Edebî Sanatlar
Anlama
Dayalı Söz Sanatı
Tecahül-i Ârif (Bilmezlikten Gelme)
“Tecahül-i ârif” sanatı, bilinen bir şeyi bilmezlikten gelme
demektir. Edebiyatta ise şairin, bilinen bir şeyi, sanatsal bir nükte ile
bilmiyormuş veya başka bir türlü biliyormuş gibi göstermesi sanatıdır. Bu
sanat, tecahül-i arifane adıyla da bilinir.
Şiirde bir anlam inceliği oluşturmak için başvurulan bu
sanatta hayret, övme, yüceltme, yerme gibi nedenlerden biriyle mutlaka bir
nükte yapılması gerekir. Tecahül-i ârif
ne hiç bilmemek ne de bildiğini tamamen gizlemektir. Özellikle bildiğini
dolaylı yollardan anlatmaktır.
Yukarıda da belirtildiği üzere, nükte yapmak için veya bir
anlam inceliği yaratmak, şairin gayet
iyi bildiği bir şeyi bilmiyor görünerek söz söylemesine tecahül-i arif
denir.
Tecahül-i arifin özünü oluşturan nükte, dört amaç için
yapılmış olabilir. Neşelendirme (tenşid), uyarıda bulunma (tevbih), hayret ve
şaşkınlık bildirmek (tehayyü), kendinden geçişi söylemek (tedellüh).
Şair, bu sanatı yaparken çoğu kez mübalağa (abartma) ve istifham (soru sorma) sanatlarından faydalanır. Aşağıdaki örneklere
göz atalım:
Sen güneş
misin ha?
Kaya
mısın yoksa su mu?
Giderken
Bunca can
Susmuşsun
da
Yukarıdaki örnekte ozan onun güneş, kaya, su ya da var olup
olmadığını bilmemesi olanaksız olduğu halde bilmez görünüyor
Tecahül-i Ârif Sanatına Örnekler:
“Şakaklarıma
kar mı yağdı, ne var
Benim mi
Allah’ım bu çizgili yüz”
dizelerinde şair şakaklarına kar yağmadığını, şakaklarındaki
beyazlıkların ağaran saçlarından kaynaklandığını biliyor aslında. Ama
kendisindeki bu değişimi vurgulamak, artık gençliğinin elden gittiğini daha
güzel bir şekilde anlatmak için bu yola başvurmuştur. Aynı şekilde ikinci
dizede de şair tecahül-i ârif yapmıştır. Çünkü şair “yüzün” kime ait olduğunu
biliyor; ama yüzündeki değişime dikkati çekmek için bildiği hâlde bilmiyor gibi
davranıyor.
Altında
mı üstünde midir cennet-i âlâ
Elhâk bu
ne halet, bu ne hoş âb ü hevâdır
(Nedim)
Şair İstanbul’u övmek için yazdığı bu dizelerde “Altında mı
üstünde midir güzel cennet/Doğrusu bu ne hoş durum, bu ne hoş su ve havadır”
diyor. İstanbul’un güzelliğini böylece hem cennete benzeterek mübalağa ediyor hem de bildiği bir
gerçeği (cennetin İstanbul’un altında ya da üstünde olamayacağını) bilmez
görünüyor.
“Yılın
ilk karı yağdı
İyice
kısaldı günler
Ölülerimiz
üşür mü ki?”
Son dizede şair ölülerin üşümediklerini bildikleri halde, sorudan yaralanarak bu durumu
bilmezlikten geliyor.
“Âb-ı
gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem,
Yâ muhît
olmuş gözümden günbed-i devvâre su”
(Bilmiyorum, dönen kubbe “gökyüzü” kendiliğinden mi su
rengindedir; yoksa göz yaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.)
Fuzuli bu beytinde, gökyüzünün niçin su renginde olduğunu
bilmediğini söyleyerek, döktüğü göz yaşlarının gökleri kaplaması nedeniyle
böyle olabileceği ihtimalini ileri sürüyor. Doğal olarak şairin gökyüzünün
niçin su renginde olduğunu bilmemesi imkânsız; fakat böylece ne kadar çok
ağlamış, çok gözyaşı dökmüş olduğunu nükteli bir tarzda belirtmiş oluyor. Bu
beyitte tecâhül-i ârif ile mübalağa
da vardır.
*
Tecâhül-i ârif
Osmanlı edebiyat çevrelerinde daha çok “tecâhül” ve
“tecâhül-i ârifâne” şeklinde geçen tecâhül-i ârif, şiir ve nesirde bilinen bir
hususun bir nükteye bağlı olarak bilinmiyormuş gibi ifade edilmesidir.
Batı retoriğindeki
karşılığı ironidir (Bilgegil, s. 196).
Şeyh Galib’in, “Gel ârif ol ki ma‘rifet olsun
tecâhülün” mısraı bu sanatın bir bakıma veciz bir tarifidir.
Bilineni bilmez görünmek özel bir amaçla ve nükteli şekilde gerçekleştirilir.
Bunun için sanatkâr muhatabına cevabını bildiği sorular sorar. Böylece hem
maksadı doğrudan söylemenin yeknesaklığı kırılır hem de söze nükte ve zarafet
kazandırılmış olur.
Tecâhül-i ârifte gözetilen nükteler muhatabı neşelendirme,
azarlama, şaşkınlık, şiddetli aşk ile medih ve zemde mübalağa şeklinde
sıralanabilir.
“Melek
misin yâ perîsin yâ rûh-ı kudsî aceb/
Bu hüsn
ile bu melâhat beşerde buluna mı?”
beytinde Şeyhî, sevgilinin güzelliğini övmek için onun insan
üstü bir varlık olmadığını bildiği halde bilmez görünmektedir.
Benzer şekilde bu defa âşığın vasıfları üzerine söylenen,
“Nedir bu
gizli gizli âhlar çâk-i girîbanlar/
Aceb bir
şûha sen de âşık-ı nâlân mısın kâfir?”
beytinde Nedîm, âşığın aşkının şiddeti yüzünden âh çekerek
yakasını yırttığını bildiği halde bilmezlikten gelmektedir.
Azarlama amacıyla tecâhül-i ârife başvurulmasına Hüsnî’nin
şu beyti bir örnektir:
“Ey hâk-i
Kerbelâ nedir ol sebz câmeler/
Eyyâm-ı
mâtemin bu mudur resm ü âdeti.”
Kerbelâ toprağının
baharın gelişiyle yeşillere büründüğünü gören şair onu muharrem matemine
kayıtsız kalmakla suçlamaktadır. Matem renginin siyah olduğunu bildiği halde,
“Yoksa o beldede matem günlerinde yeşil giyinme âdeti mi vardır?” diyerek
tecâhül göstermektedir.
Tecâhül-i ârif bazan hayret ifadeleriyle pekiştirilebilir.
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin şu beytinde olduğu gibi:
“Zât-ı
bî-çûnun mekânlardan münezzehtir senin/
Pes seni
yakında bulsun ağlayıp feryâd eden.”
Şeyhülislâm
Yahyâ’nın,
“Niçin efkâr-ı meânî beslemez
er-bâb-ı nazm/
Yoksa Yahyâ gibi üstâd-ı sühan-perver mi yok?”
beyti de bu tür bir örnektir. Şiir ehlinin yeni nükteler
üretmesinden şikâyetçi olan şair, belki de şiir alanında Yahyâ’dan başka şairin
kalmadığını söyleyerek bir soru ve cevapla ifadesini güçlendirmektedir.
Tecâhül-i ârif belli bir maksatla ve daha çok soru sorma (istifham) yoluyla oluşturulduğundan
klasik belâgat kitaplarında istifham müstakil bir sanat olarak gösterilmemiş,
tecâhül-i ârif içinde ele alınmıştır. Cevabı bilinen bir hususun sorulmasıyla
meydana gelen istifham ilk defa Ta‘lîm-i Edebiyyât’ta ayrı bir edebî sanat
şeklinde tanımlanmıştır (s. 308).
İstifhamda sorulan soruya cevap almak söz konusu değildir.
Bir şey öğrenmek için muhataba sorulan soru edebî sanat kabul edilmez. Ancak
ifadeyi güzelleştirmek, bir düşünceyi vurgulamak, dikkat çekmek, söze içtenlik
katmak gibi sebeplerle soru sorulması bir sanattır.
İstifhama başvuran kimse bazan konuyu tam bilmeyen, onu
anlamaya çalışan bir kişi hüviyetine bürünür; bu durumda istifham tecâhül-i
ârife yaklaşır.
Tecâhül-i ârifte
istifham çoğunlukla bir üslûp özelliği olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla
tecâhül-i ârif istifhamla sınırlandırılamaz ve belli noktalarda bu iki sanat
birbirinden ayrılır. İstifham sanatında düşünce soru şeklinde dile getirilir.
Tecâhül-i ârifte
cevap sorunun içine yerleştirilerek muhataba sezdirilir, ayrıca burada mecazi
anlam gözetilir; aksi takdirde ifade, beklenen etkiyi meydana getirmeyeceği
gibi muhatabı incitici bir söz haline dönüşebilir.
İstifhamda ise kelimeler gerçek anlamıyla kullanılır.
Bununla birlikte istifhamla tecâhül-i ârif arasında kesin bir ayırım yapmak
mümkün değildir.
Cevdet Paşa,
“Bir nihânîce tebessüm de mi sığmaz cânâ/
Söyle bi’llâh dehenin tâ o kadar teng midir?”
beytini tecâhül-i ârife örnek gösterirken aynı beyti ele
alan Bilgegil birinci mısrada takrirî, ikinci mısrada inkârî istifham
bulunduğunu ve beytin tecâhül-i ârife örnek olmadığını söylemektedir (Edebiyat
Bilgi ve Teorileri, s. 196).
Bilgegil’e göre
tecâhül-i ârif takrir, ikrar ve inkâr dışında bir nükteden dolayı bilinen bir
hususun bilinmiyor gibi gösterilmesidir.
İstifham bulunmadan da tecâhül-i ârif yapılabilir. Eski Türk
edebiyatında bunun örneklerine fazla rastlanmamakla birlikte Cahit Sıtkı
Tarancı’nın,
“Gökyüzünün bir rengi daha
varmış/
Geç öğrendim taşın sert
olduğunu/
Su insanı boğar ateş yakarmış/
Her doğan günün bir dert
olduğunu/
İnsan bu yaşa gelince anlarmış”
mısraları tecâhül-i ârife örnek
sayılabilir.
Tecâhül-i ârif teşbih, istiare, tenâsüp ve mübalağa
sanatlarıyla birlikte bulunabilir.
“Edirne şehri mi bu yâ gülşen-i
me’vâ mıdır/
Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i
a‘lâ mıdır?”
beytinde Nef‘î, gül bahçesine benzettiği Edirne şehrindeki
padişah sarayının cennetten bir parça olmadığını bildiği halde bilmezlikten
gelerek teşbihini kuvvetlendirmektedir.
Aynı şekilde Yenişehirli Avnî, Mevlânâ Türbesi için
söylediği,
“Şeş cihetten rûz u şeb
kerrûbiyân eyler tavâf/
Mescid-i Aksâ mıdır yâ Kâ‘be-i
ulyâ mıdır?”
beytinde mübalağa için tecâhülde bulunarak Kubbe-i Hadrâ’nın
adı geçen iki kutsal mekân olup olmadığını sormaktadır.
“Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû
Han mısın kâfir/
Aman dünyâyı yaktın âteş-i sûzan
mısın kâfir?”
beytinde Nedîm, sevgilinin Hülâgû Han ya da yakıcı ateş
olmadığını bilmekle beraber ilk mısrada Hülâgû Han katliamına işaret edip
sevgilinin âşıklarına onun kadar zulmettiğini, ikinci mısrada yakıcı ateşe
benzettiği sevgilinin kendisini sevenlerin gönlünü dağladığını söyleyerek
tecâhül-i ârifi telmih ve istiare ile desteklemektedir.
Hüsn-i ta‘lîl sanatında da
bildiğini bilmez gibi görünme durumu vardır. Bu sebeple iki sanat zaman zaman
birbirine karıştırılmaktadır. Fakat hüsn-i ta‘lîl, olayların gerçek sonucunu
hayalî bir sebebe bağlaması yönüyle tecâhül-i âriften ayrılır. Bu ayırımda
tecâhül-i ârifi mümkün kılan nükte de belirleyici olmaktadır.
Fuzûlî’nin bir na‘tında yer alan,
“Mâh-ı nevdir yoksa sen kıldıkta
seyr-i âsuman/
Kaldırıp parmak getirmiş âsuman
îmân sana”
beyti tecâhül-i ârife bir örnektir. Beyitte gökteki hilâl
Resûlullah’ın mi‘racına gök kubbenin şehâdeti olarak gösterilmekte, fakat bu
vurgu hüsn-i ta‘lîlde yer aldığı kadar kesin bir ifade ile yapılmamaktadır.
Bazan tecâhül-i ârifle hüsn-i ta‘lîl sanatları aynı beyitte
beraber kullanılabilmektedir. Nef‘î’nin,
“Bir kimseden ermezse n’ola
gûşuma tahsîn/
Efsûn-ı kelâmımla cihan
beste-dehendir”
beyti buna örnek
gösterilebilir. Hiç kimseden takdir edici bir söz duymadığını söyleyen şair bu
durumun kıskançlık sonucu olduğunu bilmektedir. Fakat kendisini çekemeyenlerin
suskunluğunu sözlerindeki büyü ile mest olup ağızlarını açamamaları gibi bir
sebebe bağlayarak kıskançlık gerekçesini bilmezlikten gelmektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299,
s. 308-309; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 166-167;
Muallim Nâci, Edebiyat Terimleri: Istılâhât-ı Edebiyye (haz. M. A. Yekta Saraç),
İstanbul 1996, s. 147-151; Ali Nihad Tarlan, Edebî Sanatlar, İstanbul 1964, s.
46-49; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 151-152; M. Kaya
Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri-Belagat, Ankara 1980, s. 196-197; Cem
Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 441-443; M. A. Yekta
Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belagat, İstanbul 2000, s. 193-197; Menderes
Coşkun, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, İstanbul 2007, s. 199-201.
Meliha Y. Sarıkaya
http://www.tdvia.org/dia/ayrmetin.php?idno=400233&idno2=c400135
Test
1.Sözü yazdımdı da kalmış öbür entaride
Va'diniz bûse mi vuslat mı unuttum ne idi.
Yukarıdaki beyitte hangi söz
sanatına başvurulmuştur?
A)Mecaz-ı
Mürsel
B) Tecahül-i Arif
C)
Tenasüp
D)
Hüsn ü Talil
E)
Teşhis
*
2. Aşağıdaki dizelerden hangisinde tecahül-i arif sanatı vardır?
2. Aşağıdaki dizelerden hangisinde tecahül-i arif sanatı vardır?
A) Dünyanın en derin yüzü olmuş yüzün senin
Yüksek başında kartala benzer hüzün senin
B) Söyleyin, söyleyin ben miyim yoksa
Arzı boynuzunda taşıyan öküz
C) Ruhum bir engindir ufuklarda kararmış
Etrafını yalnız ademin gölgesi sarmış
D) Ruhumda emel bir sarı kandil gibi yandı
Maziyi bugünden yaşamak hissim uyandı
E) Alnım yanarak, hıçkırarak durdum o yerde
Bir gözyaşı sızsın diye kalbimdeki derde
*
3. Ne dökülmüş ak gerdanın üstüne
Kakül müdür
zülüf müdür tel midir
Bu dizelerde şair; sevgilinin boynuna dökülenin, onun
saçları olduğunu bildiği halde ikinci dizede bunu bilmezlikten gelmektedir.
Yukarıda sözü edilen
edebi sanat aşağıdakilerden hangisidir?
A) Hüsn-i
ta'lil
B) Tecahül-i arif
C) Kinaye
D) Tevriye
E) Mecaz-ı mürsel
*
4. Bir sen ü bir ben ü bir de mutrib-i pakize-eda
İznin olursa eğer bir de Nedim-i şeyda
Gayrı yaranı bugünlük edip ey şuh feda
Gidelim serv-i revanim yürü Sadabâd'e
İznin olursa eğer bir de Nedim-i şeyda
Gayrı yaranı bugünlük edip ey şuh feda
Gidelim serv-i revanim yürü Sadabâd'e
Bu dizelerde Nedim, sevgilisiyle Sadabâd'e gidecekler arasında dört kişi saymaktadır, oysa Nedim-i şeyda dediği kişi de kendisidir. Şair bu durumu bilmiyormuş gibi davranmaktadır
Bu şekilde yapılan söz sanatı aşağıdakilerden hangisidir?
A) Hüsn-i ta'lil
B) Tecahül-i arif
C) Kinaye
C) Kinaye
D) Tevriye
E) Mecaz-ı mürsel
E) Mecaz-ı mürsel
*
Cevap anahtarı: 1.B, 2.A, 3. B, 4.B,
========================
Kaynaklar:
http://www.tdvia.org/dia/ayrmetin.php?idno=400233&idno2=c400135
http://www.edebyahu.com/odev/63/tecahul-i-arif-istiare-husn-i-talil-leff-u-nesr
http://www.cokbilgi.com/yazi/tecahul-i-arif-bilmezlikten-gelme-sanati/
http://www.edebiyatfakultesi.com/edebi-sanatlar/tecahul-i-arif
http://www.edebiyatogretmeni.org/tecahul-i-arif-bilmezlikten-gelme/
Ek okuma
TECÂHÜL-i ÂRİF
(تجاهل العارف)
İfadeyi kuvvetlendirmek amacıyla yazarın bildiği bir şeyi
bilmiyormuş gibi anlatması mânasında bedî‘ sanatı terimi.
Sözlükte “bilmemek, tanımamak” anlamındaki cehl kökünden
türeyen ve “bilmiyormuş gibi görünmek” mânasına gelen tecâhül ile ârif (bilen)
kelimelerinden oluşan tecâhülü’l-ârif (tecâhül-i ârif) terkibi “bilenin bilmez
görünmesi” demektir.
Ebû Hilâl el-Askerî bu sanata “tecâhülü’l-ârif ve mezcü’ş-şek bi’l-yakīn” adını vermiş ve ilk defa amacını “sözü daha çok pekiştirme” diye açıklamıştır (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 445).
Sekkâkî konuyu bedî‘ ilminde ele almış ve örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de de bulunduğu için tecâhül kelimesini edebe aykırı görerek bu türe “sevku’l-ma‘lûm mesâka gayrihî” (bilinenin bilinmiyormuş gibi sunulması) adını vermiştir
Ebû Hilâl el-Askerî bu sanata “tecâhülü’l-ârif ve mezcü’ş-şek bi’l-yakīn” adını vermiş ve ilk defa amacını “sözü daha çok pekiştirme” diye açıklamıştır (Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn, s. 445).
Sekkâkî konuyu bedî‘ ilminde ele almış ve örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de de bulunduğu için tecâhül kelimesini edebe aykırı görerek bu türe “sevku’l-ma‘lûm mesâka gayrihî” (bilinenin bilinmiyormuş gibi sunulması) adını vermiştir
...
Olayın kesinliğini belirtmek gayesiyle tecâhül yollu soruya
başvurulabilir (takrîr).
“Allah, ‘Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi söyledin?’ buyurdu” (el-Mâide 5/116).
“Allah, ‘Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi söyledin?’ buyurdu” (el-Mâide 5/116).
Hz. Îsâ’nın böyle bir söz söylemediği Allah’ın mâlûmu iken
bunun tecâhül yoluyla sorulmasında hem olayı inkâr sorusuyla red hem de onları
ilâh edinenlerin yanlış inançlarına ta’rizde bulunma amacı güdülmüştür.
Muhatabı alıştırma ve korkusunu giderme maksadıyla da bu
üslûptan istifade edilebilir.
“Sağ elindeki nedir ey Mûsâ?” âyetinde (Tâhâ 20/17)
“Sağ elindeki nedir ey Mûsâ?” âyetinde (Tâhâ 20/17)
Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ’nın elindekinin asâ olduğunu bildiği
halde sorması, ilâhî huzurdaki Mûsâ’nın korkusunu giderip alıştırma ve yakında
asânın onun bir mûcizesi olarak büyük bir önem kazanacağına dikkat çekme
hikmetine bağlıdır.
...
cilt: 40; sayfa: 232
[TECÂHÜL-i ÂRİF - İsmail Durmuş]
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=400232
₪══TECÂHÜL - İ ÂRİF ( BİLMEZLİKTEN GELME ) ══₪
══════ve
YUNUS 'un BİLMEM ZİKRİ══════
Arif “bilen”, tecahül “cahil gibi, bilmez gibi görünme”
demektir.
Terim anlamı, kişinin bir durumu, gerçeği bildiği
hâlde,
nükte yaparak bilmezlikten gelmesi, bilmiyormuş gibi davranmasıdır.
nükte yaparak bilmezlikten gelmesi, bilmiyormuş gibi davranmasıdır.
Tasavvuf şiir, musiki, mimari gibi İslâm sanatlarının
doğuşuna kaynak olmuştur.
Bir anlam inceliği yaratmak ya da bir nükte yapmak amacıyla
bilinen bir şeyi bilmezlikten gelme sanatıdır.
₪════════════════════════₪
Hoca Ahmed Yesevî'nin
Divan-ı Hikmet adlı eserinde de İstifham (soru sorma) ve
Tecahül-i Arif (bilip de bilmezlikten gelme) sanatları kullanılmıştır
₪════════════════════════₪
Tecahül-i Arif,
"Erenler meclisine eğri odun yakışmaz" deyip de dergâhına
yıllarca "düzgün" odun taşırken, sürekli "Ben Bilmem" zikri
çeken Yunus Emre'yi hatırlatır...
₪════════════════════════₪
Yunus da;
Yunus da;
İlim ilim bilmektir, ilim "kendin" bilmektir
demez mi zaten...
₪════════════════════════₪
Horasanlı Ahmet Yesevî ‘nin talebeleri,
Anadolu’yu Türklere ebedi bir vatan haline getirirken
dergâhlarında önce
“Bilmem” demenin ağırlığını öğrettiler dervişlerine.
₪════════════════════════₪
Sonra bilmem derken pek çok şeyi merak etmek ve bilmeye
çalışmak arasında, sanki ruhunu kıskaca almak , yıllarca sürdü bu dergâhlarda.
Bilmem deyip unutmak ile bilip bilmezlenmek arasında bir
sınav gibi.
₪════════════════════════₪
Bilmenin en son kertesi olarak,
bilgiyi inkar etmek istedikleri zamanlar ...
₪════════════════════════₪
Bilmem zikri ;
gözlerini ,nefsine kendi içine çevirerek
“ İlim kendini bilmektir" olarak mertebelerinin
yükselmelerini sağladı.
۩════════════════════════۩
İşte Tasavvuf
“Ben biliyorum diyene ne söylenir, bilmiyorum diyen öğrenir”
diyor
ve bu hâle ulaşmanın yolunu gösteriyor.
₪════════════════════════₪
Daha doğrusu
“Gönlünü öyle saflaştır ki gönlündeki hakîkat, dışa vursun.”
diyor.
Aklı reddediş yok. Aklı doğru kullanmaya teşvik ediş var. Kezâ aşka da gömülüş yok! Aşkı bir lütuf kabul edip, aşkla kulluğun hakkını vermek var.
Aklı reddediş yok. Aklı doğru kullanmaya teşvik ediş var. Kezâ aşka da gömülüş yok! Aşkı bir lütuf kabul edip, aşkla kulluğun hakkını vermek var.
₪════════════════════════₪
Tecahül-i arifin özünü oluşturan bu nükte,
dört amaç için yapılmış olabilir.
neşelendirme (tenşid),
uyarıda bulunma (tevbih),
hayret ve şaşkınlık bildirmek (tehayyür),
kendinden geçişi belirtmek (tedellüh).
uyarıda bulunma (tevbih),
hayret ve şaşkınlık bildirmek (tehayyür),
kendinden geçişi belirtmek (tedellüh).
Bilinen şey bilinmiyormuş gibi anlatılırken genellikle bir
inceliğe dayandırılır, bu yapılırken de mübalağa ve istifham sanatlarından da
yararlanılır.
۩════════════════════════۩
"Tecahül-i arif" e diğer örnekler :
۩════════════════════════۩
"Tecahül-i arif" e diğer örnekler :
۩════════════════════════۩
Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Otuz beş yaş" şiirinde
bolca kullanılır bu söz sanatı;
şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
₪════════════════════════₪
Feridun Düzağaç 'tan;
aşk bu mu, aşk acı mı?
Acıtır mı, incitir mi?
aşk bunu bana yapmaya mecbur mu?
Acıtır mı, incitir mi?
aşk bunu bana yapmaya mecbur mu?
₪════════════════════════₪
"Otuz beş yaş " şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı ;
“Gökyüzünün başka rengi de varmış
Geç fark ettim taşın sert olduğunu
Geç fark ettim taşın sert olduğunu
Su insanı boğar ateş yakarmış
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış “
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış “
Gökyüzünün farklı renklerini, taşın sert olduğunu,
suyun insanı boğabileceğini, yine ateşin yakabileceğini elbette şair de biliyor.
suyun insanı boğabileceğini, yine ateşin yakabileceğini elbette şair de biliyor.
Ancak şair, kendisindeki ve çevresindeki birtakım
değişiklikleri sonradan fark ettiğini anlatmak için bu yola başvurmuştur.
“Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz”
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz”
₪════════════════════════₪
Ve Fuzuli de "Su Kasidesinde;
Ab-gündür günbed-i devvar rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvara su
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvara su
Anlamı: Şurada dönen gök kubbenin rengi su rengi midir,
yoksa gözümden akan yaşlar, gözümden akan sular gök kubbeyi mi kaplamıştır,
bilmiyorum.
Şair gökyüzünün neden mavi olduğunu biliyor ancak
bilmemezlikten geliyor.
*