Sabahattin Gencal, Sancaktepe, 2020 |
Yazın
dünyasında Montaigne’i (1533-1592) tanımayan yoktur sanırım. Ben de gençliğimde
görüşürdüm kendisiyle. Kendisine denemenin babası, üstadı vb. diyenler
olmuştur; ancak bence o ne babalığı ne de üstatlığı kabul eder. Hatta denemeci
olduğunu da kabul etmezdi sanırım. Zaten hiçbir denemeci deneme yazıyorum,
dememiştir.
Montaigne’nin; “Her insanda insanlığın bütün halleri görülür.” mealindeki bir sözü fena etkiledi beni. Bizim Yunus’un; “Bir ben vardır bende benden içeri.” sözünü çözmeye uğraşan; yine Yunus gibi “halden hale” geçen biri olarak Montaigne’nin sözünü gelişi güzel yazılarımın gerekçesi yaptım. Her halde yanlış yapmışımdır. Montaigne kural tanımayabilirdi, uyuma dikkat etmeyebilirdi; ama Sa-Gen’e bu yakışmazdı. Öyle ya doğumundan bugüne özel yaşantısında kurallarından bir milim şaşmayan dosdoğru çizgiyi takip eden Sa-Gen’in yazılarında da böyle olması beklenirdi.
Beklentilere göre yazı yazmak sipariş
üzerine yazı yazmak gibidir ki böyle yazılar da ne derece samimi
olabilir bilemiyorum.
Gençliğim
de bir de Francis Bacon (1561-1626) ile arada bir görüşürdüm. Onun denemeleri
makale gibidir. Öyle “daldan dala” atlamak yok, uyumsuzluk yok. Sonra her şeyin
ortasında bilim olmalı. Disiplin üst düzeyde; kısaca benim kuralcılığım onun yanında
hiç kalır. Hem o benim gibi demokrat değil otokrasiden yana makyavelist
biriydi. Hem dine de önem vermezdi. Kısaca, Bacon bizim gibilere pek önem
vermezdi. Hem ben de onun karakaşına hevesli değildim; ama bazı yazılarımda
özellikle araştırma ve inceleme tipi yazılarımda onun gibi yazmaya çalışırdım.
Öyle ki sanırsın makale yazıyorum. Sonra bir bakarsın Montaigne gibi aklıma
geleni yazıvermişim. İşte bu nokta okuyucularımın şaşırdığı nokta oluyordu.
Tabii, okuyucular da haklı; ancak ben, bu
iki deneme kutbunu sözde birleştirmeye çalışıyordum. Ama olmadı. Sen kim
yeni bir tarz üretmek kim...
Deneme aslında yazarın kendisiyle
konuşması gibidir. Ancak biz bunu başaramadık. Açıkça, bunu
başaramıyorum demedik şimdiye kadar. Bunun yerine bahaneler ürettik. Sonra
ürettiğim bahanelere ben de inanmaya başladım. Anlatıvereyim, belki siz de
inanacaksınız:
Yazı
masam duvara dayalıdır. Tam karşımda üst tarafında “ÖNCE KENDİNİ GÖR SABAHATTİN
GENCAL” yazılı klasik çerçeveli büyük bir ayna asılıdır. Sözü sanki bir başkası
fısıldıyor bana. Çocuklarıma dedim ki; “Ben ölünce gör kelimesinden sonra bir
nokta koyun.” O zaman Sa-Gen’in insanlara bir mesajı olmuş olur. Neyse konumuz
bu değil. Yazmaya başlayınca aynada beni görürüm. Sonra Yunus gibi olur
içimdeki benleri görürüm. Bazen de aynadaki ben kaybolur yerine sen gelirsin
seni görürüm. Bu ben sen konusu da Mevlâna’dan yadigâr. “Ben sen oldum; sen de ben oldun! Ben ten oldum; sen de can oldun! Öyle
bir hale geldik ki bundan sonra hiç kimse; 'Sen ayrısın, ben ayrıyım!'
diyemez!" (Mevlana) Bu sözün anlamı derin. Derinde boğulma tehlikesi var. Onun
için sadece şu kadarını söyleyeyim. Denemenin yazarın kendisiyle konuşmak
olduğu kuralını bir söze dayanarak bozmuşuz.
Gençliğimde
tanıştıklarımdan söz ediyordum değil mi? Ah! O günler de çevrem çok genişti.
Bir gün Cemil Meriç (1916- 1987) kulağıma bir şey fısıldar, bir gün Nurettin
Topçu (1909-1975) fısıldar. Bir başka gün Ziya Gökalp (1876-1924) ile
karşılaşır, bir başka gün Suut Kemal Yetkin (1903-1980) ile. Yetkin’e karşı
mahcubum; çünkü onun estetiğini hâlâ anlayamadım.
Sadece
bu saydıklarım mı bana örnek oldu? Elbette sadece bunlar değil. Sadece bunlar
dersem nankörlük yapmış olurum. Dünyanın
dört bucağından sayısız yazar, şair ve düşünürlerle az çok konuştum. Hepsi de
bana yardımcı oldu.
Etkilendiğim
yazarları belirtmek için mi bu yazıyı yazıyorum? Hayır. Kesinlikle hayır. O
halde?
Ben,
zaman zaman yazdığım gibi, bazen de tanıyanlarımın tanık olduğu gibi unutma
illetine yakalandım. Yani “Hafıza-i
Beşer nisyan ile maluldür” yaygın sözünün doğruluğunu tecrübe ile öğrenmiş
bulunuyorum.
Şimdi
aklınızdan geçiyordur, peki bu kadar ismi hem de doğum tarihlerine varıncaya
kadar nasıl hatırladı? Peşinen yazayım: Google yardımıyla. Takdir edersiniz ki
yazı yazarken Google’a bakmak yazının lezzetini kaçırıyor. Demek istediğim?
İşte burası çok mühim...
Babaannemin
bir sirke küpü vardı. Elma kabukları, bazen de armut kabukları atardık
içine. Bazen dallarından düşerek
zedelenen elmaları bütün bütün atardık... Belli bir zaman sonra mis gibi sirke...
Eee,
sadede gelelim. Artık, biz de arada bir de olsa sirke küpümüzü açacağız. Sirkemiz,
mis kokulu sirke olmamıştır belki; ancak dertlere deva olacak sirke olmuştur
inşallah.
Taa
ilkokuldan beri okul kitaplarına kadar girmiş bir deyim var; “yüzü sirke satmak”. onun için hiçbir yazar sirkeden söz etmemiştir, etmez de. Ancak benim gibi -saf
mı desem, samimi mi desem ne desem bilmiyorum- olanlar sirke işine girebilir.
Sa-Gen Şifa Sirkesi,
haftada bir 2 kaşık.
Sabahattin GENCAL,
Çekmeköy-İstanbul, 16. 03. 2022