Edebî Sanatlar
Anlama
Dayalı Söz Sanatı
Mukabele
Mukâbele: Bir
ibarede iki ya da daha fazla sözcüğü söyledikten sonra aynı sırayla bunların
yakın anlamını ya da karşıtını (mukabil) söylemektir.
“Zahirim ma’mur idersem batınım viran”
(dışımı bayındır yapsam da içim yıkık)
Mukâbele aralarında tezat ve karşıtlık bulunan kelime,
tamlama ve sözleri birarada kullanmak. Örnek:
Safa-yı aşkın dide gamınla pürnem
Bir evde ayş u şâdî bir evde ye’s ü mâtem
(Safa ile gam, ayş u şâdi ile ye’s u mâtem arasında
karşıtlık bulunmasına rağmen birarada kullanılmıştır.)
*
Cem-Tefrik –Taksim:
İki ya da ikiden fazla anlamı bir hüküm altında toplamaya cem;
İki şey cem edildikten sonra farklarını belirtmeye (tefrik
etmeye) cem ma’a’t tefrik;
Cemden sonra cemi oluşturan şeylerin özelliklerini söylemeye
cem ma’a’t-taksim denir.
Cemden sonra tefrik, tefrikten sonra da taksim yapılırsa
buna da cem ma’a’t-taksim ve tefrik
denir.
Tefrik: Birbirinin
aynı olan ya da aynı olduğu kabul edilen iki şeyin farkını söylmektir.
Tefrikte her zaman
karşılaştırma vardır.
Taksim: Bir
ibarede birden fazla unsuru andıktan sonra bunlara ait özellikleri ve bu
özelliklerin her birinin hangisine ait olduğunu söylemektir. Leff ü neşre benzer.
Farkı taksimde özelliklerin neye ait olduğunun söylenmesidir. Leff ü neşrde
özelliklerin neye ait olduğu söylenmez. “Saçı yanağ üstinde kim vardur Birisi
bulut biri gülzardur”
*
Edebiyatta Cem Nedir?
Klasik şiirimizde “birkaç şeyi tek bir hüküm altında toplama
sanatına” cem denmiştir. Nef‘î’nin:
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh
sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hasılı
sahib-mezâkıdır gönül
beyti bu sanata örnek olarak gösterilir. Beyitteki “kadeh,bade,
şûh sâkî” sözcüklerinin hükümleri “gönül”de cem edilmiş / toplanmıştır. Fakat
cem, Divan şiirinde sıkça başvurulan ve rağbet edilen bir edebî sanat değildir.
Şarabı bulduğu için, edebiyatta zevkin ve eğlencenin simgesi
olan efsanevî bir kahramanın adıdır. Kadeh, sâgar, peymane, piyâle, kâse, ayag,
sebû, dolu kelimeleriyle aynı anlama gelen, hepsinin anlamını karşılayan câm
(içki kabı) dahi onun yadigârıdır. “Câm-ı Cem” sözü neredeyse bir deyim olmuştur:
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı
güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz sâkî
meded sun câm-ı Cem
Nef ‘î
Prof.Dr.Turan Karataş / Edebiyat Terimleri Sözlüğü
http://www.samanyoluhaber.com/bilgi/soru/Edebiyatta-Cem-Nedir_1001/
*
Cem
sanatının “ ma’at taksim”, “Ma’at tefrik”
halinde iki kısmı vardır. İlki cem’in taksim bölme c-sınıflandırma
saantıyla , tefrik, ise cem’in ayırma
sanatıyla alakalıdır. Aslında bunlar da iki ayrı sanat olan taksim ile tefrik’
in birleşmesinden meydana gelmiştir.
1. Cem’ maa’t-tefrîk: Cem‘in tefrik sanatı ile birlikte
kullanılmasıdır ki bir hüküm altında toplanan iki veya daha fazla şeyin arasına
farklılık koymaktır. “Gece ve gündüzü varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil
olan geceyi kaldırıp yine bir delil olan gündüzü aydınlık kıldık” (el-İsrâ
17/12
Binâ-yı intizâm-ı dîn
ü dünyâya edip âlet
Zebâna nutk vermiş, gûşa vermiş kuvvet-i ısga”
Nâbî
Dil ve kulak din ve
dünyanın düzenini sağlayan birer alet olarak bir hüküm altında birleştirilmiş,
sonra da bunları biribirinden ayıran farklı taraflar belirtilmiştir ki dilin
farkı konuşma (nutk), kulağın farkı dinleme (ısga) kuvvetidir.[2]
Hak iki adil Süleyman hakim etmiş âleme
Evvel-i ahir kılıp sırrı-i adalet aşikar
Ol süleyman şükuhu dive salmış müstehiz
Bu Süleyman salveti küffarı etmiş tar-mar
Fuzuli [3]
2. Cem‘ maa’t-taksîm. Çeşitli şeyleri
bir hüküm altında topladıktan sonra onları ayrı ayrı hükümlere
bağlamaktır. Muhtelif şeyleri bir araya
toplamak sonra da taksim etmektir
Yayıl dı bahs’ü la’l ü
hatt ü halin bağ –ı Rıdvan’a
Suyun kevser, nebatın ney- şekr , habin abr itti.
Baki [4]
Sevgilin, hattı hali cennete yayılmış derken cem etmiş olan
şiar, ( çünkü sevgilinin bahsedilen özellikleri cenntete toplanıyor,
sonr ada sevgilin duduağı, kevseri, hattı – tüyleri, cennetteki neyler ve şeker
kamışlarını , sevgilinin beni de toprağını anber haline getirterek taksim
ediyor.
3. Cem‘ maa’t-tefrîk ve’t-taksîm. Bir
hükümde toplanan iki veya daha çok şey arasına farklılık koyup sonra bunları
ayrı ayrı vasıflandırmaktır. “
Leb-i yâre akık-i nâb dedim
Mu‘teriz oldular bütün yârân
Dediler seng-pâre-i Yemen o
Bu ise gerd-i çeşme-i hayvân.
İlk mısrada sevgilinin dudağı saf akike benzetilmiş, böylece
cem‘ sanatı meydana gelmiştir. İkinci mısrada dudak ile akikin bu şekildeki
cem‘ine itiraz edilince tefrik meydana gelmiştir. Üçüncü ve dördüncü mısralarda
ise her birinin değişik bir vasfı verilerek taksim yapılmıştır.[5]
----------------------------------
[1] Tahir ‘ül Mevlevi, Edebiyat Lüğati , Enderun , İstanbul,
1973 shf 29
[2] Kâzım Yetiş – Hulûsi Kılıç , Cem’,
DİA, cilt: 07; sayfa: 276
[3] Tahir ‘ül Mevlevi, Edebiyat Lüğati , Enderun , İstanbul,
1973 shf 29
[4] Tahir ‘ül Mevlevi, Edebiyat Lüğati , Enderun , İstanbul,
1973 shf 29
[5] Kâzım Yetiş – Hulûsi Kılıç , Cem’,
DİA, cilt: 07; sayfa: 276
http://www.edebiyadvesanatakademisi.com/yazi/2066
Sözcük anlamı ayırma demek olan tefrik, edebiyatta iki
unsurdan birinin üstünlüğünü vurgulamak için, aralarındaki farkları
belirtmektir.
Tefrik anlamla
ilgili sanatlardandır. Aynı çeşide giren iki şey arasına, birbirine aykırı
taraflar (tebâyün) sokularak bir farklılık meydana getirilmesidir. Örnek:
Budur farkı gönül mahşer rûz-ı
hicrândan
Kim ol cânım verir cisme bu
cismi ayırır cândan
Ortak çeşit gün, aykırı taraflar ise cisme can verme,
cisimden canı ayırmadır.
Tefrik Sanatına diğer Örnekler:
Seni Kisrâ’ya adâlette muâdil
tutsam
Fazladır sende olan devlet ü dîn
ü îmân
Bâkî
(Seni adalet konusunda Kisra’ya denk, eşit tutsam; sendeki
devlet, din ve iman fazla gelir.)
Şair “sen” dediği kişiyle “Kisra”yı karşılaştırır ve onun
Kisra’dan üstün olan özelliklerini vurgular.
Budur farkı gönül mahşer rûz-ı
hicrândan
Kim ol cânım verir cisme bu
cismi ayırır cândan
Ortak çeşit gün, aykırı taraflar ise cisme can verme,
cisimden canı ayırmadır.
=============
Kaynaklar:
http://www.edebiyadvesanatakademisi.com/yazi/2066-
http://www.samanyoluhaber.com/bilgi/soru/Edebiyatta-Cem-Nedir_1001/
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=070276
http://sultanugurlu2.blogspot.com.tr/2012/07/aof-1sinif-eski-turk-edebiyatinda-anlam.html
http://www.ihvanlar.net/2014/03/27/edebiyatta-mukabele-nedir/
MUKABELE
(المقابلة)
Bir söz içinde geçen iki veya daha fazla unsurdan sonra her
birinin karşıtını yahut ilgilisini sırasıyla zikretmek anlamında edebî sanat.
Sözlükte “yüz yüze gelmek; iki şeyi birbiriyle
karşılaştırmak” mânalarına gelen mukābele bedî‘ ilminde anlamı güzelleştiren
söz sanatlarından biri olup tekābül adıyla da geçer. Mukabelede güzelliğin
kaynağı karşıt veya uyuşan anlamlar arasındaki dizim armonisidir. Meselâ,
“Artık onlar az gülsünler, çok ağlasınlar” ifadesinde (et-Tevbe 9/82) yer alan
“az” ve “gülsünler” öncülleri (mukaddemât) “çok” ve “ağlasınlar” ikincilleriyle
(sâneviyyât) karşı karşıya getirilmiştir. Mukabele sanatı, bu örnekte görüldüğü
üzere zıt unsurlar arasında gerçekleştiği gibi ikincilleri öncüllere uygun
unsurlar arasında da görülebilir. “Allah, rahmetinin bir tecellisi olarak sizin
için gece ve gündüz vakitlerini düzenledi ki birinde dinlenesiniz, diğerinde
O’nun kereminden rızkınızı arayasınız” örneğinde (el-Kasas 28/73) “gece” ile
“dinlenme” ve “gündüz” ile “rızık arama” uygunluk münasebeti içinde bulunur.
Mukabelenin sanat yönünden en üst düzeyde kabul edilen şekli karşıtlar arasında
tezat armonisi biçiminde gerçekleşmiş olanıdır. Bu özelliği sebebiyle, başta
Hatîb el-Kazvînî olmak üzere onun Telħîśü’l-Miftâĥ’ına şerh yazan belâgat
âlimleri mukabeleyi tezat sanatı içinde yer alan bir tür olarak görmüşlerdir.
Halbuki tezat, bir ifadede sadece iki zıt unsurun bir arada zikredilmesi
şeklinde gerçekleşirken mukabelede en az dört karşıt öğenin oluşturduğu bir
armoni söz konusudur. Buna dikkat çeken İbn Reşîķ, zıt unsurların ikiyi aşması
halinde bu sanatın mukabele adını alacağını söylemektedir (el-ǾUmde, II,
14-15).
Ayrıca mukabelede ikincil öğelerin öncüllerin sırasına göre
dizilmiş olması şarttır, tezatta ise böyle bir durum söz konusu değildir. Yine
mukabele hem karşıt hem uyuşan öğeler arasında olabilirken tezat sadece iki zıt
arasında gerçekleşir (İbn Ebü’l-İsba‘, s. 179-184; Ebû Amr Muhammed b. Muhammed
et-Tenûhî, s. 179; Safiyyüddin el-Hillî, s. 75). Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, tezada
mukabele adının verilmesini daha uygun görerek mukabele ismi altında taksim
ettiği bazı tezat nevilerini ele almıştır (el-Meŝelü’s-sâǿir, III, 143-166).
Şiirde mukabele bütün unsurlarıyla bir beyit içinde gerçekleşir. İlk mısrada
öncül unsurlara, ikinci mısrada ikincil unsurlara sırasıyla yer verilir.
Mukabelenin beyit içinde veya ardarda gelen mensur ifade
çerçevesinde ikinin ikiyle, üçün üçle, dördün dörtle, beşin beşle ve altının
altıyla karşılaştırılması şeklinde on iki öğeye kadar karşıt veya uyuşan
unsurları bir araya getiren türleri vardır. Mukabelede güzellik ve estetik
sözün tabii seyri içinde dizilmiş karşıt öğelerin sayısı nisbetinde artar.
Yukarıda geçen örnekler ikinin ikiyle mukabelesi türündendi. Diğer bazı
nevileri de şu örneklerde görülmektedir:
Üçün üçle mukabelesi: “ويحلّ لهم الطيّبات ويحرّم عليهم الخبائث”
Onlara temiz şeyleri helâl kılar, yine onlara pis şeyleri yasaklar (el-A‘râf
7/157). Karşıt unsurlar: Helâl kılar-haram kılar, onların lehine-aleyhine,
temiz şeyler-pis şeyler. Altının altıyla mukabelesi: “على رأس عبدِ تاج عِزّ يزَينه
/وفي رجل حرّ قيد ذلّ يشينه” Kölenin başında şeref tacı var, onu süsleyen /
Hürrün ayağında aşağılık zinciri, onu alçaltan” Karşıt öğeler: Üzerinde-içinde,
baş-ayak, köle-hür, taç-zincir, izzet-zillet, süsleyen-alçaltan.
Kudâme b. Ca‘fer’e göre mukabelenin iki unsuru arasında
karşıtlık veya uygunluk ilgisinin bulunmayışı onun kıymetini düşürür. Meselâ,
“İnsanların ne hayırlısıyla arkadaşlık ettim ne de fâsık olanıyla” ifadesinde
mukabele kusurludur, çünkü “hayırlı”nın mukabili “fâsık” değil “şerîr”dir
(Naķdü’ş-şiǾr, s. 193-194; Ebû Hilâl el-Askerî, s. 339). İbn Reşîķ de
mukabeleyi oluşturan unsurlar arasındaki tezat ve bölümleme mükemmelliğinin
önemini vurgulamıştır (el-ǾUmde, II, 19).
Tesbit edilebildiği kadarıyla mukabeleyi terim anlamında ilk
kullanan ve tanımını yapan edip Kudâme b. Ca‘fer’in dedesi Kudâme b. Ziyâd
el-Bağdâdî’dir (Hâtimî, I, 152). Kudâme b. Ca‘fer ise “sıhhatü’l-mukābelât,
fesâdü’l-mukābelât, tashîhu’l-mukābele” başlıkları altında konuyu ele almış, bu
arada dedesinin tanımını da nakletmiştir (Naķdü’ş-şiǾr, s. 141-142, 193-194;
Cevâhirü’l-elfâz, s. 5-6). Daha sonra gelen Ebû Hilâl el-Askerî, Fahreddin
er-Râzî, Sekkâkî ve İbn Ebü’l-İsba‘ gibi müellifler tanımı daha açık ve yalın hale
getirmişlerdir. Sekkâkî’den itibaren mukabele sanatı bedî‘ ilminde mâna
sanatları arasında yerini almış, bedîiyye nâzımları da türle ilgili güzel
örnekler ortaya koymuşlardır.
BİBLİYOGRAFYA:
Kudâme b. Ca‘fer, Naķdü’ş-şiǾr (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî),
Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 141-142, 193-194; a.mlf.,
Cevâhirü’l-elfâž (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1350/1932, s. 5-6;
Hâtimî, Ĥilyetü’l-muĥâđara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, I, 152; Ebû
Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984,
s. 339, 371-374; İbn Reşîķ el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. M. Muhyiddin
Abdülhamîd), Kahire 1353/1934, II, 14-20; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî,
Miftâĥu’l-Ǿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 424; Ziyâeddin
İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Havfî - Bedevî Tabâne), Riyad
1403/1983, III, 143-166; İbn Ebü’l-İsba‘, Taĥrîrü’t-Taĥbîr (nşr. Hifnî M.
Şeref), Kahire 1383, s. 179-184; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa
(nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 485-488; Yahyâ b. Hamza
el-Alevî, eŧ-Ŧırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa, Beyrut 1402/1982, II,
377-391; Ebû Amr Muhammed b. Muhammed et-Tenûhî, el-Aķśa’l-ķarîb fî
Ǿilmi’l-beyân, Kahire 1327, s. 179; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye
(nşr. Nesîb Neşşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 75; Zerkeşî, el-Burhân, III, 458
vd.; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb, Kahire 1304, s. 57-59.
İsmail Durmuş
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=310102
*
CEM‘
الجمع
Belâgatın bedî‘ kısmına ait bir edebî sanat.
Sözlükte “toplamak, bir araya getirmek” anlamına gelen cem‘,
edebiyat terimi olarak birden fazla şeyi tek hüküm altında toplama yolu ile yapılan
bir sanatı ifade eder.
Arap edebiyatında belâgata dair eserlerde, “Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür” (el-Kehf
18/46) meâlindeki âyet bu sanata örnek olarak gösterilmektedir. Âyette Allah,
mal ile çocuğu dünya hayatının süsü olmaları bakımından cemetmiştir. Aynı
şekilde, “Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba
göredir. Bitkiler ve ağaçlar onun emrine boyun eğerler” (er-Rahmân
55/5-6) meâlindeki âyetlerde de hesap için güneş ile ayı, boyun eğme için de
nebat ile ağacı bir hükümde cemetmiştir. Nef‘î’nin, “Hem kadeh hem bâde hem bir
şûh sâkîdir gönül/Ehl-i aşkın hâsılı sâhibmezâkıdır gönül” beytinde kadeh,
bâde, sâkî ve ehl-i aşkın sâhib-mezâkı hükmen gönülde birleşmiştir.
Cem‘ sanatı kendi içinde bazı kısımlara ayrılır. Bunların
sayısını altıya kadar çıkaran bölümlemelere rastlanırsa da (meselâ bk. Ali
Cemâleddin, s. 135-136) genel olarak üç şekli üzerinde durulmaktadır. Aslında
bunlar da iki ayrı sanat olan taksim* ile tefrik*in birleşmesinden meydana
gelmiştir.
1. CemǾ maa’t-tefrîk.
Cem‘in tefrik sanatı ile birlikte kullanılmasıdır ki bir
hüküm altında toplanan iki veya daha fazla şeyin arasına farklılık koymaktır.
“Gece ve gündüzü varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi kaldırıp
yine bir delil olan gündüzü aydınlık kıldık” (el-İsrâ 17/12) meâlindeki âyette
gece ve gündüz Allah’ın varlığına delil olma konusunda bir hüküm altında
birleştirilmiş, sonra bunların delil olma yönleri arasına farklılık koymak
suretiyle cem‘ maa’t-tefrîk yapılmıştır. Nâbî’nin, “Binâ-yı intizâm-ı dîn ü
dünyâya edip âlet/Zebâna nutk vermiş, gûşa vermiş kuvvet-i ısga” beytinde dil
ve kulak önce din ve dünyanın düzenini sağlayan birer alet olarak bir hüküm
altında birleştirilmiş, sonra da bunları biribirinden ayıran farklı taraflar
belirtilmiştir ki dilin farkı konuşma (nutk), kulağın farkı dinleme (ısga)
kuvvetidir. Burada dil ile kulağın din ve dünya düzenine alet olmaları cem‘dir.
Fakat birinin söylemek, diğerinin dinlemek özelliğine sahip olması ayrılan
yönleridir, tefriktir.
2. Cem‘ maa’t-taksîm. Çeşitli şeyleri bir hüküm altında
topladıktan sonra onları ayrı ayrı hükümlere bağlamaktır. “Ben ve sen ikimiz de
meşgulüz. Ancak sen oyun ve eğlence ile ben ilim tahsiliyle” örneğinde birinci
ve ikinci şahıslar meşgul olma bakımından cemedilmiş, sonra ikinci şahıs oyun
ve eğlence ile, birinci şahıs ise ilim tahsiliyle meşgul gösterilerek ikiye
taksim edilmiştir. Bâkî’nin, “Yayıldı bahs-i la‘l-i hatt u hâlin bâğ-ı
rıdvâna/Suyun kevser, nebâtın ney-şeker, hâkin abîr ettin” beytinde sevgilinin
dudağı, yüzünün hat ve beni bahsi cennet bağına yayılmakta önce birleşiyor,
ikinci mısrada ise bunlar sırasıyla cennetteki kevser, nebat ve toprağa nisbet
edilerek tekrar ayrılıyorlar. Bu sanatın, muhtelif şeyleri önce taksim edip
sonra da bir hüküm altında bir araya getirme şekli de vardır.
3. Cem‘ maa’t-tefrîk ve’t-taksîm. Bir hükümde toplanan iki
veya daha çok şey arasına farklılık koyup sonra bunları ayrı ayrı
vasıflandırmaktır. “O gün gelince Allah’ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz.
İçlerinde bedbaht olanlar da mesut olanlar da vardır. Bedbaht olanlar
cehennemdedir. Onlar orada ah edip inlerler. Rabbinin dilemesi bir yana, gökler
ve yer durdukça orada temelli kalacaklardır. Şüphesiz rabbin her istediğini
yapar. Mesut olanlar ise cennettedir. Rabbinin dilemesi bir yana, sonsuz bir
lutuf olarak gökler ve yer durdukça orada temelli kalacaklardır” (Hûd
11/105-108) meâlindeki âyetlerde önce bütün varlıklar, “Hiç kimse konuşamaz”
hükmünde toplanmış, sonra bazıları bedbaht, bazıları mesut şeklinde
vasıflandırılıp gruplara ayrılarak tefrik sanatı yapılmış, ardından da
bedbahtların cehenneme, mesutların cennete gireceği ifade edilerek taksimde
bulunulmuştur. Süleyman Paşa’nın Mebâni’l-inşâ’daki şu kıtası da bunun için bir
örnektir: “Leb-i yâre akık-i nâb dedim/Mu‘teriz oldular bütün yârân/Dediler
seng-pâre-i Yemen o/Bu ise gerd-i çeşme-i hayvân”. İlk mısrada sevgilinin
dudağı saf akike benzetilmiş, böylece cem‘ sanatı meydana gelmiştir. İkinci
mısrada dudak ile akikin bu şekildeki cem‘ine itiraz edilince tefrik meydana
gelmiştir. Üçüncü ve dördüncü mısralarda ise her birinin değişik bir vasfı
verilerek taksim yapılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
Tehânevî, Keşşâf, “cem” md.; Tâhirülmevlevî, Edebiyât
Lügatı, İstanbul 1973, s. 29-30, 153-154; Hatîb el-Kazvînî, el-Îzâĥ (nşr.
Muhammed Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, II, 505, 507-509; Tîbî,
et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bediǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye), Beyrut
1407/1987, s. 401-402, 404-410; Yahyâ b. Hamza el-Müeyyed,
et-Tırâzü’l-mutazammin li-esrâri’l-belâga, Beyrut 1402/1982, III, 142-144;
Ahmed Mustafa el-Merâgı, Târîhu ulûmi’l-belâga ve’t-taǾrîf bi-ricâlihâ, Beyrut,
ts. (Dârü’l-Kalem), s. 308, 310-311; Mehmed İzzet, DefǾu’l-mesâlib fî
âdâbi’ş-şâir ve’l-kâtib, İstanbul 1325, s. 87-90; Bedevî Tabâne,
MuǾcemü’l-belâgati’l-ǾArabiyye, Riyad 1402/1982, I, 155-156; Ahmed Matlûb,
MuǾcemü’l-mustalahâti’l-belâgiyye ve tetavvuruhâ, Bağdad 1406/1986, II, 406,
410-414; Mehmed Tâhir, Tercüme-i Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1257, s. 300-301;
Süleyman Paşa, Mebâni’l-inşâǿ, İstanbul 1289, II, 73-77; Abdünnâfi İffet,
en-Nef‘u’l-muavvel, İstanbul 1290, II, 172-174; Ali Cemâleddin, Arûz-i Türkî,
İstanbul 1291, s. 135-136; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul
1299, s. 160; Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1305, s. 354-356;
Mehmed Rifat, MecâmiǾu’l-edeb, IV: İlm-i BedîǾ, İstanbul 1308, s. 347-351; Kaya
Bilgegil, Edebiyât Bilgi ve Teorileri I: Belâgat, Ankara 1980, s. 283-289.
Kâzım Yetiş – Hulûsi Kılıç
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno
*
TEFRİK
(التفريق)
İki şey arasındaki
farkı belirtme anlamında bedî‘ terimi.
Sözlükte “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki fark
(furkān) kökünden türeyen tefrîk de aynı mânaya gelir. Bedî‘ ilminde anlamı
güzelleştiren söz sanatlarından sayılan tefrik tef‘îl kalıbının “saymak, öyle
telakki etmek, nisbet etmek” anlamlarıyla ilgili olmalıdır. Bu sebeple “iki veya daha çok şey arasındaki zıtlıklardan doğan
farkı tesbit etmek, farklılıklarını belirtmek” mânasında kullanılmıştır.
Tefrik, farklı iki ve daha çok şeyi tek hükümde birleştirmeyi ifade eden cem‘
sanatının karşıtıdır. Çoğunlukla övgü ve yergi amacıyla aynı türden iki şeyden
birinin diğerinden üstün olduğunu kıyas ve teşbih yoluyla kanıtlamayı hedef
alır. Reşîdüddin Vatvât’ın şu beyitlerinde görüldüğü gibi:
مانوال الغمام وقت ربيع / كنوال الأمير وقت سخاء
فنوال الأمير بدرة عين / ونوال الغمام قطرة ماء
(İlkbahardaki bulutun ihsanı
olamaz/
Cömertlik vaktindeki emîrin
ihsanı gibi//
Emîrin ihsanı, içinde 1000 dinar bulunan para
kesesiyken/Bulutun ihsanı sadece su damlalarıdır). Beyitte övülen kimsenin
ihsanının büyüklüğünü ortaya koymak için iki ihsan arasındaki farkı belirtmek
üzere ayırım yapılmıştır. Ve’vâ ed-Dımaşkī’nin bu konudaki beyitleri de
şöyledir: “İhsanını bulutun ihsanıyla kıyas eden, biçimce benzeyen iki şey
arasındaki hükmünde âdil davranmış sayılmaz/Çünkü sen ihsan ettiğinde hep
gülersin, bulut ihsan ettiğinde sürekli gözyaşı döker” (Kazvînî, s. 505-506).
Hz. Peygamber’i edebî sanatlardan faydalanarak öven uzun bedîiyye kasidelerinin
şairleri tefrikle ilgili güzel örnekler ortaya koymuştur. Safiyyüddin el-Hillî,
şu beytinde Resûlullah’ın ihsanının üstünlüğünü göstermek için bulutların
ihsanı ile mukayese ederek onun lutufkârlığının sürekliliğini belirtip
ayrıcalığını vurgular: “Onun ellerinin ihsan sağanakları hiçbir zaman kesilmez
kullardan/Bulutların ihsanı ise sürekli olmayıp kesilir tez elden”
(Şerĥu’l-Kâfiye, s. 167; İbn Hicce, II, 257-258). Müminle kâfirin eşit
sayılmadığının temsili olan şu âyet de tefrik sanatının güzel örneklerindendir:
“İki deniz birbirine eşit olmaz: Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi
kolaydır; şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar)” (Fâtır 35/12).
Türk edebiyatında tefrik, “aynı türden iki şeyin arasına
birbirinin karşıtı olan öğelerin getirilmesiyle ayırım yapma” biçiminde tarif
edilmiştir. Genellikle övme veya yerme amacıyla yapılan bu sanatta
söz sahibi maksadını kuvvetle belirtmek için öveceği veya yereceği kimseleri
yahut şeyleri aynı türdeki diğer varlık ve kavramlardan ayırma yöntemini
kullanır:
“Budur farkı gönül, mahşer
gününün rûz-ı hicrandan/
Kim ol cânın verir cisme, bu
cismi ayırır candan”
(Fuzûlî)
beytinde mahşerle hicran zaman itibariyle birleştirilmekte,
fakat birinin insana can verdiği, diğerinin ise can aldığı belirtilerek tefrik
yapılmaktadır.
...
Muhammed b. Ömer er-Râdûyânî, Farsça Tercümânü’l-belâġa adlı
eserinde (s. 64-70) tefrik, cem‘ ve taksim sanatlarına ilk temas eden
müelliflerdendir. Daha sonra Reşîdüddin Vatvât, Farsça Ĥadâǿiķu’s-siĥr’inde (s.
74-77) bu sanatlara yer vermiştir. Fahreddin er-Râzî de Vatvât’tan nakille
Nihâyetü’l-îcâz’ında (s. 294-296) bu sanatları ilk ele alan müelliflerden
olmuş, ondan da Miftâĥu’l-Ǿulûm’unda (s. 425-426) Sekkâkî nakilde bulunmuştur.
Daha sonra İbnü’n-Nâzım, Hatîb el-Kazvînî, Yahyâ b. Hamza el-Müeyyed-Billâh,
İbn Hicce, Süyûtî, İbn Ma‘sûm ve Telħîś şârihlerinden Teftâzânî, İbn Ya‘kūb
el-Mağribî, Bahâeddin es-Sübkî, İsâmüddin el-İsferâyînî, Muhammed b. Ahmed
ed-Desûkī gibi müellifler Sekkâkî’den esinlenmişlerdir. Birçok örnekte tefrik
cem‘ ve taksim sanatlarıyla birlikte ele alınmış, tefrikle beraber cem‘, tefrik
ve cem‘, tefrik ve taksimle birlikte cem‘ şeklinde müstakil birer söz sanatı
halinde işlenmiştir. Tefrikle birlikte cem‘ sanatı Râdûyânî ve Vatvât’tan
itibaren belâgat kitaplarında yer almış, iki şeyin tek hükümde birleştirilmesinin
yanı sıra birleştirmenin iki yönü arasındaki ayırımın belirtilmesi veya iki
şeyin ortak özellikleri sebebiyle tek mânada birleştirilip farklı iki yönünün
ortaya konması yahut daha çok benzetmelerde gerçekleşen bir söz sanatı olarak
iki şey tek şeye benzetilmekle birlikte benzemenin iki farklı yönünün
belirtilmesi diye açıklanmıştır (Vatvât, s. 76; Râzî, s. 295; Sekkâkî, s. 426).
Reşîdüddin Vatvât, “Yüzün ateş gibidir ziyasında/Kalbim ateş gibidir
hararetinde” beytinde sevgilinin yüzü ile kendi kalbini ateşe benzemede
birleştirerek ve benzerliğin iki farklı yönünü belirterek cem‘ ve tefrik sanatı
için bir örnek ortaya koymuştur. “Kararmış misk gibi zülüfçe/Hoş olmuş misk
gibi hulukça” dizesinde de sevgilinin zülfü ile ahlâkı miske benzemede
birleştirilmiş ve benzerliğin iki farklı yönü (siyahlık-hoş koku)
açıklanmıştır. Şu âyette gece ile gündüz Allah’ın varlığına delil (âyet) teşkil
etmede birleştirildikten sonra delil oluşturmanın iki farklı yönü karanlığın
giderilmesi-aydınlığın getirilmesi diye belirtilmiştir: “Biz geceyi ve gündüzü
birer âyet olarak yarattık. Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, yılların
sayısını ve hesabı bilmeniz için gecenin âyetini (karanlığını) giderdik ve
aydınlatan gündüzün âyetini (aydınlığını) getirdik” (el-İsrâ 17/12).
Türk edebiyatında bu sanat “cem‘ maa’t-tefrîk” diye anılır.
Nâbî’nin, “Binâ-yı intizâm-ı dîn ü dünyâya edip âlet/Zebâna nutk vermiş, gûşa
vermiş kuvve-i ısgā” beytinde dil (zebân) ve kulak (gûş) din ve dünyadaki
düzenin en önemli sebebi olmakta birleştirilmiş, ikinci mısrada dilin konuşmaya
(nutk), kulağın ise dinlemeye (ısgā) ait organlar olduğu belirtilerek aradaki
farklılık ortaya konulmuştur.
İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî, kendisinin icat ederek tefrik ve
cem‘ adını verdiğini söylediği, kısmen farklı bir söz sanatından bahsetmiştir.
Bu türde, birbirini yakından ilgilendiren iki söz arasında dinleyiciye ve
okuyucuya ilgisiz şeyler izlenimini verecek biçimde bunların ayrı şeyler olduğu
birinciyi izleyen bir sözle açıklanır (tefrik), daha sonra anılan iki söz arasında
ilişki kurularak bunlar birleştirilir (cem‘). Böylece söz görünüş bakımından
içermediği bir mânaya işaret etmiş olur (BedîǾu’l-Ķurǿân, s. 313-314). Şu
âyetlerde görüldüğü gibi: “Andolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler
gönderdik, (inkârlarından) vazgeçip yakarırlar diye onları darlık ve
hastalıklarla sınadık. Onlara bu azabımız geldiğinde keşke boyun büküp
yakarsalardı! Aksine kalpleri iyice katılaştı, şeytan da onlara yapmakta
oldukları şeyleri cazip gösterdi. Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında
sıkıntı ve musibetleri kaldırıp onlara her türlü nimetin kapılarını açtık.
Nihayet verilen bu nimetler yüzünden azıp şımardıkları zaman kendilerini
ansızın yakaladık da neye uğradıklarını bilemeyerek umutsuzluk ve şaşkınlık
içinde bocaladılar” (el-En‘âm 6/42-44). Burada “kendilerine yapılan uyarıları
unuttuklarında” meâlindeki şart unsurunun zâhire ve düz mantığa göre uygun
cevabının, “Onları ansızın yakaladık” cümlesi olması gerekirken şartla alâkalı
gibi görünmeyen, “Kendilerine her tür nimetin kapılarını açtık” cümlesi cevap
konumunda getirilmiş, böylece dinleyicide şartla ilgisi bulunmayan farklı bir
cevabın getirildiği, halbuki uygun cevabın anılan ifade olması gerektiği
izlenimi verilmiştir. Öncelikle ansızın yakalanmaları cevabî sözü uyarıları
unutmaları şart ifadesinden tefrik edilmesine karşılık bu ifade daha sonra
zikredilen ve nimetlerle azıp şımarmalarını belirten şarta cevap getirilerek
onunla birleştirilmiştir. Nimetlerle azıp başkalarına zarar vermeleri makamında
kendilerini ilâhî azabın yakalamasının daha gerekli bulunması, varlık ve nimet
içinde yaşayanların yokluk içindeki insanlara göre azabı daha ağır bir şekilde
hissedecek olmaları sebebiyle tefrik ve cem‘ gerçekleştirilmiştir.
Tefrik ve taksimle
birlikte cem‘ de anlamı güzelleştiren sanatlardan olup bu tür ifadelerde
sırasıyla cem‘, tefrik, taksim yer alır. Önce iki ve daha fazla şey bir
hükümde birleştirilir (cem‘), ardından aralarında ayırım yapılır (tefrik), daha
sonra ayırım yapılanlarla ilgili vasıf ve hükümler anılır (taksim). İbn Şeref
el-Kayrevânî’nin şu beyitlerinde görüldüğü gibi: “Çeşitli ihtiyaç sahipleri
toplanır kapısında/Bunun bir şeye, onun bir başka şeye ihtiyacı var//Tembelin
yükselme, yoksulun zenginlik/Suçlunun af, korkanın güvendir muradı” (Kazvînî,
s. 509). Burada farklı ihtiyaç sahipleri övülen kişinin kapısının önünde
toplanma hükmünde birleştirildikten sonra her birinin özel bir ihtiyacının
bulunmasıyla aralarında ayırım yapılmış, ardından her birine uygun durumlar
sıralanmıştır. Şu âyetler de bu sanata örnek olarak zikredilir: “Kıyamet günü
geldiğinde Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Onlardan kimi
bedbahttır, kimi bahtiyar. Bedbaht olanlar ateştedir, orada feci bir inleme ile
nefes alıp verişleri vardır. Onlar rabbinin dilediği hariç gökler ve yer
durdukça ateşte ebedî kalacaklardır. Çünkü rabbin istediğini hakkıyla yapandır.
Mutlu olanlara gelince onlar da cennettedir. Rabbinin dilediği hariç gökler ve
yer durdukça orada ebedî kalacaklardır. Bu bitmez, tükenmez bir lutuftur (Hûd
11/105-108). Burada “hiçbir kimse” ifadesiyle bütün insanlar birleştirildikten
sonra kişiler bedbahtlar ve bahtiyarlar olmak üzere iki kategoriye ayrılmış,
daha sonra bunlarla ilgili durumlar sırayla anılmıştır.
Türk edebiyatında cem‘, tefrik ve taksim sanatlarının bir
arada bulunmasına “cem‘ maa’t-tefrîk ve’t-taksîm” denilmekte, bunun için
Süleyman Paşa’dan şu örnek zikredilmektedir: “Leb-i yâre akīk-i nâb
dedim/Mu‘teriz oldular bütün yâran//Dediler sengpâre-i Yemen o/Bu ise gerd-i
çeşme-i hayvan.” Şair ilk mısrada sevgilinin dudağını saf akikle birleştirerek
cemetmiş, ikinci mısradaki itiraz üzerine onları birbirinden ayırmış, üçüncü ve
dördüncü mısralarda birinin Yemen taşı, diğerinin âb-ı hayâttan bir zerre
olduğunu belirterek taksim cihetine gitmiştir (ayrıca bk. CEM‘).
BİBLİYOGRAFYA:
Kāmus Tercümesi, III, 39, 41; Ebû Hilâl el-Askerî,
Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Kahire 1971, s. 452-455; Râdûyânî,
Tercümânü’l-belâġa (nşr. Ahmed Ateş), İstanbul 1949, s. 64-70; Reşîdüddin
Vatvât, Ĥadâǿiķu’s-siĥr fî deķāǿiķi’ş-şiǾr (nşr. Abbas İkbâl), Tahran 1362 hş.,
s. 74-77; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz (nşr. Bekrî
Şeyh Emîn), Beyrut 1985, s. 294-296; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâĥu’l-Ǿulûm
(nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 425-426; İbn Ebü’l-İsba‘,
BedîǾu’l-Ķurǿân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1392/1972, s. 313-314;
İbnü’n-Nâzım, el-Miśbâĥ fi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ (nşr. Abdülhamîd
Hindâvî), Beyrut 1422/2001, s. 244-245; Şürûĥu’t-Telħîś, Kahire 1937, IV,
335-336, 341-345; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ (nşr. M. Abdülmün‘im el-Hafâcî),
Kahire 1400/1980, s. 505-507, 509; Yahyâ b. Hamza el-Alevî,
eŧ-Ŧırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut
1415/1995, s. 466-468; Safiyyüddin el-Hillî, Şerĥu’l-Kâfiyeti’l-bedîǾiyye (nşr.
Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 167, 170; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul
1304, s. 333, 334, 335; İbn Hicce, Ħizânetü’l-edeb (nşr. Selâhaddin
el-Hevvârî), Sayda 1426/2006, II, 257-258; Mecdî Vehbe - Kâmil el-Mühendis,
MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-ǾArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 64, 77;
Bedevî Tabâne, MuǾcemü’l-belâġati’l-ǾArabiyye, Riyad 1402/1982, I, 155-156; II,
637-638; M. Saîd İsbir - Bilâl Cüneydî, el-MuǾcemü’ş-şâmil, Beyrut 1985, s.
328, 402-403; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-bedîǾ, Kahire 1408/1987, s.
93-99; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri-Belâgat, İstanbul 1989, s.
287, 289; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-muśŧalaĥâti’l-belâġıyye ve teŧavvürühâ,
Beyrut 1996, s. 397-398, 448-449.
İsmail Durmuş
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=400277
*
=============
Kaynaklar:
http://www.edebiyatfakultesi.com/edebiyat_terimleri_t.htm
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=400277
http://www.edebiyatogretmeni.org/tefrik/