Edebî Sanatlar


İtnâb (Sözü
uzatmak)
Belâğat, sözün yerinde (fesâhat kurallarına uygun
olarak) ve zamanında (muktezây-ı hâle uygun) söylenmesidir. Belâğat ilmi;
meânî, beyân ve bedî’ olmak üzere üç temel edebî sanata sahiptir.Bunlardan;
Meânî, sözün yerinde kullanılmasını, muhatabın haline uygun söylenmesini sağlar.
Meânî, sözün yerinde kullanılmasını, muhatabın haline uygun söylenmesini sağlar.
Beyân, mânânın farklı uslûplarla, çeşitli yollarla
ifade edilmesidir.
Bedî’ ise, lafız ve
mânâyı güzelleştirme usûl ve kaidelerinden bahseden ilim dalıdır.
Meânî; sözün yerinde kullanılması
ile ilgili bir ilim dalıdır. Îcâz, musâvât ve itnâb, bu ilim dalı içerisinde yer alan edebî sanatlardandır.
1.
Az kelimelerle çok mânâlar ifade etme uslûbuna îcâz denmektedir.
2.
Cümlede lafızlarla anlamlar eşit miktarda yer
alıyorsa bu tür ifadelere, musâvât denir ki
genelde halkın konuşması bu tarzdadır.
3.
Eğer bir maksad, alışılagelmiş şeklin dışında
daha çok lafızlarla anlatılıyorsa bu ifade biçimine de itnâb denir
Bir ibarenin uzunluk ve kısalığını belirlemenin ölçütü,
günlük dildir. Sözün muktezâyı hâl (= sözün gereği)e uygun olarak ifade edilmiş
olup olmaması da bu konuda esas alınan ikinci derecede başka bir ölçüttür.
Bir edebî sanat olarak itnâb; sözlükte, أطنب fiilinin mastarı olupsözü
uzatmak mânâsına gelir.Terim olarak; herhangi yeni bir
fayda için, maksadı, alışılagelmiş ibâreden fazla ibâre ile ifâde etmeye itnâb
denir.Diğer bir ifâdeyle itnâb, insanların alışık olduğu lafızlardan
daha fazla lafızla, gereksiz doldurma ve gereksiz uzatmaya kaçmaksızın maksadı
dile getirmektir. İtnâb sanatından bahsedilirken onun sözü uzatmak anlamına
gelen tatvîl olmadığına vurgu
yapılır.
Yerine göre bazen îcâz bazen de itnâb daha üstündür. Tatvîl ise gereksiz yere sözü uzatmak olup,
hedefe giderken kısa yol varken bilmeden uzun yola girmektir. Sözde yerine
göre hem îcâza hem de itnâba ihtiyaç vardır. İtnâb bir belâğat iken tatvîl ise söz kusurudur.
*
Edebiyat terimi olarak itnab ne demektir?
Bir çeşit dolaylama. Sözü gerektiğinden fazla, lüzumsuz yere
uzatmak; fazla tafsilat vermek. Îcâzın zıddıdır.
Nef ‘î der ki:
Dua ile sözü hatmedelim, zira
hakikatte
Sözün gevher olursa yeğdir
itnâbından îcâzı.
İtnabın, meramı iyice anlatmak maksadıyla yapılanı
makbûlsayılır; tekrîrler gibi.
Ey dil ey dil niye bu rütbede
pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i
mutalsamsın sen
Şeyh Galib
Bugünkü Türkçeye “Ey gönül, ey gönül; niye bu kadar gamla
dolusun sen? Virane olduğuna bakma, tılsımlı bir definesin sen” şeklinde
aktarabileceğimiz beyitte, “ey dil” ve“sen” sözcükleri tekrar edilse de, makbûl bir
itnab vardır.
İfadeye hiçbir faydası olmayan söz artıkları makbûl
sayılmayan mümil
itnabdır. Aşağıdaki beyitte bu türden bir itnab görülür:
Var mı hele söylenilmedik söz
Kalmış mı meğer denilmedik söz
Şeyh Galib
(Prof.Dr.Turan Karataş / Edebiyat Terimleri Sözlüğü)
*
Edebiyat Terimi Olarak İtnab : Sözü, gerektiğinden fazla
kelime veya cümle ile uzatma. İcaz'ın karşıtı. İkiye ayrılır:
1. İtnab-ı makbul: Makbul sayılan söz katmadır. Bu
çeşitte anlam pekiştirilir, anlatılacak şey abartılır, kastedilen husus fazla
tasvir edilir ve üçü birden sağlanır. Örnek: "Yalıların
en tabii ve en lüzumlu gezinti vasıtası sandallar! Sade yalıların mı?
Boğaziçi'nde herkesin her an, en çok, onlar işine yarıyor. Mehtapla gezginci,
sâzende köşkü onlar, saz dinleyicilerin mevkibi onlar, yerine göre
madrabazların balık deposu onlar, sebze dükkanı, dondurmacı dükkanı, onlar;
yörük manav sergisi onlar, tatlı su damacanalarının ambarı onlar, hasta sedyesi
onlar..." Ruşen Eşref Ünaydın
2. İtnâb-ı mümel: Makbul sayılmayan söz katmadır. İtnab-ı mühil de denir. Haşv-ı kabih'ler ve tekrarlar makbul
sayılmayan söz katmanlarıdır. Örnek:
Duâ ile sözü hatmedelim, zîrâ
hakikatte
Sözün gevher olursa yeğdir
itnâbından îcâze
Nef'î
(http://www.dersimiz.com/terimler-sozlugu/Itnab-Nedir-1653.html)
*
Haşv ya da Haşiv
Yazıda gereksiz söz
bulunması. Eş anlamlı sözcüğü sık sık kullanmak, anlam için gerekli olmayan
kelimeler bulundurmak, aynı fikri değişik kelimelerle tekrar etmek, aynı anlama
gelen kelimeleri art arda söylemek, yazıya yabancı fikir ve hayal karıştırmak haşivdir.
Eskiler seci, söz sanatları ve vezin için yazı veya şiire
fazla söz katarlardı.
Edebiyatımızda haşiv örnekleri çok fazladır. Ü (ve) edatıyla
bağlanan eş anlamlı sözler sık sık kullanılmıştır. Örnek:
Ahd ü peyman, bey ü füruhi, ceng ü harb, etraf ü cevanib,
feth ü küşad, ferid ü yekta, ilm ü irfan, medh ü sitayiş, sehl ü asan, vak ü
zaman...
Şeyh Galib’in şu beyti haşvin açık bir örneğidir:
Var mı hele söylenmedik söz
Kalmış mı meğer denilmedik söz
Haşv müfsid ve gayr-i müfsid olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Haşv-i müfsid: Anlatımı bozan söz
kalabalığı için kullanılır. Yazarın neyi nasıl anlatacağı hakkında kesin fikri
olmazsa fikir anlaşılmaz hale gelir, maksat ifade edilmez.
2. Haşv-i gayr-i müfsid: Fikri anlaşılmaz
hâle sokmayan söz kalabalığı için kullanılır. Kabîh, malih ve mutavassıta olmak
üzere üçe ayrılır.
a. Haşv-i kabîh:
İfadeye çirkinlik veren fazlalıklar. Söylenmiş bir fikrin eş anlamlı
kelimelerle tekrarlanmasında kabîh haşiv görülür.
b. Haşv-i melih: Söze
güzellik ve kuvvet kazandırmak için söylenir. Gereksiz gibi görünen bu sözler
ikinci derecede anlam ifade ederler.
c. Haşv-i
mutavassıta: İfadeye güzellik vermediği gibi çirkinlik de vermeyen fazla söze
denir. Pek fark edilmeyen eş anlamlı kelimelerin tekrarıyla meydana gelir.
Bir beytin iki
mısrasının baş ve son parçaları arasında bulunan parçalara da haşiv denir.
=================
Kaynaklar:
http://www.dersimiz.com/terimler-sozlugu/Itnab-Nedir-1653.html
http://www.samanyoluhaber.com/bilgi/soru/Edebiyatta-Itnab-Nedir_1487/
http://repository.erciyes.edu.tr/bilimname/files/original/
http://www.sozluk.net/osmanlica/ITNAB.htm
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/kuranda-edebi-sanatlar
http://www.fizan.net/itnab.html
ITNÂB
Itnâb, kastedilen mânâyı daha çok kelimeyle ifade etmektir.
Birçok çeşidiyle Kur'ân'da mevcuttur, "Müşriklerin
vay haline, onlar ki zekâtı vermezler"(Fussilet, 41/6-7).
Müşriklerin zekât vermeleri düşünülemez. Maksad, mü'minleri zekât vermeye
teşvik, vermemekten sakındırmaktır. Zekât vermemeyi Allah müşriklerin bir
sıfatı olarak göstermiştir.
"Meleklerin hepsi topluca
secde ettiler" (Hicr, 15/30) âyeti ise te'kid için yapılmış bir
ıtnabtır.
Görüldüğü gibi Kur'ân, bir şiir veya bir edebiyat kitabı
olmamakla beraber edebî sanatları en güzel bir şekilde kullanmış, her
sûresinde, her âyetinde edebî bir mu'cize olduğunu göstermiştir. Onun maksadı
edebî sanat yapmak değil, insanlara hidâyet kaynağı olmak, Yaratıcısı'nı ve
kâinatı insana anlatmaktır. Şüphesiz, ne edebî sanatlar bu kadar az, ne de
Kur'ân'daki örnekler bunlarla sınırlıdır. En meşhur sanatlara, sadece bir veya
iki âyetle örnek verdik. Zikrettiğimiz âyetler sadece edebî yönden bile
Kur'ân'ın ne büyük bir mu'cize olduğunu göstermektedir. Bunun aynı zamanda ümmî
bir Nebînin mu'cizesi olduğu da unutulmamalıdır.
Yusuf BAYRAM – Sabri ÇAP
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/kuranda-edebi-sanatlar
*
ITNÂB
(الإطناب)
Bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi
anlamında belâgat (meânî) terimi.
Sözlükte “Uzun çadır
ipi, sinir, ağaç kökü damarı” anlamlarına gelen tunb isminden veya “atın
sırtının ve ayaklarının uzun olması” demek olan taneb kökünden if‘âl babında
masdar olup “develerin uzun dizi halinde gitmesi, bir yerde uzun süre ikamet
etme, rüzgârın şiddetle esmesi, sözü abartma ve uzatma” gibi anlamlara gelir.
Meânî ilminde sözler içerdiği lafızların sayısı ve ifade
ettikleri mâna itibariyle îcâz, müsâvât ve ıtnâb olmak üzere üçe ayrılır. Az sözle çok şeyi anlatmaya îcâz, bunun zıddına ıtnâb, lafız ve anlamın sayı itibariyle
denk olmasına da müsâvât adı
verilir.
Sözün anlamı ifadeye yetmeyecek derecede kısaltılmasına da ihlâl denir.
Îcâz ve ıtnâbın ölçüsünü günlük konuşma dilindeki halkın
geleneği belirler. Ayrıca muhatabın durumu ve hitap konusu da bu mevzuda
belirleyici bir ölçüdür. Nitekim yaşlılık hakkındaki, “Yâ
rabbi, kemiklerim zayıfladı, başımdaki saçlar ak pak oldu” (Meryem 19/4)
âyeti örfe göre ıtnâbdır. Çünkü
konuşma dilinde ve halkın örfünde bu düşünce, kısaca “yaşlandım” kelimesiyle
ifade edilir. Ancak bu âyet konusu bakımından da îcâz sayılır. Çünkü âyette gençlik günlerinin sona erip yaşlılığın
bütün dertleriyle gelip çattığı bir dönemden ve bundan duyulan üzüntü ve
özlemden söz edilmektedir. Bunun uzun ifadelerle tasviri edebî açıdan uygun
düşmektedir.
Ebû Amr b. Alâ, Halîl b. Ahmed, Câhiz, İbn Cinnî ve İbn
Sinân el-Hafâcî gibi eski edipler ve belâgat âlimleri itâle, tatvîl, bast, iksâr, teksîr, istıksâ, ishâb ve tezyîl gibi
terimleri ıtnâbla eş anlamlı olarak
kullanmışlardır (Câhiz, el-Beyân, I, 91, 195; Ebû Hilâl el-Askerî, s. 413-415;
İbn Sinân el-Hafâcî, s. 205-208).
İbn Sinân tezyîl ve ishâb adını verdiği ıtnâbı, “bir düşüncenin gereğinden fazla lafızla
ifadesi” şeklinde tanımladıktan sonra onu tatvîl (itâle) ve haşivden de
ayırmış, yararsız ve belirsiz ziyadeye tatvîl,
yararsız ancak belirli olan ziyadeye de haşiv
adını vermiştir.
İbn Sinân, haşvin genellikle vezin gereği veya seci amacıyla
yapıldığını söyler (Sırrü’l-feśâĥa, s. 219-220). Meselâ Zebbâ’nın ألفى قولها كذباً
ومينا (Sözünü yalan dolan buldu) mısraında “kezib” ve “meyn” kelimeleri aynı
anlama (yalan) geldiği için biri fazladır, fakat hangisinin fazla olduğuna dair
bir delil bulunmadığı için bu söz tatvîldir. Yine ذكرت أخي فعاودني / صداع الرأس
والوصب ” (Kardeşim aklıma geldi de yine baş ağrım ve rahatsızlığım depreşti)
mısraında “sudâ‘” kelimesi baş ağrısı demek olduğundan “re’s” (baş) kelimesi
fazladır. Fazlalığın belirli olması sebebiyle mısrada haşiv vardır.
Itnâbı mübalağa bildiren bir tekit türü sayan Ziyâeddin
İbnü’l-Esîr ile daha sonraki belâgat âlimleri de ıtnâb, tatvîl ve haşvin
farkları konusunda aynı şeyi söylemişlerdir (el-Meŝelü’s-sâǿir, II, 345).
Beliğ sözde ölçü olarak îcâzı savunanlara karşı ıtnâbın daha
beliğ olduğunu ileri süren belâgat âlimlerinin yanında îcâzın da ıtnâbın da
beliğ olabileceği durumlar bulunduğunu söyleyerek bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışanlar
da vardır. Itnâbın daha beliğ olduğunu savunanlara göre dil bir düşüncenin
ifadesidir. Bu da muhatabı açık ve doyurucu sözlerle ikna etmekle gerçekleşir.
Bu bakımdan en beliğ söz en açık ve maksadı en iyi anlatan sözdür. Bir söz
anlatılmak istenen şeyi bütünüyle kapsamalıdır. Bu da ancak uzun sözle mümkün
olur. Ayrıca onlara göre ıtnâbın hitap
alanı îcâza oranla daha geniştir. Çünkü ıtnâb hem halk hem de kültürlü kesime
hitap ederken îcâz sadece kültürlü kimselere hitap eden bir üslûptur.
Îcâzı “maksadı tam anlatan veciz söz”, ıtnâbı “bir yarar
ve amaç için uzatılmış söz” olarak
tarif eden Ebû Hilâl el-Askerî bu konuda uzlaşmacı bir yol takip eder
(Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 209). Her çeşit sözde îcâza da ıtnâba da ihtiyaç
olduğunu söyler ve îcâzın gerekli olduğu yerde ıtnâb, itnâbın gerekli olduğu
yerde îcâz üslûbu kullanmanın aynı derecede yanlış olduğuna dikkat çeker.
Yararsız ve amaçsız olarak uzatılmış söze “tatfîl” ve “tatvîl” adını vererek
bunun ifadede âcizlikten kaynaklandığını belirtir (a.g.e., a.y.).
Itnâbın belâgattaki yeri çok eski dönemlerden beri
sorgulanagelmiştir. Ebû Amr b. Alâ’ya (ö. 154/771) göre eski Arap edip ve
şairlerinden çoğunun anlaşılmak için sözü uzatmayı, ezberlenmesi için de kısa
tutmayı tercih ettiklerini belirtmişlerdir (a.g.e., s. 211). Müberred’in kadim
Araplar’ın sözlerinde üç anlatım tarzı (îcâz, ıtnâb, îmâ) bulunduğunu söylemesi
de bunu teyit etmektedir (el-Kâmil, I, 17). Halîl b. Ahmed, kitaplarda anlatma
ve açıklama bölümlerinin ıtnâb, ezberlenecek kısımların ise îcâz üslûbu ile
kaleme alınmasını tavsiye eder. Ebû Ya‘kūb el-Hureymî de yerinde yapılan bir
ıtnâbın daha tesirli olduğunu söyler (Ebû Hilâl el-Askerî, s. 413).
Eski Araplar’da kabileler arası çatışmaları sona erdirmek
için yapılan konuşmalarla hükümdarlara sunulan kasidelerde ıtnâbın tercih
edilmesi bir gelenekti. Önemli olayların anlatımında, mev‘iza ve nasihatlerde
ıtnâb üslûbunun kullanılması makbul sayılmıştır. Şu âyette, hükmün
reddedilmesini ifade eden inkâr soruları ve tekrarlarla sağlanmış ıtnâbın
nasihatteki tesiri ve belâgat güzelliği görülmektedir: افامن اهل القرى ان ياتيهم
باسنا بياتاً وهم نائمون . اوامن اهل القرى ان ياتيهم باسنا ضحى وهم يلعبون. لفلمنول
مكر الله فلا يامن مكر الله الا القوم الخاسرون(Kasabaların
halkı, geceleyin uyurken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?
Yahut kasabaların halkı kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın kendilerine
gelmesinden güvende miydiler? Onlar Allah’ın düzeninden güvende miydiler?
Allah’ın düzeninden ancak mahvolacak millet güvende olur [el-A‘râf
7/97-99]).
Kur’an’da geçen “âyetlerin tasrifi” ifadesinin (el-En‘âm
6/46, 65, 105; el-A‘râf 7/85; el-Ahkāf 46/27) bir anlamı da bir konunun değişik
üslûplarla dile getirilmesidir. Nitekim insanlarda arzu uyandırmak ve onları
şevke getirmek için cennet ve nimetleriyle cennet ehli bazan îcâz (es-Secde
32/17; ez-Zuhruf 43/71; el-İnsân 76/20; el-Mutaffifîn 83/24), bazan ıtnâb
(Muhammed 47/15; er-Rahmân 55/46, 48, 50, 52, 54, 64, 66, 68, 70, 72, 76;
el-Vâkıa 56/15-23; en-Nebe’ 75/31-35; el-İnsân 76/12-21; el-Gāşiye 88/10-16)
üslûbu ile tasvir edilmiştir. Aynı şekilde insanları uyarmak için cehennem ve
cehennem azabı ile cehennem ehli bazan îcâz (ez-Zuhruf 43/74-75; el-Kamer
54/47), bazan ıtnâb (el-Hac 22/19-21; el-Mü’minûn 23/103-104) üslûbu ile dile
getirilmiştir. İman-küfür, mümin-kâfir tasvirlerinde de değişik mizaç ve
yeteneklere sahip insanlara farklı şekilde hitap edilirken yerine göre îcâz
veya ıtnâb üslûbu kullanılmıştır. Kur’an’da
Araplar’a ve bedevîlere îcâz üslûbuyla hitap edildiği, İsrâiloğulları’na hitap
ederken veya onlarla ilgili kıssalar anlatılırken ıtnâb üslûbunun kullanıldığı
görülmektedir.
Bir konunun veya bir düşüncenin ıtnâb üslûbuyla
anlatılmasının birçok yolu olup bunların başlıcaları şunlardır:
1. Parantez arası cümleler (cümle-i mu‘teriza)
vasıtasıyla yapılan ıtnâb.
Bir cümlenin
öğeleri arasına veya anlamca ilgili iki cümle arasına anlamı pekiştirmek,
güzelleştirmek veya tenzih, tâzim, tenbih, dua gibi amaçlarla bir kelime, cümle
yahut cümleler getirilerek ıtnâb sağlanır. Bu cümleler, genellikle öndeki
kelime veya cümleyle bağlantılı olarak sırası ve yeri gelmişken hemen
kaydedilmesi gerekli açıklayıcı notlar şeklinde gelir. Meselâ şu âyette
parantez cümlesi Allah’ı oğul isnadından tenzih etmek için getirilmiştir: قالوا
اتخذ الله ولداً (سبحانه) هو الغنى (Allah çocuk
edindi dediler -hâşâ- O müstağnidir... [Yûnus 10/68]). Aşağıdaki
âyetlerde pekiştirme amacıyla ıtnâb yapılmıştır: ووصينا الانسان بوالديه حملته (امه
وهناً على وهن وفصاله فى عامين) ان اشكر لى ولوالديك (Biz
insana anne ve babasına karşı -ki annesi meşakkat üstüne meşakkatle onu
karnında taşımış, üstelik iki yıl da emzirmiştir- iyi davranmasını tavsiye
ettik, bana ve ebeveynine şükret diye öğütledik [Lokmân 31/14]). ... فان
لم تفعلوا (ولن تفعلوا) فاتقوا النار (Bunu yapamadınız -yapamayacaksınız da-
öyleyse ateşten korkun [el-Bakara 2/24]). Yeminin büyüklüğünü, dolayısıyla
yemin edenin azametini bildiren şu âyette iç içe iki parantez cümlesi
kullanılmıştır: فلا اقسم بواقع النجوم. (وانّه لقسم [لو تعلمون] عظيم). انّه لقران
كريم (Hayır, yıldızların düştüğü yerlere yemin ederim ki [bu -bilseniz- ne
büyük yemindir] o yüce bir Kur’an’dır [el-Vâkıa 56/75-77]).
2. Kapalı bir ifadenin arkasından onu
açıklayan bir ifade getirmek suretiyle yapılan ıtnâb.
Bu tür ıtnâbla
anlamın zihne iyice yerleşmesi amaçlanır. Bu üslûbun yararlarından biri de
muhataba tam anlama ve kavrama hazzı tattırmaktır. Çünkü kapalı olan mânayı
anlayamamanın verdiği sıkıntının ardından onu kavramak daha fazla haz verir.
Bunların dışında meselenin önemine, azametine veya tehlikesine dikkat çekmek, bir
fikri değişik anlayış ve yetenekteki muhataplara kapalı ve açık olmak üzere iki
farklı ifadeyle takdim etmek de bu tür üslûbun faydalarındandır. Şu âyetlerde
ticaret, vesvese, helû‘ (huysuzluk), azap ve kayyûm kelimeleri, onları takip
eden cümlelerle açıklanmıştır: يا ايّها الذين امنوا هل ادلكم على تجارة تنجيكم من
عذاب اليم: تؤمنون بالله ورسوله وتجلهدون فى سبيل الله باموالكم وانفسكم (Ey inananlar! Size kendinizi acıklı bir azaptan
kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Peygamber’ine inanır; canlarınız
ve mallarınızla Allah yolunda cihad edersiniz [es-Saf 61/10-اليه الشيطان
: قال يا ادم هل ادلك على شجرة الخلد وملكٍ لا يبلى 11]). فوسوس (Şeytan ona vesvese verdi: ‘Ey Âdem! Sana ölümsüzlük
ağacını ve eskimeyen bir saltanatı göstereyim mi?’ dedi [Tâhâ 20/120]). انّ
الانسان خلق هلوعاً: اذا مسّه الشر جزوعاً. واذا مسّه الخير منوعاً(İnsan gerçekten pek huysuz [helû‘] yaratılmıştır: Başına
bir fenalık gelince feryat eder; bir iyiliğe ulaşırsa onu herkesten meneder [el-Meâric
70/19-21]).: يسومونكم سوء العذاب: يذبّحون ابناءكم ويستحيون نساءكم (Onlar [Firavun ailesi] size acı işkence yapıyor:
Oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı [el-Bakara
2/49]). الحىّ القيّوم: لا تأخذه سنةٌ ولا نومٌ(O
Allah diri ve kayyûmdur [Her an yaratıklarını gözetip durandır]: Onu ne
uyuklama ne de uyku tutar [el-Bakara 2/255]). Övme ve yerme fiilleriyle
kurulmuş cümlelerde de bu tür üslûp özelliği görülür. Çünkü bu fiiller
fâilleriyle birlikte kapalı bir cümle oluşturur. Bunu takip eden mahsusla da
(övgü ve yergi öğesi) bu kapalılık açılır: بئس الاسم: الفسوق (Ne kötü isim: Mümin adından sonra fâsık adını almak [el-Hucurât
49/11]). Aynı şekilde بعد الايمانtemyizli ifadelerde de bu tür kapalı ifadeyi
açma özelliği görülür: واشتعل الراس شيباً (Başımdaki
saçlar ak pak oldu [Meryem 19/4]). Bu tür temyizli ifadeler düz anlatıma
göre daha beliğdir. Çünkü bunda kapalıyı açma özelliği yanında kaplam ve abartı
özelliği de bulunduğundan anlam düz ifadeye oranla daha çarpıcı olarak
yansıtılır. Düz (temyizsiz) anlatımla اشتعل شيب الرأس denilseydi başın sadece
saçlarının (belki de bir kısmının) ağardığı ifade edilmiş olurdu. Halbuki اشتعل
الرأس شيباً şeklindeki temyizli anlatımda başın bütünüyle ve saçların tümüyle
ak pak olduğu, sanki başın ak saçlardan ibaret olduğu abartısı ile ifadeye
canlılık verilmiştir. “Mâ” ve “men” ism-i mevsûlleri veya şart isimlerindeki
kapalılığın onlardan sonra getirilen beyan “min”i ile gelmiş bir unsurla
açılması da ıtnâb özelliği taşımakta olup Arap dilinde işlek bir anlatım
tarzıdır: وما تنفقوا من خيرٍ يوفّ اليكم (Hayır
olarak ne harcarsanız size tam olarak ödenecektir [Bakara 2/272]). Bedel
ve atf-ı beyân ifadelerinde de ilk öğenin (mübdel minh / mâtuf aleyh) ikinci
öğeyle (mâtuf / bedel) açıklandığı ve kapalılığı giderildiği için kapalıyı açma
üslûbu görülür: اهدنا الصراط المستقيم: صراط الذين انعمت عليهم (Bizi doğru yola, kendilerine nimetler verdiğin kimselerin
yoluna ilet [el-Fâtiha 1/6-7]).
3.
Tevşî‘
üslûbuyla yapılan ıtnâb.
Genellikle bir
tesniye sigasının peşinden onu açan, birbirine atıfla bağlı iki açıklayıcı
öğenin getirilmesidir. Bu da bir tür kapalı anlamı açma olup hadislerde çok
görülen bir üslûptur.:يشيب ابن آدم وتشب فيه خصلتان: الحرص وطول الأمل (Âdemoğlu yaşlanır, ancak onun içinde iki haslet: hırs ile
tûl-ı emel gençliğini korur).
4. Genelin ardından özeli anarak yapılan
ıtnâb.
Genel bir öğeden
sonra onun kapsamına dahil bir unsurun özellikle atıf yoluyla zikredilmesi, bu
unsurun genelden ayrı bir türmüş gibi özel bir yeri ve önemi olduğunu
vurgulamak amacını taşır. Bu da bir çeşit kapalı olan anlamı açma üslûbudur: حافظوا
على الصلوات والصلاة الوسطى(Namazlara, özellikle
orta namaza itina gösterin [el-Bakara 2/238]). من كان عدواً لله وملائكته
ورسله وجبريل وميكال (Kim Allah’a, meleklerine,
özellikle de Cebrâil ve Mîkâil’e düşman ise... [el-Bakara 2/98]).
5. Tekrar ile (tekrîr) ıtnâb.
Arap dilinde yaygın
bir ıtnâb tarzıdır. Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ Araplar’ın korkutmak, uyarmak veya
muhatabın yanılmasını önlemek amacıyla kelimeyi tekrar ettiklerini
(MeǾâni’l-Ķurǿân, III, 287), Ma‘mer b. Müsennâ (Ebû Ubeyde) ise tekrarın bir
mecaz türü olduğunu söyler (Mecâzü’l-Ķurǿân, I, 12). Tekrarı, mânanın iyice
anlaşılması için özellikle anlayışı noksan olan muhatap ve dinleyicilere karşı
başvurulması gereken bir üslûp çeşidi olarak gören Câhiz tekrarın belli bir
sınırı olmadığını, muhatapların anlayış seviyesine göre değişebileceğini söyler
(el-Beyân, I, 104).
Hattâbî tekrarı
makbul olan ve olmayan diye iki kısma ayırmış, yerinde ve ihtiyaca göre olanı
makbul, birinciye bir anlam ve yarar sağlamayan tekrarı da mezmum saymış ve
buna “lağv” (boş söz) adını vermiştir.
Özenle üzerinde
durulan, tekrarlanmaması halinde yanlış anlaşılacak veya unutulacak ya da
değeri anlaşılmayacak önemli şeylerin tekrarının güzel olduğunu söylemiştir.
Aynı şekilde Ziyâeddin İbnü’l-Esîr de
sadece tekit, takrir, tergīb gibi bir amaç ve yarar için getirilmiş tekrarın
her çeşidini ıtnâbdan saymıştır.
Belâgat âlimleri
tekrarın anlamı pekiştirdiğini, özellikle dinî öğütlerde öğüt verenin
samimiyetini ifadeyle muhatapların gönüllerini ısındırarak nasihati kabule
hazırladığını, özlem, azamet, tehlike ve ürküntü ifade ettiğini, bir şeyin
önemine veya tehlikesine dikkat çekmeyi sağladığını söyleyerek yararlarına
işaret etmişlerdir.
Bazı durumlarda her
tekrarın ilgili bulunduğu şey farklı olduğu için her biri ayrı nüansa sahiptir.
Belâgat âlimleri bu tekrara “terdîd”
adını vermişlerdir. Rahmân sûresinde فباىّ الاء ريكما تكذبّان(Öyleyken ey insanlar ve cinler, rabbinizin hangi nimetini
yalan sayıyorsunuz) ifadesinin değişik nimetlerin ardından otuzdan fazla
tekrarı ile Mürselât sûresinde dile getirilen çeşitli gerçeklerin ardından ويلٌ
يومئذٍ للمكذبين (O gün yalanlayanların vay haline!) ifadesinin on defa tekrarı
birer terdîd örneğidir. Zamir gelebilecek yerde ismi veya ifadeyi yinelemek de
bu tür bir ıtnâbdır.
Terdîd yoluyla ıtnâb
tekrar edilen şeyin önemine, büyüklüğüne, yüceliğine dikkat çekmek veya onun ne
kadar hakir olduğunu pekiştirmek yanında gönle ve zihne iyice yerleşmesini
sağlamak, umum-husus ilgisi ve cinas gibi amaç ve yararlar için de yapılır. قل هو
الله احد. الله الصمد.(De ki: O Allah birdir. Allah
sameddir [el-İhlâs 112/1-2]) âyetinde Allah kelimesi yüceliğine dikkat
çekmek için tekrarlanmıştır.
6. Îgāl yoluyla yapılan ıtnâb.
Sözlükte “bir yerin
en uç ve en uzak noktasına ulaşmak” anlamına gelen îgāl, edebî bir sanat olarak
anlamın tamam olmasından sonra beytin muhtevasını pekiştirmek veya
güzelleştirmek, açıklamak veya abartı sağlamak gibi bir yarar için beytin
sonunda ek bir kaydın getirilmesidir. Bu çoğunlukla, teşbih cümlelerinde
benzetmenin bütün öğeleriyle tamam olmasından sonra onu geliştirip
güzelleştirerek edebî bir abartı sağlayan, ona ayrıntı katan uygun bir kaydın
veya sıfatın getirilmesi şeklinde olur. Buna îgāl adını vermemekle birlikte
konuya ilk temas eden Asmaî (ö. 216/831) olmuştur (Kudâme b. Ca‘fer, s. 194;
Ebû Hilâl el-Askerî, s. 122-124). Sa‘leb de “el-ebyâtü’l-ġur” (parlak beyitler)
adı altında isim vermeden bu türe temas etmiştir (ĶavâǾidü’ş-şiǾr, s. 72).
Kudâme b. Ca‘fer, îgāle eserinin “kafiyenin beytin muhtevası ile uyumu”
bölümünde yer vermiştir (Naķdü’ş-şiǾr, s. 192).
Hâtimî îgāl yerine
“tebliğ” terimini kullanmıştır
(Ĥilyetü’l-muĥâđara, I, 155). İbn Reşîķ ise onu kafiyelere has bir mübalağa
türü sayar. Kazvînî ile ondan sonra gelen belâgat âlimlerinin çoğu ve bedîiyye
sahipleri ise îgāli bir ıtnâb türü kabul etmişlerdir (el-Îżâĥ, s. 301).
İmruülkays’ın كأنّ عيون الوحش حول خبائنا / وأرحلنا، الجزع الذي لم يثقب(Çadır ve konaklarımızın çevresindeki yaban sığırlarının
gözleri, sanki delinmemiş nazar boncuklarıdır); Hansâ’nın وإنّ صخراً لتأتم
الهداة به / كأنه علم في رأسه نار (Savaşlarda
öncüler öncüsü Sahr, sanki başında ateş yanan bir yüce dağ) beyitlerinde
koyu harflerle dizilen kısımlar bütün unsurlarıyla tamam olmuş teşbihleri
pekiştirip güzelleştirdiği için îgāl sayılır.
Şu âyetler de sondaki
cümlelerin anlam bakımından öncesini teyit etmesi ve durak kafiyesini (fâsıla)
oluşturması sebebiyle birer îgāl örneğidir: اتبعوا من لا يسئلكم اجراً، وهم مهتدون
(Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere
tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir [Yâsîn 36/21]). ولا تسمع
الصمّ الدعاء إذا ولوا: مدبرين (Arkalarını dönüp
giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın [en-Neml 27/80]).
7. Tezyîl yoluyla yapılan ıtnâb.
Bir fikri
pekiştirmek ve daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla bir ifadenin arkasından
söz ve anlamca ya da sadece anlam bakımından ona benzer olan ek bir ifadenin
getirilmesi şeklinde gerçekleşen bir ıtnâb üslûbudur.
Ebû Hilâl el-Askerî
bunu ta‘rizin zıddı
(Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 413), Bâkıllânî ve İbn Münkız ise bir pekiştirme türü kabul etmişlerdir
(İǾcâzü’l-Ķurǿân, s. 155; el-BedîǾ, s. 125).
Tezyîli bir ıtnâb
türü sayan Kazvînî, onu “bir cümlenin arkasından onu tekit eden ve onun
anlamını içeren bir başka cümlenin getirilmesi” şeklinde tanımlamıştır
(el-Îżâĥ, s. 307-309). Hatîb el-Kazvînî’nin Telħîśü’l-Miftâĥ’ını şerhedenlerle
daha sonraki belâgat âlimleri de bu konuda Kazvînî’ye uymuşlardır.
Tezyîl, müstakil
olarak anlam bildirmesiyle bir mesel konumunda olan ve maksadı müstakil olarak
ifade etmeyip önüne bağlı olması sebebiyle mesel konumunda olmayan şeklinde
ikiye ayrılır. وقل جاء الحق وزهق الباطل، إن الباطل كان زهوقاً (De ki: Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı, zaten bâtıl
ortadan kalkmaya mahkûmdur) âyetinden koyu harflerle dizilen cümle
birincisine; ذلك جزيناهم بما كفروا، وهل نجازى الّا الكفور (İşte böylece inkârlarından ötürü onları cezalandırdık.
Biz nankörden başkasına ceza mı veririz? [Sebe’ 34/17]) âyeti ikincisine
örnektir. İbn Nübâte es-Sa‘dî’nin şu beyti de tezyîlin ikinci türüne örnek teşkil
eder: لم يبق لي جودك شيئاً أؤمله / تركتني أصحب الدنيا بلا أمل (İhsanların benim için ümit edecek bir şey bırakmadı /
Beni dünyada umutsuz / hayalsiz bir kimse haline getirdin). Şu iki
âyette her iki tür tezyîl birleşerek ardarda gelmiştir: وما جعلنا لبشرٍ من قبلك
الخلد، افائن مت فهم الخالدون، كل نفسٍ ذائقة الموت(Biz
senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Sen öleceksin de onlar
ölmeyecekler mi? Her can ölümü tadacaktır [el-Enbiyâ 21/34-35]).
8. Tekmil yoluyla ıtnâb.
Kazvînî’ye göre
tekmil, yanlış anlaşılması ihtimali bulunan bir sözün arkasından bunu ortadan
kaldıran bir kısım getirmek demek olup “ihtirâs”
ile aynı anlama gelir (el-Îżâĥ, s. 310-313). Diğer edip ve belâgat âlimleri ise
tekmili “tetmîm” ile eş anlamlı
saymışlardır.
اذلةٍ على المؤمنين، اعزةٍ
على الكافرين (Onlar müminlere karşı alçak gönüllü,
inanmayanlara karşı ise güçlüdürler [el-Mâide 5/54]) âyetinde onların
güçlü olduklarını ifade eden tekmil (ihtirâs) kısmı getirilmeseydi önceki
kısımda söz konusu edilen tevazuun zayıflık ve âcizlikten kaynaklanma ihtimali
ortaya çıkardı. Aynı şekilde Tarafe’nin فسقى ديارك غير مفسدها / صوب الربيع وديمه
تهمى (İlkbahar yağmurları sakin ve sürekli
yağışlarla senin diyarını -bozmadan- sulasın) beyti, “gayra müfsidihâ =
bozmadan” kaydı olmasaydı beyitten her tarafı bozan sel sularının da anlaşılması
ihtimal dahilinde olduğundan beddua olarak algılanabilirdi. Yine Hamâsî’nin وما
مات منا سيد في فراشه / ولا طل منا حيث كان قتيل (Bizim
hiçbir reisimiz yatağında ölmüş değildir. Bizden hiçbir kimsenin kanı yerde
kalmış değildir) beytinde de ilk mısra ile yetinilseydi kabilenin
bütünüyle çatışmalarda öldürüldüğü, dolayısıyla zayıf ve âciz olduğu sanılırdı.
Tekmil vazifesi gören ikinci mısra ile bu vehim giderilerek adı geçen kabilenin
muzaffer ve güçlü olduğu dile getirilmiştir.
9. Tetmîm yoluyla ıtnâb.
Kazvînî’den önceki
belâgat âlimleri tetmîm ile tekmili eş anlamlı kabul etmişler ve bunu “bir
sözde anlamı veya ifadeyi güzelleştiren tamamlayıcı bir kısmın zikredilmesi”
şeklinde tanımlamışlardır (Hâtimî, Ĥilyetü’l-muĥâđara, I, 153).
Kazvînî’ye göre tetmîm,
bir ifadede anlamı veya vezni tamamlayan fazla bir kısmın (tetimme)
bulunmasıdır (el-Îżâĥ, s. 305).
Tetmîm ile îgāli aynı
mahiyette gören Ebû Hilâl el-Askerî’ye göre fazla kısım beyit sonunda ve
fâsılalarda ise îgāl, değilse tetmîmdir (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 424). Tetimme
mübalağa ve tekit bildirebilir: ويطعمون الطعام على حبه مسكيناً ويتيماً واسيراً(Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula,
yetime ve esire yedirirler [el-İnsân 76/8]). Bu âyette (الطعام) kelimesi
(يطعمون)nin anlamını pekiştiren bir tetimmedir. Tetmîm bazan vezni tamamlamak
için de getirilebilir. Bu bedîî bir güzellik de içermesi halinde edebî bir
sanat sayılmıştır. Mütenebbî’nin وخفوق قلبي لو رأيت لهيبه / يا جنتي، لظننت فيه جهنما
(Çarpan kalbimin alev alev ateşini görseydin / Ey
cennetim, cehennemi orada sanırdın). Burada “yâ cennetî” ifadesi beytin
veznini tamamlamak için getirilmiş bir tetimmedir, çünkü onsuz da anlam tamam
olmaktadır.
10. Eş anlamlı öğelerle yapılan ıtnâb.
Aynı anlamı ifade
etmekle birlikte bir söz içinde ardarda getirilen eş anlamlı öğeler mânanın
daha açık, vurgulu ve pekiştirmeli olarak anlatımını sağladıkları ve bazan
aralarında ince anlam farkları bulunduğu için bir ıtnâb sayılmıştır.
انما اشكوا بثى وحزنى
الى الله (“Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a
açarım” [Yûsuf 12/86]). لا يخاف ظلماً ولا هضماً (Haksızlıktan ve
hakkının yeneceğinden korkmaz [Tâhâ 20/112]).
فما وهنوا لما اصابهم فى
سبيل الله وما ضعفوا وما استكانوا (Allah yolunda
başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi [Âl-i
İmrân 3/146]). Örneklerdeki eş anlamlı “beŝŝ, ĥüzn”, “žulm, hażm”, “vehn, ża‘f,
istikânet” öğelerinin anlam nüansları görülmektedir.
11. Anlamı tamam olmuş sözün ardından onu daha
çok açıklayan ve pekiştiren teşbihler getirmek suretiyle ıtnâb.
: تردد في خلقي سؤدد
/ سماحاً مرجى وبأساً مهيبا: // فكالسيف إن جئته صارخاً / وكالبحر إن جئته مستثيبا
(Beyliğin iki tabii fazileti onda daim tezahürde
Kâh umut kapısı cömertlik, kâh korku salan yiğitlik:
Karşısına nâralarla çıkarsan bir kılıç kesilir o,
Yardım talebiyle gelirsen bir denizdir o)
İlk beyitte övülen
kişinin cömertlik ve yiğitlik sıfatlarıyla methi tamamlandıktan sonra ikinci
beyitte bu sıfatlarla ilgili iki teşbih getirilerek söz uzatılmıştır.
12. Olumludan sonra olumsuzu, olumsuzdan sonra
olumluyu söyleme yoluyla ıtnâb.
Bir fikrin
pekiştirme amacıyla önce olumsuz, sonra olumlu (veya tersi) olarak ifade
edilmesidir: لا يستأذنك الذين يؤمنون بالله واليوم الاخر ان يجاهدو باموالهم وانفسهم،
والله عليم بالمتقين، انما يستأذنك الذين لا يؤمنون بالله واليوم الاخر، وارتابت قلوبهم،
فهم فى ريبهم يترددون(Allah’a ve âhiret gününe
inananlar, malları ve canlarıyla cihad etmek için senden izin istemezler. Allah
takvâ sahiplerini bilir. Senden ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlar -bu
konuda- izin isterler. Onların kalplerini şüphe kaplamış, o yüzden şüpheleri
içinde bocalayıp dururlar [et-Tevbe 9/44-45]).
İlk âyette olumsuzu
söyleme (nefiy) yoluyla, cihad konusunda kesin emirler bulunduğu için
müminlerin Hz. Peygamber’den izin isteme gereği duymadıkları; ikinci âyette ise
olumluyu belirtme (isbât) yoluyla inanmayanların bu konuda ondan izin
istedikleri anlatılmıştır. İlk âyet ikinciye mefhum olarak delâlet ettiği için
ikinci âyetle söz uzatılmış olmaktadır. Bunun sebebi de konuya daha ziyade
açıklık getirip meselenin önemine dikkat çekmektir. Bu tür ıtnâbda, isbât veya
nefiyden birinde ötekinde mevcut olmayan bir ilâvenin bulunması, iki sözün
birbirinin basit bir tekrarı gibi olmadığını ve ıtnâbın gerekliliğini gösterir.
Bu misalde ikinci kısımda, “Kalplerini şüphe kaplamış, o yüzden şüpheleri
içinde bocalayıp dururlar” cümlesi ilk kısımda olmayan bir ilâvedir. Bu ise
inanmayanların izin istemelerinin sebebini açıklayan bir ilâve olarak ıtnâbın
lüzumuna delâlet etmektedir. Bu üslûbun güzel bir örneği Rûm sûresinin 6-7.
âyetlerinde de görülmektedir.
13. Pekiştirme öğeleriyle ıtnâb.
Zâit harfler, tekit
harfleri ve edatları, lafzî ve mânevî tekit, âmillerini tekit eden mef‘ûl-i
mutlak ile hâl-i müekkide gibi pekiştirme öğeleriyle de ıtnâb yapılabilir.
İbn Cinnî’ye göre
Arapça’da her zâit harf cümlenin tekrarı yerindedir.
Zemahşerî ise tekit
“lâm”ının olumlu cümlede pekiştirme vazifesi gördüğü gibi “leyse” ve olumsuzluk
“mâ”sının haberine dahil olan zâit “bâ” harf-i cerrinin de olumsuzluğu
pekiştirme görevi yaptığını belirtir.
Cümle içerisinde ” إن،
أن، كأن، إنما، أما، الا، ل، قد، نّ، ن ...“ vb. tekit edatlarının sayısı
muhatabın inkâr derecesine göre değişir. Bu tür ıtnâbın güzel bir örneği Yâsîn
sûresinde görülmektedir. Ashâbü’l-karye’ye gönderilen elçiler yalanlanmaları
üzerine انّا اليكم مرسلون (Muhakkak biz size
gönderilen elçileriz [Yâsîn 36/14]) şeklinde cevap vererek sözlerini,
pekiştirme bildiren إن ile birlikte fiil cümlesine göre daha pekiştirmeli bir
anlatım sağlayan isim cümlesi tarzında ifadeyle iki noktadan
kuvvetlendirmişlerdir. Elçiler, toplumun kendilerini yalancılıkla
suçlamalarında ısrar etmeleri üzerine de aynı sözü daha çok pekiştirici öğeyle
tekit ederek ربنا يعلم انّا اليكم لمرسلون (Rabbimiz
biliyor, muhakkak ki biz kesinlikle size gönderilmiş elçileriz [Yâsîn
36/16]) şeklinde hitapta bulunmuşlardır. Burada söz, yemin yerine geçen
pekiştirici öğe olarak “Rabbimiz biliyor” ifadesi yanında inne, lâm-ı te’kid ve
isim cümlesi olarak dört noktadan pekiştirilmiştir. Aynı şekilde mecazi anlam
ihtimalini ortadan kaldırmak için önemli meselelerde pekiştirici bir öğe olarak
bazı fiillerin onları gerçekleştiren organlarla ifadesi de (“gözümle gördüm,
ayağımla çiğnedim, elimle yokladım, dilimle söyledim” gibi) bir tür mâna tekidi
ve bir ıtnâb türüdür: Şu âyette bunun bir örneği görülmektedir: ذلكم قولكم بافواهكم
(bu -zıhâr sözü- sizin dilinize doladığınız [boş]
sözlerdir [el-Ahzâb 33/4]). Yine Kur’an’da “göğüs boşluğundaki kalpler”
(el-Ahzâb 33/4; el-Hac 22/46) ifadesi de böyledir. Durumun korkunçluğunu tasvir
etmek ve mübalağa için de bu tür pekiştirici ıtnâb öğesi gelebilir فخرّ عليهم السقف
من فوقهم(Tepelerindeki tavan üzerlerine çöktü [en-Nahl 16/26]). Bu âyette,
tavanın zaten üstte bulunması sebebiyle “min fevkıhim...” kaydı ilk bakışta
gereksiz bir uzatma (tatvîl-haşiv) gibi görülebilir. Halbuki herhangi bir
tavanın değil üstlerindeki tavanın çöktüğünü ifadeyle durumun korkunçluğunu
tasvirde pekiştirme ve abartı sağlama vazifesi gören bir ıtnâb öğesidir.
Lafzî tekit. Bir lafzın kendisinin veya eş anlamlısının tekrarı ile
gerçekleşir. Kur’an’da birçok örneği mevcuttur (meselâ bk. el-En‘âm 66/125; el-İnşirah
94/5-6; et-Tekâsür 102/3-4). Türkçe’deki “kalem
malem” tarzındaki kelimeler de bir nevi lafzî tekit olarak ıtnâb
çeşididir. Arapça’da bu tür ifadelere “itbâ‘”
adı verilir. Genellikle sıfatlarda görülen bu durum kelimenin ilk harfinin
yerine “bâ”, “nûn”, “mîm”, “kāf” ve diğer bazı harflerin getirilmesiyle suni
bir kelimenin üretilmesi şeklinde gerçekleşir: حسن بسن قسن (Cici bici), عطشان نطشان (çok susuz) gibi.
Arapça’da ” كل، جميع، أجمع، ذات، نفس، عين، كلا، كلتا “kelimeleriyle yapılan
mânevî tekide, pekiştirilen öğede mecazi anlam ihtimalini veya kapsamazlık
halini ortadan kaldırmak için ve genellikle olağan dışı hadiselerde başvurulur:
فسجد الملئكة كلهم اجمعون(Bütün melekler secde etti [el-Hicr
15/30]). كلتا الجنتين اتت اكلها (Her iki cennet de
meyvelerini verdi [el-Kehf 18/33]). Âmilini (fiil, fiilimsi) pekiştiren
mef‘ûl-i mutlak da bir ıtnâb öğesidir. Çoğunlukla âmili olan fiilin anlamından
mecaz ihtimalini ortadan kaldırmak için zikredilir: وكلّم الله موسى تكليماً(Allah Mûsâ’ya gerçekten konuştu [en-Nisâ 4/164])
âyetinde olduğu gibi. Âmiliyle aynı anlamda olarak onu pekiştiren hal de ıtnâb
öğesidir: ويوم ابعث حيّاً (Diri olarak kabirden
kaldırılacağım gün [Meryem 19/33]).
14. Anlamı
tamam olmuş bir söze çeşitli amaçlarla fazladan bir öğenin eklenmesiyle
gerçekleşen yukarıdaki ıtnâb üslûplarının yanı sıra bir de özlü bir biçimde
anlatılabilecek bir fikrin ayrıntı, bölüm, kısım ve birimlerinin sayılıp
dökülmesiyle gerçekleşen bir ıtnâb şekli daha vardır.
Bu şekil, özellikle
tasvir ve methiyelerde çok başvurulan bir anlatım tarzıdır. Şu iki âyet bu tür
ıtnâba örnek olarak gösterilebilir: “Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden
gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden
gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda,
her çeşit canlıyı yer yüzüne yaymasında, yer ile gök arasında emre hazır
bekleyen bulutlarla rüzgârları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için birçok
delil vardır” (el-Bakara 2/164). “Sizden
biriniz arzu eder mi ki hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasında sular akan ve
kendisi için orada her çeşit meyveden bulunan bir bahçesi olsun da bakıma
muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de ateşli
bir bora isabet ederek yakıp kül etsin. (Elbette bunu kimse arzu etmez). İşte
düşünüp anlayasınız diye Allah size âyetleri açıklar” (el-Bakara 2/266).
BİBLİYOGRAFYA:
Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, MeǾâni’l-Ķurǿân, Beyrut 1374/1955,
III, 287; Ma‘mer b. Müsennâ, Mecâzü’l-Ķurǿân (nşr. Fuat Sezgin), Kahire
1374/1954, I, 12; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 91, 104,195; Müberred,
el-Kâmil (nşr. Zekî Mübârek - M. Şâkir Seyyid Kîlânî), Kahire 1355/1936, I, 17;
Sa‘leb, ĶavâǾidü’ş-şiǾr (nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1995, s. 72-76; Kudâme
b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (nşr. Kemâl Mustafa), Kahire 1963, s. 192, 194; Hâtimî,
Ĥilyetü’l-muĥâđara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, I, 153, 155; Ebû
Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984,
s. 122-124, 209, 211, 413-415, 422-424, 434-437, 441-442; Bâkıllânî,
İǾcâzü’l-Ķurǿân (Sakr), s. 143-155; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feśâĥa, Beyrut
1402/1982, s. 205-208, 219-220; İbn Münkız, el-BedîǾ fî naķdi’ş-şiǾr (nşr.
Ahmed Ahmed el-Bedevî - Hâmid Abdülmecîd), Kahire 1386/1966, s. 125;
İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire
1939, II, 341-383; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm, Kahire 1356/1937, s.
133; İbn Ebü’l-İsba‘, et-Taĥrîrü’t-taĥbîr (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1383, s.
232-248, 253-256, 316-317, 357-362, 387-392, 540-549, 559-562; Hatîb
el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire
1400/1980, s. 301-321; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân
(nşr. Hâdî Atiyye), Beyrut 1407/1987, s. 373-386; Yahyâ b. Hamza el-Alevî,
eŧ-Ŧırâžü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut
1415/1995, s. 314, 440, 443, 449-455, 462-464, 547, 565-566; Teftâzânî,
Muħtaśarü’l-MeǾânî, İstanbul 1307, s. 264-272; a.mlf., el-Muŧavvel
Ǿale’t-Telħîś, İstanbul 1309, s. 271-300; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin),
s. 360-361; Süyûtî, el-İtķān (Ebü’l-Fazl), II, 192-224; Ebû Zehre,
el-MuǾcizetü’l-kübrâ: el-Ķurǿân, Kahire 1977, s. 305-327; Hâlid Abdurrahman
el-Ak, Uśûlü’t-tefsîr ve ķavâǾidüh, Beyrut 1986, s. 272-276; Câbir Kamîha,
Edebü’r-resâǿil fî śadri’l-İslâm: Ǿahdü’n-nübüvve, Kahire 1406/1986, s.
126-131; Mahmûd Şâkir Kattân, el-Iŧnâb: envâǾuhû ve ķıymetühü’l-belâġa, Medine
1988.
İsmail Durmuş
http://www.fizan.net/itnab.html
