriyor. Eee. Son nefesime kadar katkı sağlamayayım mı? Benim
katkımdan ne olacak ki, demeyelim İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca
gibi olmayayım mı?
Dostlarım.
Beni okuyan bir avuç okurdan birisiniz. Nazım ancak size geçiyor. Onun için
size yazınca sanki sizin vasıtanızla cümle âleme duyurmuş gibi oluyorum.
Bakın
ne diyorum? Gözlemlerimi aklıma geldiği gibi, moda deyişle organik olarak
yazacağım. Siz uygun bulduklarınızı adreslerine iletiverin lütfen. Ama
iletiverirken dikkatli olalım. Ben usturuplu yazamıyorum. Siz öyle usturuplu
yazın ki Cumhurbaşkanına hakaret olmasın. Öyle usturuplu yazın ki uyuyan
milletvekillerine hakaret olmasın. Hakaret bize de size de yakışmaz.
Allah
Allah. Öğretmen olarak birçok yazma kuralı öğretirdik öğrencilere. Şimdi de bu
kurallara ek madde koymalı. “Kimseye hakaret olmamalı” yazıda. Zaten yazıda
hakaret olmaması esastır. Neyse bu tür deyişlere alışığız. Örneğin; birisini mi
seçeceğiz, doğru ve dürüst olmalı diyoruz, başka şeyler diyoruz. Ya bunlar
insan olmanın bir meziyeti zaten.
“Daha
başlamadan yorulduk mu?” diyorsunuz. Demek siz de benim gibi oldunuz. Hiç
sormayın bu günler yorgunluklar diz boyu. Gözlemlerimin ana maddesi bu: Toplum
yorgun, toplum halsiz, mecalsiz. Toplum kazanda tedrici olarak ısıtılarak
uyuşturulan kurbağa gibi (Bakınız Kurbağa sendromu) Allah’tan ümit kesilmez
tabii. Neyse şimdi sırasıyla anlatalım:
Bankada
sıramızın gelmesini beklerken insanımızı gözlüyorum. Üstünü başını değil
birbirlerine karşı tavırlarını, sözlerini, fısıltılarını. Oturup kalkmalarını,
bezmişliklerini vb.
Sıramız
geldi. “Siz üst kata çıkacaksınız” dedi gişe memuresi. Vay be. Babadan kalan
miras parası bizi üst kata çıkarttı. Merdivenden çıkarken alttakilere arada bir
bakıyorum. Şimdi düşünüyorum. Zemin kattan birinci kata çıkarken böyle şişer
gibi oluyoruz. Ya 10 kat, 20 kat çıkanlar. Ya gökdelendekiler. Demek ki onların
gözünü gökteki karadelikler doyurur. Benzetmelerim yerinde olmadı galiba.
Üst
katta, Merkez Bankasının döviz kurunu açıklamasını beklememizi söylediler.
Tamam. Biz de bu katı gözleriz, dedik. Müdür Beyin odasına gidip gelen bir
memure dikkatimi çekti. Sonra her bir masadaki Türk kahvesi. Daha doğrusu
fincanları bizim gençliğimizde kullandığımız fincanlara benzettim. Asaletli,
öyle kupaymış, şuymuş buymuş. Demek ki sınıf farkı az çok var. Evet, aşağıdan
bir memur geliyor, burada aynı pozisyonda çalışan memura karşı saygı duruşu.
Görüyor musunuz nelere dikkat ettiğime. Vatandaşa gelince. Onu da Fuat’a
sordum. Dedi ki zaten bir bayan geldi, biri daha geldi ve gitti. Bu ne demek
oluyor? Bundan böyle herkes zeminde kalacak. Ancak bizim gibi miras alanlar
veya başka biçimde vurgun yapmasını bilenler üst kata veya katlara çıkabilecek.
Arkama
bakmadan bankadan çıktım. Doğru aile hekimliğine. Bu arada şunu söyleyeyim: Bir
aile hekimimiz var ki anlatamam. Çok ilgi gösteriyor, saygı gösteriyor. Mahcup
oluyorum doğrusu. Onun şahsında bütün doktorlarımıza canı gönülden teşekkür
ederim. Aslında böylesi kişiler örnek
olarak gösterilmeli, ama beceremiyoruz işte. Zaten ben sevgisini belli edemeyen
biriyim.
Bir
eczaneye gittim. Bir ilâcın piyasada olmadığını söyledi. Başka eczanelerden
arayacakmışım. Bereket gittiğim ikinci eczanede ilacı buldum. Yalnız Cumartesi
günü eksiklikleri tamamlayacak. Eczacı sordu bana; Nerede oturuyorsun? Şurada.
Ee... İyi. Peki, nerden icap etti. Yükün ağırda ondan. Gerçekten bir torba
dolusu ilâç. Ama biz daha ölmedik. Evet, yaşlıyız, ama bizim ölümüz tutar bu
kadarını. Biz ne yükler tuttuk. Hem de çocuk yaşlarda. Bize eski toprak onun
için mi diyorlar?
Şimdi
dönercideyiz. Patron Fuat’ın arkadaşı. Ooo, herkes hoş geldin diyor. Hal hatır
soruyor. Ne güzel be. Masaya daha oturmadan doyuyor insan. Demek ki böyle
samimi ortamları, samimi dostlukları özlemişiz. Ah, bizim zamanlarımız başkaydı
değil mi? Dönerciden de yazacaklarım var:
Yanında
ayran, pilâv üstü dönerimizi iştahla yerken. Dönerci ile Fuat’ın
konuşmalarından bir cümle yakaladım: Patron, dönere zam yapmak mecburiyetinde
kaldığımız için öğrenciler az geldi bugün deyince Fuat’ın ağzından, ciğerinden “Ayy!”
diye bir ses çıktı. Çocukları çok seven emekli bir öğretmenin nasıl olduğunu
siz düşünün. Ekmek içi döner 6 liraydı, 8 liraya çıkınca bazı öğrenciler
gelemedi. Patron en ucuz biz veriyoruz. Dönüp yine bize gelecekler diyor. Yani
alışırlar. Rahmetli Eski Cumhurbaşkanlarımızdan Turgut Özal’ı hatırladım. O,
çok söylerdi; alışırlar, alışırlar. Bu kurbağa sendromunu da onun zamanında
duymuştum. Şimdi de alışıyoruz. Bu arada patron, bir alıcı olsa dükkânı
devrederdim, diyor. Demek esnaf da memnun değil. Hiç kimse memnun değil
yerinden...
Vergi
dairesine gittik. Orada çok bekledim. Çok öykü kahramanı olunca hiç birini tam
olarak gözleyemiyor insan. Bir afiş gözüme ilişti. Solmuştu. Belli ki önceden
asılmış. Sözleri tam hatırlayamıyorum. Ben deyince siz hatırlayacaksınız. Bir
köprü fotoğrafı üzerinde “Siz vergiden biz hizmetten sorumluyuz.” mealinde bir
söz. Ya, ilk zamanlarda Deli Dumrul’un köprülerine benzetmeler çoktu.
Şimdilerde Karadeliklerden söz ediliyor. Bunun üzerinde durmuyorum. Zaten
hepiniz biliyorsunuzdur. Ben üst akıldan söz ediyorum. Öyle bir akıl ki bu
yapılanları reklâm konusu yapabiliyorlar. Ve de, kimileri tırmıkla para
toplarken kimileri de oy topluyor. Hem de gönüllü oylar. Biz aklın ortasını
yani hikmeti yeğleriz. Bunlar ifrat derecesinde akıllı veya kurnaz... Yukarıda
dedim ya, usturuplu yazamıyorum. Bu konulara girip belâ aramayayım; ama siz
suya sabuna fazla dokunmadan mesajımı iletiverin.
Bu
arada muhalefete de selâm söyleyin: Bizim yörede bir söz vardır: “Ey gidi kafa
hiç gitmedi mi Of’a.” Bunlar Of’a gitmeyi ihmal etmesinler. Yurttaşlarımıza da “Biz
kısa zamanda düzeltiriz, müzeltiriz
demesinler.” Anladığım kadarıyla öyle durumdayız ki kolay kolay bu
zihniyet düzelmez, bu enkaz kalkmaz.” Onun için yarın aziz milletim tekrar
ümitsizliğe kapılırsa işte o zaman hepimizi Allah(cc) korusun.
Sevgili
dostlarım, bildiğiniz gibi sizlerin samimiyetine güvenerek özenmeden bezenmeden
aklıma gelenlerin binde birini yazmış bulunuyorum. Bunların düzelterek aktarın
ki yarın öbürgün milletin moralini bozuyor demesinler. Sanki millette moral varmış
gibi. Yetkililer, tebdili kıyafet yapıp bir beş saniyecik milletin arasında
bulunsalar...
Dostlarım,
yorgunluğumu bu yazılarımdan da anlıyorsunuzdur.
Ben
yorgun, millet yorgun. Bu yorgunluklarımızı, yine o bayatlamış numaralarla fırsata
çevirme gayretinde olanların bir saniyecik düşünmelerini gönülden istiyorum.
Sonuçta kardeşiz biz. Kardeşliğin gereğini, vakit geçirmeden, daha fazla batağa
saplanmadan yapalım artık.
Sabahattin GENCAL,
Çekmeköy-İstanbul, 22. 03. 2022